23 Ekim 2023 Pazartesi

aix-en-provence'da üç + üç gün - 2 : château la coste II (renzo piano, richard rogers, kengo kuma, frank gehry ve anselm kiefer)

irlandalı emlakçı ve otel işletmecisi kodaman paddy macmillen'ın sahibi olduğu ve 2017 yılında kapılarını açan château la coste'ta izlenimlerime mimarların tasarladığı sergi yapılarıyla ve yerleştirmelerle devam ediyorum: 






frank o. gehry  iki işiyle (biri yapı diğeri yerleştirme) tadao ando'dan sonra yerleşke en çok işi olan ikinci mimar. bunlardan yapı olanı, gehry'nin 2007 yılı için tasarladığı serpentine galerisi pavyonu. 

serpentine galerisi'nin londra'da kensington parkının içinde her yıl bir mimara sipariş ettiği geçici pavyon projesi mimarlık ve sanat camiasının merakla beklediği olaylardan biri. bunlardan çok azı, yazı londra'da geçirdikten sonra sökülüp dünyanın çeşitli yerlerinde tekrar kuruluyor. gehry'ninki de kalıcı halini, baştan itibaren ortak işvereni olan château la coste arazisinde almış. 
gehry, altında müzik yapılacak bir örtü tasarlamış. tipik gehry tabii, ama bana onun yapıları arasında en çok paris'teki louis vuitton vakfı'na yaptığı sanat müzesi tasarımını hatırlattı. 








gehry'nin yerleşkedeki ikinci çalışması, tony berlant isimli amerikalı sanatçının 1966-1968 yılları arasında yaptığı the marriage of athens and new york isimli üç heykelini eğimli arazi durumunu da tasarımın olmazsa olmazı yapan bir mimari düzenleme ile bir araya getirmesinden oluşan bir yerleştirme.

 gehry ile berlant yakın arkadaşlarmış, öyle ki 2019'da château la coste'a yerleştirilmeden önce bu üç heykel gehry'nin atölyesinde dururmuş ve kendi deyişiyle ona bir çok mimari tasarımında ilham kaynağı olmuş. 
heykellerin fanuslar içine konulma şeklinden hoşlanmasam da, onlara basamaklar ile çıkılıp ya da düz ayak köprü ile yaklaşılıp varılamaması fikri hoşuma gitti.





 beş saatlik gezi rotası boyuncaki sürekliliğin bir parçası olmayan, yani ulaşmak için ona özel, uzun ve tanımlı bir sekans deneyimlemek zorunda olduğunuz (ve dolayısıyla tekrar gezi rotasına dönmek için de aynı sekansı bu sefer ters yönde tekrar yaşantılamanız gereken) tek pavyon renzo piano'nun sergi binası. 

binaya doğru yaklaşırken; siz neredeyse düz ayak ilerlerken etrafınızda yükselen üzüm bağları topografyasının içine gömülerek, yavaş yavaş çevreden soyutlanıyorsunuz. bu anlamda bir yandan çevreden soyutlanıyorsunuz ama binanın giriş cephesi gibi girişin karşısı da bütünüyle şeffaflaştırılmış olduğu için de, uzaktaki tepeyi görerek bağlamdan kopmamış oluyorsunuz. 

piano'nun tasarımı hem kendisinin basel'deki beyeler müzesi tasarımını andırıyor, hem de tadao ando'nun buradaki tasarımlarıyla söyleşiyor. 






geçici sergiler için kullanılan mekanda benim gezdiğim sırada anselm kiefer'in dört tablosu ve diğer taraftaki bahçede bir heykeli sergileniyordu. kiefer'in yerleşkede ayrıca kalıcı açık hava heykelleri de var, peyzajın içinde hayaletler gibi dikiliyorlar. 
onlardan bir kaçı:





renzo piano'nun, bence 20. yüzyılın en avant-garde yapısı, paris'teki centre pompidou/beaubourg'da partneri olan richard rogers'ın da château la coste'ta bir tasarımı var. 






bu, araziye en son eklenmiş yapı olmasının (2021) yanısıra rogers'ın kendi ofisinden emekli olmadan önce tasarladığı ve aynı zamanda ölümünden önceki son yapısı. aynı piano'nunki gibi sadece bir sergi mekanı olan ihtiva eden yapıya, yine aynı onunki gibi: kısa ucundan giriliyor, sağ ve sol yan duvarlar sağır, girişin karşısı tamamıyla şeffaf. ama bu sefer karşıda piano'nunkindeki gibi su öğesi ve çimen kaplı eğimli bir yüzey yerine, ağaç taçlarının arasından bakılan engin bir manzara karşılıyor sizi.

norman foster ile birlikte high-tech mimarlığının en önemli temsilcilerinden biri olan rogers strüktür konusundaki marifetini burada da konuşturmuş: 27 metrelik bir konsol yapı söz konusu. yapı, arazideki bir yarın en üst noktasına sadece "dokunuyor" ve ardından kendini havada süzülmeye bırakıyor. topoğrafyaya en az müdahele ve sadece çelik taşıyıcıların turuncu rengiyle sağlanmış görünürlülük; ancak bir ustanın elinden, aklından çıkabilecek rafinelikte.



ben ordayken mekanda los angeles'lı sanatçı/ressam jennifer guidi'nin "mountain range" başlıklı sergisi vardı. guidi fransa'daki ilk solo sergisinde fosforlu renklerden oluşan kum malzemeyle dokusu belirgin, bakanda saykodelik etki bırakan işler üretmiş. pek benim zevkime göre değildi, ama mekana renk kattığını yadsıyamam.


yerleşkedeki, geçici sergilere ev sahipliği yapan üç yapıdan sonuncusu olan oscar niemeyer'inkini maalesef en yakın bu fotoğraftaki uzaklıktan görebildim, çünkü özel bir etkinlik varmış, yanına yaklaştırmıyorlardı.
niemeyer'in ölmeden önce tasarladığı ve öldükten sonra, sağ kolu jair valera tarafından uygulanan yapıyı deneyimlemeyi çok istiyordum.




kengo kuma'nın komorebi adlı yapıtı, toplam içindeki yerleştirmeler ve açık hava heykelleri arasında beni en etkileyeniydi. 

komorebi, kişinin ve ışığın hareketlerine göre her adımda değişen, dönüşen, ziyaretçiye sonsuz bir deneyim sunan bir yerleştirme. onu farklı mevsimlerde ve günün farklı saatlerinde deneyimleme imkanım olmasa da, etrafında geçirdiğim 10-15 dakikada bile deneyimin zenginliğine dair potansiyeli açıkça gösterdi. 

katalogdan aktarıyorum: 
-komorebi, ışığın ağaçlardan süzülmesini ifade eden japonca bir kelimeymiş. 
-malzeme olarak brezilya cevizi olarak da bilinen ipe ağacı kullanılmış. 
-hiç göstermiyor ama 12 ton ahşabı 1.5 ton çelik taşıyormuş. zaten, ağırlığını göstermemesi, aksine hafiflik hissi yaratması yerleştirmenin en etkileyici taraflarından biri bence.


[aksi belirtilmedikçe bütün fotoğraflar mehmet kerem özel'e aittir. 12.07.2023]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder