28 Ağustos 2023 Pazartesi

on soruluk sohbetler 92: Carolina Bianchi

5-25 Temmuz 2023 tarihleri arasında gerçekleşen, dünyanın önemli gösteri sanatları festivallerinden Festival d’Avignon’un 77. edisyonu için festival yönetmeni Portekizli tiyatro insanı Tiago Rodrigues’in davet ettiği sanatçılardan biri Brezilyalı yönetmen, oyun yazarı ve oyuncu Carolina Bianchi idi. Amsterdam’da yaşayan Bianchi ilk kez Avignon Festivali’ne konuk oldu ve Cadela Força (Kaltak Gücü) üçlemesinin ilk bölümü olan A Noiva e o Boa Noite Cinderela adlı gösterisinin dünya prömiyerini festivalde gerçekleştirdi. Bianchi Cara de Cavalo (At suratlı) adlı kolektifin yöneticisi ve araştırmaları kendi deyişiyle “ataerkillik, fantazmagorya, tarihsel anlaşmalar, kriz olarak toplumsal cinsiyet, kolonyal miras ve aşırı erotizm ile ilgili sorunları ele alan tiyatro, performans, dans arasındaki boşlukları barındırıyor.” Yine kendi deyişiyle “tarihsel çizgiye müdahale etme ve ataerkil kapitalist düzeni istikrarsızlaştırma girişiminde, muhayyileyle mutlak bir şekilde sohbet eden fiziksel pratiklerle ilgilenen” Bianchi, yapıtlarında gerçeklikle yüzleşmek için edebiyat, plastik sanatlar ve sinemaya göndermeler yapıyor.

© Festival d’Avignon

Bianchi, Avignon Tiyatro Festivalinde seyirciyle buluşturduğu A Noiva e o Boa Noite Cinderela adlı performance-lecture tadında başladığı gösterisinde, kendisini tecavüzcülerin sıklıkla kullandıkları bir uyuşturucu kokteylle sahnede, çiçeklerle çevrili bir yatağın üzerinde "gerçekten" bayılttıktan sonra seyirci ile diyaloğunu sürdürmeye devam ediyor ve sadece deneyimini açığa çıkarmakla kalmayarak, bir bölümünü de yeniden yaşatıyor. Belki de bu sene Avignon Festivali’nin en çok konuşulan işlerinde biri olan ve Bianchi’nin sanat ve travma hakkında seyirciyi direk adres ederek başladığı bu performansa sanatçı masumca, kadınlara yönelik cinsel şiddeti sanat tarihi açısından, çağdaş bir vaka olarak ele aldığı, gelinlik giyerek otostop çeken bir Performans sanatçısı olan Pippa Bacca’nın, 2008 yılında hem de Türkiye’de, tecavüze edilip öldürülmesini incelediği bir sunum ile başlıyor. Ancak Performans Sanatının da doğasına özgü "gerçeklik" ve "sınırları zorlayan" unsurlarını sorguladıktan sonra Bianchi, yaklaşık yirmi dakika sonra içtiği "gerçek" kokteyl karışımı – ki Portekizce “İyi Geceler Küçük Külkedisi olarak bilinen - sonuncunda masanın üzerine yığılarak "gerçekten" bayılıyor. Baygın olsa da Bianchi, seyirciyle, sahne üzerindeki üst yazı panosundan kadına yönelik cinsel şiddete dair fikirlerini ve Brezilya’da sevgilisini arkadaşlarına katlettirdikten sonra kendi köpeklerine yedirerek cinayeti örtbas etmeye çalışan ve bugün hapisten çıkmış olup bir şekilde kariyerine devam eden futbolcu Bruno Fernandes de Souza ve öldürttüğü sevgilisi Eliza Samudio’nun hikâyesini paylaşmaya devam ediyor . Bu esnada Bianchi’ye sahnede kendi topluluğundan yedi performansçı, sahnede gerçekleştirdikleri farklı eylemlerle, gece kulübü-vari bir atmosferde eşlik ediyorlar. İlerleyen süreçte ise seyirci, aslında sadece bir hikâye değil aynı zamanda otobiyografik bir travmanın paylaşımına ve belki de bu vesile ile iyileşme olanağına şahitlik ettiğini fark ediyor…

Performansın özü sizce nedir?
Bence sahnelediğimiz oyunun özü, bir diğer deyişle sinir merkezi, tecavüz. Cinsel şiddet. Ancak iş bunu iletmeye geldiğinde, bu büyük bir problem. Benim bu hikâyelerden bazılarına değinme yolum, onları tiyatro ve sanat üzerine bir tartışmaya çok yaklaştırmaktı, yani ben bu bakış açısıyla bu anlatıları tetikliyorum. Ben sadece ifade katmanında kalmakla kalmayıp, bu konu için teatral ve metinsel bir dil oluşturmakla ilgileniyorum.

Sanatın dönüştürücü gücüne inanıyor musunuz? Nasıl?
Sanatın gücü bu mu bilmiyorum. Ama tiyatroyla çalışmanın hayatımda yarattığı dönüşümleri algılıyorum. Bazıları güzel, bazıları korkunç.

Bir iş üretirken hangi kaynaklardan beslenir, nelerden ilham alırsınız? Rüyalarınızın işlerinizde etkisi olur mu?
Bir eser üzerinde çalışırken takıntılı biri oluyorum. Etrafımdaki her şey bana ilham verebilir. Genelde okuduğum şeylerden, şiirlerden, romanlardan, teorilerden, gördüğüm imgelerden ve arkadaşlarımla yaptığım sohbetlerden çok ilham alıyorum. Rüyalar da önemli bir rol oynuyor, onlar hayatımın bir uzantısı. Bu yüzden işlerimle olan diyaloğumun, onlara dair duygularımın rüyalarda yer aldığını hissediyorum, ama farklı, genellikle daha esrarengiz ve fantastik bir şekilde, ki bunu seviyorum. Cadela Força açısından gösteride rüyalar temel bir rol oynuyor, çünkü performans esnasında kendimi uyutuyorum ve tecavüz içkisi içen, rüyayı yok eden, sizi hayalsiz uyutan bir kafa üzerinde farklı bir anlatı yaratmaya çalışıyorum. Belki de bir şekilde bu şiddetli uyku için bir tür rüya, bir imaj yaratmaya çalışıyorum…

Eğer zaten halihazırda bir adı yoksa, üzerinde çalışmakta olduğunuz yapıta adını vermeye ne zaman karar verirsiniz?
Başlık aklıma gelen ilk şey oluyor. Çünkü başlık, kesinliğini kaybetmeden eserin yer alabileceği genişlikte bana rehberlik ediyor. Son eserlerim Lobo, The Magnificent Tremor, Cadela Força - hepsinin bir formu olmadan önce bir adı vardı. Ve tüm eserler, adlarıyla çok ilginç bir bağlantı kurdular.

Sanatınızı etkilediğini düşündüğünüz biri veya bir sanatçı var mı, varsa kim?
Birçok hem de birçok isim var. Hayran olduğum sanatçılardan çok etkilendim: Emily Dickinson, Artemisia Gentileschi, Clarice Lispector, Mary Shelley, Ana Mendieta, Nina Simone, Maria Bethania, Angelica Liddell ve bana çok yakın olan ve sürekli olarak bana ilham veren sanatçılar: Carolina Mendonça, Janaína Leite, Marina Matheus, Blackyva, Larissa Ballarotti, Joana Ferraz ve Luisa Callegari.

Sohbetin devamını okumak için tıklayın.

26 Ağustos 2023 Cumartesi

on soruluk sohbetler 91: John Collins & Greig Sargeant (Elevator Repair Service)

Festival yönetmeni Portekizli tiyatro insanı Tiago Rodrigues 5-25 Temmuz 2023 tarihleri arasında gerçekleşen, dünyanın önemli gösteri sanatları festivallerinden Festival d’Avignon’un 77. edisyonu için hazırladığı sunuş yazısında şöyle söylüyor: “Sınırlarla bölünmüş bir dünyayı kabul etmiyoruz, çünkü dünyanın, geçmişlerinin ve bugünlerinin karmaşık zenginliğine sahip dillerin özgürlüğüne göre düzenlenmesi gerektiğine inanıyoruz.“ Buradan hareketle Rodrigues “Bazılarının duvar örmek isteyeceği yerlere köprüler inşa etmek” amacıyla her yıl bir dili öne çıkarmayı planlamış ve “Kelimelerin, dillerin ve çevirinin neşeli karmaşasının etrafında toplanmak” için, festival yönetmenliğinin bu ilk edisyonunda İngilizce dilini seçmiş. Bu bağlamda Rodrigues’in festivale davet ettiği topluluklardan biri New York merkezli Elevator Repair Service (ERS) idi. Festivalde, 2021 yılında prömiyerini yaptıkları Baldwin and Buckley at Cambridge adlı oyunu sunan ERS, 1991 yılında John Collins tarafından kurulmuş. Topluluğun üyesi olan ve aynı zamanda oyunda James Baldwin’i canlandıran Greig Sargeant’ın bir projesi olan Baldwin and Buckley at Cambridge’in yönetmenliğini John Collins üstlenmiş. En bilinen yapımları arasında The Great Gatsby'nin tüm metninin sahnelenmesi olan Gatz yer alan ERS, James Joyce'un Ulysses romanından yaptıkları uyarlamanın prömiyerini önümüzdeki Eylül ayında Fisher Center/Bard College'da gerçekleştirecek.

© Christophe Raynaud de Lage 

Yakın zamanda Mubi’de gösterimde olan Meeting the Man: James Baldwin in Paris’i izleyenler Baldwin’in sadece edebiyat alanında değil sivil haklar ve özellikle Amerika’daki siyahların mücadelesi açısından ne kadar önemli bir figür olduğunu bu kısa belgeselde de gözlemleyebilirler. Bir taraftan yazar, düşünür ve eleştirmen olarak ön plana çıkarken öte yandan sivri kişiliği, keskin dili ve eşcinsel kimliğiyle de sık sık gündeme gelen Baldwin, 1924 yılında New York Harlem’de fakirliğin ve ırksal eşitsizliğin göbeğine doğar. Yazdığı kitaplar, kaleme aldığı denemeler ve topluma dair fikirlerini dillendirdiği cesur konuşmalarla kısa zamanda hem siyahi hareket içinde, hem de sivil haklar arenasında büyük etki yaratmaya başlar. Bizler ise, bir süre Amerika’dan uzaklaşıp Avrupa’da, özellikle Paris şehrinde, ara sıra ise kendisini evinde hissettiği ender şehirlerden biri olan ve tarihi ile kültürel renkliliğine epey ilgi duyduğu İstanbul’da vakit geçiren, Gülriz Sururi ile Engin Cezzar’ın yakın arkadaşı olan Baldwin’i muhtemelen en çok, fonda İstanbul’dan manzaraların bulunduğu fotoğraflarıyla tanırız. Amerika’da farklı ırklardan insanların nasıl geçinebildiğine, daha doğrusu geçinemediğine dair bakışını kaleme aldığı Bundan Sonrası Ateş ve Ben Senin Zencin Değilim yazarın en çok bilinen kitaplarındandır. Baldwin 1965 yılında, İngiltere’deki Cambridge Üniversitesi Birliğine Amerikalı muhafazakâr eleştirmen ve National Review dergisinin kurucusu William F. Buckley ile bir tartışmaya katılmak üzere davet edilir. Tartışmanın merkezinde “Amerikan Rüyası Amerikan Zencisinin pahasına mı inşa edilmiştir?” sorusu yatmaktadır ve bu soru etrafında ırk, sivil haklar ve Amerika’ya dair zıt görüşlere sahip bu iki önde gelen figür bir araya gelir. Sağ görüşü temsil eden Buckley, çoğu zaman iyi ifade ettiği bazen ise tartışmalı bulunan görüşleriyle tanınmakta ve tartışmada Amerikan Rüyasının Amerikan Zencisinin pahasına inşa edilmediğini, ırksal ilerlemenin doğrudan eylemler yerine daha kademeli ve kontrollü bir süreç aracılığıyla gerçekleşmesi gerektiğini savunmaktadır. Irk eşitliği ve sosyal adaletin sıkı bir savunucusu olan Baldwin ise Amerikan Rüyasının Amerikan Zencisinin sömürüsü ve acı çekmesi üzerine inşa edildiğini, ırksal eşitsizliklerin Amerikan toplumunun derinlerine işlediğini, bu haksızlıkları düzeltmek için önemli değişikliklere ihtiyaç olduğunu savunmaktadır. Farklı görüşleri temsil eden bu iki entelektüel figürün Cambridge Üniversitesi öğrencileriyle çevrili bir ortamda gerçekleştirdikleri ve Amerika’daki sivil haklar hareketi ile ırksal eşitlik mücadelesi bağlamında büyük önem taşıyan bu tartışma, gelecek kuşaklar için kayıt altına alınmış ve Amerikan toplumu için ırk, eşitlik ve adalet konularında süregiden ve halen bugün - ve hatta belki yakın geleceğimizden çok bugün için – önemli bir an olarak tarihe geçmiştir. Bu tarihi tartışmanın çağdaş yankılarından da ilham alan ERS, Baldwin and Buckley at Cambridge adlı yapıtlarında karşılıklı iki vaaz kürsüsü ve onların etrafına yerleşen bir seyirci kitlesi ile 1965’te gerçekleşen tartışmanın bugün hâlâ ne kadar geçerli olduğunun altını çiziyor ve sadece siyah-beyaz arasında değil günümüzde birçok alanda artan ayrımcılığın temelinde yatan dinamikleri göz önüne seriyor. 1965’teki karşılaşmayı dünyanın en önemli tiyatro festivallerinden Avignon’da, hem de tam Fransa’da polisin ırkçı eylemleri karşısında ayaklanmaların gerçekleştiği bir zamanda, yeniden sahne üzerinde canlandırarak geçmiş ve geleceğin çarpışmasına olanak tanıyan bu yapıtta, James Baldwin’i canlandıran Greig Sargeant ve yapıtın yönetmeni John Collins’e sorularımızı yönelttik.

Performansın özü sizce nedir? 
John Collins: Eğer “performans” ile canlı performansı kastediyorsanız, özünün canlı olması olduğunu söyleyebilirim. Canlı performansın genellikle yanlış gidebileceği, kaldı ki sık sık da gider, planlanmamış veya şaşırtıcı bir şekilde gelişebileceği gerçeği, sahnede her an benzersiz bir gerçek olasılık ve hatta tehlike hissi yaratır. Bu canlılık ve doğurduğu benzersiz hissiyat, canlı bir izleyici kitlesinin varlığı, ki bu da kendi başına öngörülemez bir güçtür, ile daha da artar. 
Greig Sargeant: Benim için bir performansçı olmak her zaman yanında gurur duyarak durabileceğim bir bakış açısıyla ruhumla örtüşen bir sese sahip olmak ile ilgili. Benim için performansın özü, bir oyuncu olarak bana sunulan hayali koşullar içinde kararlı bir samimiyetle yaşamaya cesaret etmek.

Sanatın dönüştürücü gücüne inanıyor musunuz? Nasıl? 
 J.C.: Tabii ki inanıyorum. Nasıl mı? Bunu sayısını sayamayacak kadar çok deneyimlediğim için bana çok doğal geliyor. 
G.S.: Kesinlikle inanıyorum. Hayal edilen gerçekleşir. Sanat, yaşamları değiştirebilecek güce sahip. Bu nedenle, Baldwin and Buckley at Cambridge tartışmasını hayata geçirmek ve yeni bir nesille paylaşmaktan çok mutluyum. Bu ırk tartışmasının neredeyse 60 yıl önce gerçekleştiğini fark edip hâlâ bugünün toplumunda yankılandığını görünce, dönüştürücü değişimin umuduyla bu diyaloğu sürdürmemek neredeyse imkânsız.

Bir iş üretirken hangi kaynaklardan beslenir, nelerden ilham alırsınız? Rüyalarınızın işlerinizde etkisi olur mu? 
J.C.: Rüyalar aslında rol oynamaz. Bana ilham veren şey, bir tür bir eserin bir başkasına dönüşmesi; yazılı sözcüklerin eylemlere ve deneyimlere dönüşmesi. Bir kavramın, bir konuşmanın veya bir hareketin, tamamen farklı bir medyumda ortaya çıkmış olsa da, canlı tiyatroda yeniden doğmasını ilham verici buluyorum
G.S.: Her zaman, oynadığım roller ile aramda kişisel bir bağlantı aradım. Bu rollerin hikâyelerini, tarihçelerini okumayı, konuyla ilgili filmler ve belgeseller izlemeyi, beni ve karakterlerimi etkileyen yerleri ziyaret etmeyi seviyorum. Bir müzede kaybolmayı ve saatlerce resimlere bakarak karakterimin hayatını o resimde hayal etmeyi seviyorum. Araştırmalarıma tümüyle daldığımda, bu süreç rüyalarımı etkiliyor. Yani evet, rüyaların çalışmalarımda önemli bir rolü var. İlhamın beni nasıl, hangi yolla bulduğuna sürekli şaşıyorum.

Eğer zaten halihazırda bir adı yoksa, üzerinde çalışmakta olduğunuz yapıta adını vermeye ne zaman karar verirsiniz?
J.C.: Genellikle işlerimin bir isme ihtiyaç duyduklarını düşünüyorum. Bazı isimler çok kolay gelirken bazen isim bulmaya çalışmak zorlayıcı ve sinir bozucu bir süreç olabiliyor. Her zaman bir tiyatro eserine, başka bir medyumda mevcut olan bir işten doğmuş olsa da, kendi benzersiz adını vermek istiyorum. Ancak, bir şeyin adını zaten belirli bir isimle anmaya alışmışsam, ona yeniden bir ad vermek zor olabiliyor.
G.S.: Bir oyuncu olarak, bir esere isim veren konumunda olmadım. Eser bana genellikle en azından bir çalışma başlığıyla geliyor.

Sanatınızı etkilediğini düşündüğünüz biri veya bir sanatçı var mı, varsa kim? 
J.C.: The Wooster Group’un yönetmeni Elizabeth LeCompte. Yaklaşık 15 sene boyunca onun için ve onunla çalışma fırsatım oldu. Ancak bundan öncesinde de LeCompte’un işlerini izlemek, neyin canlı performansı kalıcı ve değerli bir araştırmaya dönüştürdüğüne dair beni tamamen yeni bir anlayışa yönlendirdi. LeCompte büyük bir cesaretle işlerini gerçekleştiriyor ve onun bu büyük cesaretinden hayal bile edemeyeceğim büyük performanslar ve heyecan verici fikirler ortaya çıkıyor.
G.S.: Beni yönetmenler çok etkiliyor. Onların vizyonu benimkine uymalı. Şu üç tiyatro devi hayatımı değiştirdi: David Herskovits - Target Margin Theater’ın sanat direktörü, John Collins - Elevator Repair Service’ın sanat direktörü, Ivo Van Hove - International Theater Amsterdam’ın direktörü. Zeki, cesur ve vizyon sahibi insanlar. Tanrı hepsini korusun.

Sohbetin devamını okumak için tıklayın.

24 Ağustos 2023 Perşembe

Avignon OFF İzlenimleri - 4 : Beş Dans Gösterisi

Bu sene Festival Off Avignon'da sekiz dans gösterisi seyrettim. Bu yazıda bunlardan beşi hakkındaki izlenimlerimi, gösterileri gün içinde seyrettiğim zamana göre sıralayarak paylaşıyorum: (Yazının tamamı unlimited'den okunabilir)


Haiku’lardan bir demet: Not I 

Orta büyüklükte bir avluda sabah 9:15. Kuşların cıvıldaşmaları, gölgelerinin karşı duvardan ani geçişi. Ortada ahşaptan kare bir platform, L şeklinde iki tarafında seyirciler; ön sıradakiler yerde, arkadakiler sandalyede. Platformun diyagonalinde, seyircilere arkası dönük şekilde dizleri üzerinde oturan, kimono esinli kıyafetiyle bir kadın. Minimal bir sahne, üzerinde çeşitli objeler: bir kâse soğan, bir balık, uzun ince bir tahta, çelik döküm bir marangoz sıkıştırıcısı, beyaz bir örtü. Gösteri sırasında bu objelere başkaları eklenecek: keskin bir çelik bıçak, örtünün içinden çıkacak şarap dolu cam şişe ve bardak. Sahnenin çeşitli noktalarına yerleştirilmiş mini hoparlörlerden gösteri boyunca gelen belli belirsiz, cızırtılı bir ses peyzajı (ses tasarımı: Jean-Philippe Gross) eşliğinde bir meditasyon; yüzeyinde dingin gibi duran ama içinde gerilimler barındıran, hassas, sert, keskin, fırtınalı, yumuşak, düz, kıvrımlı. Seyircinin bütün duyularını harekete geçiren bir meditasyon. Bir gösteri sanatı örneğinden söz ediyorum, dolayısıyla tabii ki seyircinin görme ve duyma duyularına hitap ediyor, tamam, ama bu gösteride bunlara diğer duyular; koku ve tad alma ve dokunma da dahil ediliyor. Ahşap platformun üzerinde performansçının kat ettiği bir güzergâh. Güzergâhın durakları ve duraklarda gerçekleşen haiku benzeri küçük şiirsel olaylar. Duraklardaki olayların bir araya getirilişlerinde bariz bir anlatı yok, ya da ben bağlantıları kuramadım ve omurga-anlatıya vakıf olamadım. Daha çok, o küçük olaylara tanıklık ettim ve şiirsel durumların soyut hallerinden haz aldım. Performansçının gösteri boyunca platform üzerindeki hareketlerini, bütün duyularıma hitap eden bir natürmortla sonlanan kaligrafik bir yolculuk olarak alımladım. Bu yolculuğun koreografik olarak en belirleyici tarafı performansçının, bedenini arkaya doğru gererek bükmesi de dahil olmak üzere bütün hareketleri meditatif bir sakinlik ve yavaşlıkla icra ediyor oluşuydu. 
Camille Mutel, bizzat performansçı olarak icra ettiği Not I başlıklı 50 dakikalık minimal ve şiirsel solosunu Japon çay seremonisinden esinlenerek, La Place de l'Autre başlıklı dörtlemesinin ilk bölümü olarak yaratmış. 



biletim

Erkek arkadaşlığının tuhaf dengesi: DOS

Dışarda güneşin sokakları yakmaya başladığı, öğleye doğru bir saatte, 11:05’te, bir binanın en üst katında karanlık bir sahne. Seyirciler yerleşirken derinden derinden kulağıma gelen tanıdık müzik: Barış Manço’dan Dere Boyu Kavaklar. Seyir alanı ışıkları sönüp oyun alanınkiler yanınca, sahnede ard arda beliren biri yapılı, uzun boylu, kalın, kel, dev gibi, diğeri ince ve kırılgan iki adam; uzun bir süre sessizlikte ve birbirlerinden bağımsız olarak hareketler, jestler, pozlar icra ettiler, bazen hareketleriyle eşzamanlı olarak makina vızıltıları, hidrolik tıslamalar gibi sesler de çıkardılar. Ve ardından gelen müzik parçası gösteri öncesi çalanın tesadüfi olmadığını kanıtladı: Yakın zamanda aramızdan ayrılan Erkin Koray’dan “Cemalim”. Müzikle birlikte, iki adam daha önce yaptıkları hareketleri, jestleri, pozları tekrar ettiler ama bu sefer solo değil duo olarak; meğerse önceki tek kişilik hareketler, özgün halinde iki kişilik olan bu hareketlerin parçalarıymış. Birbirlerine uzanmaya, birbiriyle ilişki kurmaya çalışan iki figür müzikle birlikte temas etmiş oldular. “Cemalim” çalarken adamlardan ince ve kırılgan olanı bir yandan sözlere ağzıyla eşlik etse de, ikilinin o sırada icra ettikleri hareketlerin veya oluşturdukları pozların doğrudan şarkının sözlerinde anlatılan olaylarla ilişkisi yoktu. Şarkı daha çok, gösterinin yabansı ve tuhaf ambiyansına arka plan desteği veriyor gibiydi.
Sadece hareket tasarımıyla değil, kostüm tasarımıyla da palyaço estetiği ve absürd mizahtan beslenen 40 dakikalık DOS, iki performansçının, koreograf ve dansçı Marco Delgado ile sirk gösterilerinde akrobat taşıyıcı olarak sahneye çıkan Valentin Pythoud’nun karizmatik prezanslarından da faydalanarak, eğlendirici olduğu kadar etkileyici olmayı da başaran bir gösteriydi. 
Marco Delgado’nun Nadine Fuchs’la ortaklaşa kurmuş olduğu Delgado Fuchs dans topluluğu önceki yıllarda Avignon’a Sélection Suisse en Avignon kapsamında konuk olmuş ve zamanla takipçilerini oluşturmuş. 


Kimliklere sıkıştırılmanın verdiği acı: THISISPAIN 

Gölgelerin bile sıcaktan bunaltıcı olduğu 16:05’te, havalandırma ile serinletilen salonda sahnenin bir tarafında iki sandalye, diğer tarafında zemine göre açılı duran üçgen ayaklar, arka yüzeyinde “PAIN” yazısı. İki dans sanatçısı geliyor sahneye: Hillel Kogan ve Mijal Natan. Gösteri Natan’ın geleneksel Flamenko dansıyla başlıyor, sonra Kogan söz alıyor ve İspanya deyince akla gelen en popüler, klişe şeylerden bahsederek başlıyor konuşmaya: Fiesta, Siesta, Picasso, Carmen, Barselona. Kogan adeta sohbet açıyor, esas zorlu konuya gelmeden önce seyirciyi ısındırıyor. Ve ardından İspanya’nın yakıcı politik tarihini sokuyor devreye: Sömürgecilik, iç savaş, faşizm, Franco. Sonra o dans etmeye başlıyor; yeni Flamenko hareketleriyle, aralara modern danstan esinler ekleyerek, hatta Nijinski’nin “Bir Faun’un öğleden sonrası”na göndermeler yaparak. Kogan kendi dans partisini İsa imgesiyle sonlandırıyor. Sonraki beş bölüm boyunca bir yandan popüler İspanyol ikonları; Bizet-Carmen müziği ve Picasso-Boğa imgesi çeşitli şekillerde tekrar sunulurken, diğer yandan Flamenko dansının alkış tutma, topuklu ayakkabı, kadın elbiselerinin kıvrımlı etekleri gibi temel öğeleri yapı-bozuma uğratılıyor. Bu sırada iki dansçının hayat hikayeleri de kısaca devreye giriyor ve bunlarla bağlantılı örneğin şu soru ortaya atılıyor: “Flamenko yapmak için İspanyol pasaportu mu gerekli?” Yaklaşık bir saatlik gösteri Kogan’ın uzun bağırmaların ardından ağzı sonuna kadar açılmış bir şekilde kalışıyla bitiyor; Picasso’nun Guernica tablosunu hatırlıyorum. Bütün bunlar gösterinin esas deşmek istediği konu için birer araç aslında. Gösterinin esas sorduğu soru, güncel dünyada kimliklerimizi neyin, nelerin oluşturduğu? Gösterinin esas argümanı ise; bir ülkede doğuyor olmanın kişinin kimliğini oluşturuyor olduğuna inanmanın absürdlüğü.
Çağdaş dans sanatçısı, aynı zamanda bu gösterinin yaratıcısı ve geçen yıl We love arabs ile Festival Off Avignon’da büyük sükse yapan Hillel Kogan çağdaş danstan gelen bir koreografın bir Flamenko dans sanatçısıyla yaptığı işbirliğinden doğan gösterilere (örneğin Sidi Larbi Cherkaoui ile Maria Pagés’in Dunas ve Akram Khan ile Israel Galvan’ın TOROBAKA’sına) eklemlenen bir yapıt ortaya koymuş. Kogan’ınki, örnek verdiğim diğer ikisinden; koreografik olarak daha olgun veya prodüksiyon olarak daha gösterişli değil belki, ama farklı iki tür dans dilini; alaycı mizahı, sözünü sakınmayan gözlemleri ve günümüz insanının kimliğine dair hayati sorusuyla birleştirerek samimice ortaya koyması açısından farklılaşıyor.


biletim

Ruhun derinliklerine seyahat: Enquanto você voava, eu criava raízes

Kapkaranlık bir sahne. Gösterinin başlamasıyla birlikte; seyir alanının birinci sırasında oturmama rağmen, bana bile çok uzak gelen bir mesafede, karanlığın içinde ve sahnenin en gerisinde, havada asılıymış gibi duran devasa bir dairenin, ışık yoluyla beliren kenar çizgileri. Yuvarlağın ortasındaki karanlıkta yandan gelen ışıkla aydınlanarak hareket eden iki çift ters bacak. Karanlık, uzaklık ve tersyüz edilmişlik oryantasyonumu altüst ediyor. Sadece bu başlangıç sırasında değil, 55 dakikalık gösteri boyunca da oryantasyonum düzelmeyecek. Gösterinin her yeni sekansı şaşkınlığımı ve hayranlığımı canlı tutacak. Baştan sonra hem kelimenin anlamıyla hem de mecazi olarak karanlık bir atmosferde geçen ve dans, mim, akrobasi, video, plastik sanatlar gibi farklı disiplinleri kullanan gösterinin, bütün bunları birbirine bağlayan temel unsuru sahne tasarımı: En geride ve yüksekte duran ve her bir noktasından tellerle gerilerek ayakta tutulan şeffaf bir malzemeden devasa bir daire. Dairenin arkasında iki erkek dansçı, düşeyde dairenin ortasına denk gelen platformda durarak hareket ediyorlar; bazen siyah bir şerit sayesinde bedenlerinin tamamı gözükmüyor, bazense platformun altı da ayna imgesi yanılsaması yaratacak şekilde kullanılıyor.
Brezilyalı sanatçı ikilisi Artur Luanda Riberio ile Andre Curti; koreografisini, mizansenini, sahne tasarımını ve dramaturjisini yaptıkları ve bizzat icra ettikleri Enquanto você voava, eu criava raízes (Sen uçarken ben kök salıyorum) adlı bu sıradışı ve görsel tiyatro yapıtında, sahneye yansıttıkları video görüntülerinin (Laura Fragoso ve Miguel Vassy) ve kullandıkları meditatif müziğin (Federico Puppi) de etkisiyle bizi garip rüyalarımızın, belki de çıkışsız kabuslarımızın, ama esas, psişemizin derinliklerine, karanlığına götürüyorlar.
1998’de Paris’te kurdukları Companhia Dos à Deux ile şimdiye kadarki bütün gösterilerini Avignon Festivali’nde sahnelemiş ve gerek seyircinin beğenisini gerekse de eleştirmenlerin övgüsünü kazanmış olan Riberio ile Curti, 2015’ten beridir bedenin dramaturjileri hakkında geliştirdikleri yöntemi topluluklarının merkezi olan Rio de Janeiro’da ve dünyanın birçok yerinde atölye çalışmaları düzenleyerek öğretiyorlar. 
Avignon’da seyircinin ve diğer sanatçıların Riberio ile Curti’ye duydukları hayranlık o kadar barizdi ki, gün içinde gösteriler öncesi ayakta tanışıp sohbet ettiğim (biri basın görevlisi, diğeri -Avignon festivallerinde şimdiye kadar 2000’den fazla gösteri seyretmiş olduğunu söyleyen- seyirci) iki kişi, Riberio ile Curti’nin çok özgün sanatçılar olduklarını özellikle vurgulayıp, bu gösteriyi seyretmemi hararetle tavsiye ettiler bana.


biletim

Performansçının kendi bedensel belleğine yaptığı yolculuk: Pour sortir au jour

Günün en geç başlayan gösterilerinden biri sinemadan dönüştürülmüş bir binada, saat 22:30’da. Sahnenin iki yanına dizili sandalyeler, en arkada bir masa, üç sandalye, masanın üzerinde zarflar ve bir bilgisayar. Sahnede dolaşan, seyircilere sataşan, onlarla sohbet eden, sahne arkasından şampanya çıkarıp, açıp, plastik bardaklara dökerek oturanlara ikram eden performansçı; salona giren her yeni seyircinin ilk tercih olarak oditoryumdaki koltuklara yöneldiğini görmesiyle onları sahnedeki sandalyelere gelmeye davet ediyor, nazikçe zorluyor, başarılı olamazsa oditoryumun ilk sıralarında oturmalarını öneriyor. Gelen kalmayınca gösteri başlıyor. Her seferinde, seyircilerden gönüllü olan ya da gönüllü çıkmazsa performansçının seçtiği üçer kişi sahnenin en arkasındaki sandalyelere geçiyorlar. Performansçı onlardan ikisine elindeki farklı zarf demetlerinden birer zarf seçtiriyor. Zarf demetlerinden biri performansçının daha önce dans ettiği veya koreografisini yaptığı gösterileri içeriyor, diğeri bu gösterilerin müziklerini. İlk zarf açılıp gösterinin adı okunuyor. İkinci zarf açıldığında performansçı gönüllüye seçenek sunuyor: Zarftan çıkan müzik mi, yoksa az önceki ilk zarfta çıkan gösteride kullanılan özgün müzik mi? Üçüncü gönüllünün görevi ise performansçıya, giydiği hangi kıyafet parçasını çıkaracağını söylemesi. Bu üç başlık belirlendikten sonra performansçı zarftan çıkan gösteri hakkında (gösterinin ilk ne zaman, nerede sahnelendiği, ya da anıları, vb…) kısaca konuştuktan sonra gösteriden bir parçayı, belirlenen müzik eşliğinde ve üzerinden bir kıyafet parçasını çıkardıktan sonra icra ediyor. Gönüllüler değişiyor, zarflar açılıyor, ceket, kemer, ayakkabı, çorap, gömlek çıkartılıyor… Bu böyle, yaklaşık 80 dakika devam ediyor; performansçı gittikçe yoruluyor, gittikçe çıplaklaşıyor… Son 10 dakikada performansçı çırılçıplak ortada, bütün seyirciler sahnede, hep birlikte dans ediyorlar; adeta performansçının bedeni kutsanıyor, geçmişi kutlanıyor.
Performansçı: Olivier Dubois. Gösteri: Dubois’nın 2018’de tasarladığı Pour sortir au jour, İngilizce adıyla My body of coming forth by day (Günden güne ortaya çıkan bedenim). 2006’da ilk koreografisini sahneleyen, ama ondan önce ve sonra William Forstyhe’tan Jan Fabre’a, Angelin Preljocaj’dan Sasha Waltz’e, çağdaş dans ve performans sahnesinde köşetaşı olmuş birçok koreografın yapıtlarında dans etmiş olan Dubois dansçı ve koreograf olarak görev aldığı 60 gösterilik repertuarına oyunsu bir tour de force ile retrospektif bir ziyaret yapıyor, seyirciyi de bu oyunsu ziyaretin bir parçasına dönüştürüyor. Pour sortir au jour dansçı bedeninin hafızasını ve yapabilirliğini, ve dansçı ruhunun kırılganlığını samimice ve insafsızca masaya yatırıyor.

[bütün fotoğraflar: mehmet kerem özel, 7-10 temmuz 2023, avignon]

22 Ağustos 2023 Salı

Avignon OFF İzlenimleri - 3 : Üç Tiyatro Gösterisi


biletim

Küllerinden yeniden doğan insan: Poussière 

Off’un prestijli mekanlarından biri olan Théâtre du Train Bleu’nün programındaki “Poussière” (Toz) yönetmenliğini, aynı zamanda Compagnie Infra topluluğunun kurucusu olan Sophie Mayeux’nun üstlendiği ve Ocak 2023’te prömiyer yapan 40 dakikalık bir kukla gösterisi. 60-70 kişilik bir salonda sahnelenen “Poussière”, sahnenin ortasına yerleştirilmiş, yaklaşık çapı bir, yüksekliği bir buçuk metrelik, plastikten olduğunu tahmin ettiğim şeffaf bir silindirin, bir kapsülün içinde geçiyor (sahne tasarımı: Ionah Mélin). Prolog’da dünyanın sonuna tanıklık ediyoruz; nükleer savaş da olabilir, doğanın isyanı da, mesela yanardağ patlaması. Duman, toz ve kül sarıyor silindirin içini, göz gözü görmüyor. İşlerini çok sevdiğim Fransız koreograf Phia Ménard’ın “L’après-midi d’un foehn” gösterisinde hava akımını kontrol etmesine benzer şekilde burada da silindirin içindeki hava akımının yönlendirilmesiyle duman ve tozlardan bir koreografi yaratılmış. Sonra perde iniyor ve tekrar kalktığında şeffaf silindirin içinde post-apokaliptik bir manzarayla karşılaşıyoruz; üzerinde kalıntılar ve kuru bir ağaç olan bir kum yığını. Sonraki yarım saatte kum yığının üzerindeki kalıntılardan önce kum rengi kafası ve sonra bedeninin kum rengi diğer parçalarını bir araya getirerek bir adamın (kukla tasarımı: Alma Rocella) ortaya çıkışını seyrediyoruz. 

alkışlarken, fotoğraf: mehmet kerem özel, avignon - 7.7.2023

“Poussière”, felaket sonrasında tekrar ayaklarının üzerine kalkmaya çalışan insanın hikayesini yalın bir şekilde anlatıyor. Şeffaf silindirin arka kısmındaki deliklerden sadece ellerini sokan, bütünüyle siyahlar içinde gizlenmiş kuklacılar (Coline Ledoux ile Tim Hammer) adamın uzuvlarını bir araya getirip ayağa kalkmasına ve yalnızlığıyla yüzleşip ayakta kalmaya umutla devam etmesine yardım ediyorlar. Ve o çorak ve cansız coğrafya adamın umuduyla birlikte yeşermeye başlıyor…

Gösteri tanıtımında esinini, Pompei’deki yanardağ patlaması sonucu taşlaşmış insan bedeni kalıntılarından aldığını belirten Sophie Mayeux “Poussière”de basit ama hiç eskimeyen temel bir hikayeyi seyirciye, icrası ustalık isteyen çetrefil bir ortamda etkileyici bir güzellik ve şiirsellikte sunuyor. 

.


biletim

Keşfetmenin cazibesi: Sous le plancher 

Théâtre du Train Bleu’nün, samimi bir oda tiyatrosu boyutlarındaki aynı salonunda seyrettiğim ikinci gösteri “Sous le plancher” (Döşemenin altında) bir obje tiyatrosu örneği. Çocuklar ve gençler için tiyatro yapan Le bel après-minut adlı topluluğun Mart 2023’te prömiyer yapan ve üç yaşından büyük seyirciler için tasarlanan bu 35 dakikalık gösterisinin yönetmeni, aynı zamanda topluluğun kurucusu olan Bénédicte Guichardon.

beklerken, fotoğraf: mehmet kerem özel, avignon - 8.7.2023

Gösteri sahnenin yan tarafında, üzerinde her türlü eşya, alet, mikrofon ve ses kontrol cihazı bulunan bir masa başında oturan müzisyenin (benzersiz Christine Moreau) bir radyo yayınını taklit etmesiyle başlıyor. Moreau radyo kanalının jingle’ını çalıyor, bir ses efekti yapıyor ve ardından gelecek olan programın reklamını yapıyor: beynin işleyişi, özellikle de can sıkıntısı üzerine uzman bir konuk ile sohbet. Bu sırada sahnenin üzerine yayılmış olan büyüklü küçüklü yayvan kutular arasında dolaşan erkek oyuncu (Daniel Callabos) canı sıkılmış küçük bir çocuğun alet-i ruhiyesine bürünüyor. Az sonra sahneye kadın oyuncunun (Laurette Tessier) da girmesiyle, ikisi kutuları keşfetme heyecanıyla teker teker açarak, can sıkıntılarından kurtulacak ve, sanki hep birlikte üç boyutlu bir resimli kitabın sayfalarını çeviriyormuşuz gibi, kutuların içlerinden çıkan her yeni durumla bizleri şaşırtacaklar.

Gösteri ilerlerken yan masada canlı olarak ses ve efekt üretimi devam etse de, spesifik olarak beynin işleyişi üzerine olan radyo programının içeriğinin ilerlememesi ve kutuların içlerinden çıkan durumların bir omurga-anlatıyla birbirlerine bağlanmıyor olması gösterinin dramaturjik açıdan zayıf yönleri, ancak sahnede ışıkla, gölgeyle, yansımayla, sesle, rüzgarla, dumanla, suyla ve objelerle (örneğin farklı tür merceklerle, camdan deney kaplarıyla) yaratılan görsel dünyanın büyüsüne ve şiirselliğine kapılmamak imkânsız. Bu her biri birer haiku gibi kısa ama etkili parçaların birleşiminden oluşan görsel dünyanın kendisi kadar, bunların nasıl yapıldığını birebir sahnede görüyor olmak da gösterinin etkileyici olduğu kadar cezbedici tarafı.

alkışlarken, fotoğraf: mehmet kerem özel, avignon - 8.7.2023

Her bir kutunun -içindekilerle birlikte- tasarımı kadar başlangıçtaki sakin, dingin ama tanımsız mekanın zamanla objelerle, yansımalarla renklenmesi, kalabalıklaşması (Odile Stemmelin’in sahne tasarımı ve yönetmen Bénédicte Guichardon ile birlikte yaptıkları obje/aksesuar tasarımları çok başarılı ve yaratıcı), başta aydınlatma olarak da biteviye olan mekanın zamanla derinlik kazanması (ışık tasarımı: Bryan Jean-Bapstiste) gösterinin övgüye değer diğer özellikleri. 

.


Kapitalizme kendi silahıyla atılan tokat: Blockbuster 

Off’tan izlenimimi paylaşacağım son gösteri Collectif Mensuel’in “Blockbuster” (Hasılat rekortmeni film) adlı işi. Prömiyer yaptığı 2015 yılından beridir, ağırlıklı olarak Belçika ve Fransa’nın birçok şehrinde olmak üzere, 260 gösterim yapmış olan “Blockbuster” Avignon’da La Manufacture’ün programında yer alarak 18 kere sahnelendi.

beklerken, fotoğraf: mehmet kerem özel, avignon - 7.7.2023

Collectif Mensuel ekibi “Blockbuster”da, Hollywood yapımı 160 hasılat rekortmeni filmden 1400 çekimi montajlayarak yaklaşık 70-75 dakikalık yepyeni bir film yaratmış. Bu filmde, tahmin edileceği üzere Al Pacino’dan, Harrison Ford’a, Merly Streep’ten Judi Dench’e, Julia Roberts’tan Brad Pitt’e akla gelebilecek bütün Hollywood oyuncuları var. Tabii ki film, bu filmlerin hiçbiriyle alakası olmayan, Nicolas Ancion’un “Invisibles et remuants" (Görünmezler ve kalıntılar) isimli romanından serbestçe esinlenen bir senaryoya sahip. Collectif Mensuel adeta vahşi kapitalizmin ürünlerinden anti-kapitalist bir söylem yaratmış; işçi sınıfını her gün biraz daha ezen neoliberal düzene karşı direniş içinde olan, ve o düzenin aktörlerine, yani patronlara, sanayicilere, politikacılara adeta savaş ilan eden bir film çıkmış ortaya. Müthiş keyifle, kahkahayla seyredilen bir film bu, çünkü film boyunca ünlü Hollywood oyuncuları, hiçbir Hollywood filminde onların ağızlarından duyamayacağınız repliklerle konuşuyorlar. Nasıl mı? Film sahnenin arka tarafına asılı büyük beyazperdede oynatılırken, filmdeki bütün replikler, sesler, müzikler ve efektler üç oyuncu ve iki müzisyen tarafından önde canlı şekilde dublaj yapılarak üretiliyor. Bu amaçla sahne, seslendirme sırasında kullanılan bir sürü obje ve mikrofon ile dolu. Collectif Mensuel kolektifliği dublaja seyirciyi de katarak genişletiyor. Gösterinin hemen başında seyirciden üç ses çıkarması; alkışlaması, bağırması ve “Tous ensemble!” (Hep beraber) demesi isteniyor, bu sesler o anda kaydediliyorlar ve film oynarken gerekli oldukları anlarda banttan veriliyorlar.

Her biri Collectif Mensuel’in üyesi olan, dolayısıyla gösterinin yönetmenliğini de ortaklaşa üstlenmiş olan üç oyuncu ve iki müzisyen; Sandrine Bergot, Baptiste Isaia, Xavier Foucher, Quentin Halloy ve Philippe Lecrenier sahne üzerinde de inanılması çok zor bir performansın altından başarıyla kalkıyorlar; müthiş bir matematikle ve hızlı bir tempoda ilerleyen filmdeki hiçbir detayı kaçırmadan sese çeviriyorlar. Bir yandan arkadaki filmi izlerken bir yandan da önde onların performanslarını takip etmek gösteriden alınan keyfi katlıyor.

Filmdeki hikayenin son dakikaları anlatıyı sürpriz bir şekilde gösterinin gerçekleşmekte olduğu mekana taşıyor ve böylece “Blockbuster”, kapitalizmin hasılat rekortmeni Hollywood filmlerine yüklediği belki de en temel görev olan seyirciyi/toplumu sinemayla eğlendirerek uyuşturma işlevinin tuzağına düşmemiş, üstelik böylece bu durumu da eleştirmiş oluyor. 

alkışlarken, fotoğraf: mehmet kerem özel, avignon - 7.7.2023

Vahşi neoliberalizm rüzgarının şiddetle estiği bütün dünyada yıllardır önce Sarkozy’nin, ardından Macron’un yönetimleri altında ezilmiş, yoksullaşmış, ama o politikalara ısrarlı protestolarla başkaldırmaya devam eden Fransa’nın komşusu Belçikalı bir tiyatro topluluğundan “Blockbuster” gibi bir gösterinin çıkması hiç şaşırtıcı değil!

[Bu yazı 22 Ağustos 2023 tarihinde Tiyatro Tiyatro Dergisi'nde yayınlanmıştır.]

14 Ağustos 2023 Pazartesi

Avignon OFF İzlenimleri - 2 : Klasik Romana Taze Kan

avignon'da dağıtılan flyer

Daha önce hiç bir gösterilerini seyretmediğim ama Moby Dick’ten uyarladıkları gösterinin görsellerine internette rastladığımdan beridir radarımda olan Compagnie Plexus Polaire’i, Festival Off Avignon’un 2023 edisyonunda görünce çok mutlu oldum. Topluluk festivale Moby Dick ile değil ama başka bir roman klasiğinin, Bram Stoker‘ın ünlü Drakula’sının uyarlaması Dracula – Lucy’s Dream ile konuktu. Gösterimler La Manufacture’ün, kapalı paten sahasından geçici olarak tiyatro mekanına dönüştürdüğü La Patinoire’da 7-24 Temmuz tarihleri arasında çarşambaları dışında her gün sabah saat 9:50’de gerçekleşti. 

Başlıktan da anlaşılacağı üzere gösterinin protagonisti, romanın yan karakterlerden biri olan, Kont Drakula’nın İngiltere’deki ilk kurbanı, güzel ve seksi Lucy idi. Lucy, Kont Drakula’yı avlamaya Romanya’ya giden Jonathan Harker’ın nişanlısı Mina’nın arkadaşıdır ve uyurgezerdir. Gösteri doğrudan Lucy’nin uyurgezer olduğu bir gecede gördüğü rüyanın içinde başlar. Lucy rüyasında kendini görmektedir; sahnede iki Lucy vardır, biri sağda önde, diğeri ise sahneyi boylamasına geçen iki siyah tülün ardında, ilkini ters aynalayacak şekilde solda arkadadır. Lucy’lerden öndeki bir oyuncu, arkadaki ise insan boyunda bir kukladır. Anlatı ilerledikçe gerek Lucy, gerek Drakula, gerekse de diğer karakterler bazen oyuncular bazen ise insan boyunda kuklalar tarafından canlandırılırlar. Aynı zamanda topluluğun kurucusu olan yönetmen ve kukla sanatçısı Yngvild Aspeli’nin; insan boyundaki kuklalar ile oyuncuları sahne üzerinde eşzamanlı kullandığı, bazı sahnelerde oyunculara kukla parçaları giydirdiği ve böylece adeta oyuncular ile kuklaları birbirlerinin içine geçirdiği mizanseninin başarıyla yarattığı ilüzyon, gösteri boyunca sahnede hangi figürün gerçek hangisinin kukla olduğunu ayırt etmeyi neredeyse imkansızlaştırarak, gerçek ile hayal arasındaki sınırı bulanıklaştırıyor. Aspeli’nin sahnede yarattığı bu ikili durum hem rüya aleminin, hem de vampirleşme sürecinin “arada olma” karakteristiklerine gönderme yapması açısından bence dahiyane bir buluş ve etkili bir biçimde de hayata geçiriliyor. Bu ayrıca, anlatıya tam da ihtiyacı olan tekinsizliği de sağlıyor.

Lucy romanda birçok yönden arkadaşı Mina’ya çok benzeyen ancak Mina’dan çok önemli bir açıdan farklılığı olan bir karakter olarak çizilmiştir: Lucy güzelliğiyle cinsel bir objedir, öyle ki üç talibi vardır. Lucy çekiciliği hakkında Mina’nın asla hissetmediği bir rahatlık da sergiler; Mina’ya yazdığı bir mektupta, “Neden bir kızı, üç veya istediği kadar çok erkekle evlenmesine izin verip tüm bu zahmetten kurtarmıyorlar?” diye yakınır.
Lucy gösteride, Drakula tarafından bir çok kere ısırılır. Bilindiği gibi vampir ısırması bir cinsel birleşme alegorisidir. Isırma sahneleri sonrasında doktor ve yakınları tarafından zapt edilemeyen Lucy’nin bedeninden birçok kendi başı çıkar. Lucy çoğalmıştır; adeta tam da mektubundaki hayalinin açığa vurduğu arzuları tarafından ele geçirilmiştir.
Gösteride hem kan nakli yaparak Lucy’i kurtarmaya çalışan doktor ve yakınlarının mücadelesi, hem de Lucy’nin kendi içinde yaşadığı mücadele müthiş etkileyici bir görsellikle sunuluyor gösteride. Drakula’nın Lucy’i ısırdığı sahnelerde kanın tül benzeri kırmızı bir kumaşla, iki kan nakli sahnesinde ise damarların kırmızı iplerle anlatılması gösteriye cezbedici bir güzellik katıyor.

Yngvild Aspeli bu gösteride sadece insan boyunda kukla tekniğini değil, ışık kullanımının belirleyici olduğu kara tiyatro tekniğini de kullanıyor. Hatta bu teknik, gösterinin atmosferini yaratan başat araçlardan biri. Hikayenin korku figürleri olan ve genellikle kuklalar ile canlandırılan Drakula, köpek, kurt ve yarasalar bu teknik sayesinde oynatıcıları fark edilemeyecek şekilde ansızın karanlıktan beliriyor ya da bir anda birbirlerine dönüşüyorlar. Bu imkan, anlatının rahatsız ediciliğine de müthiş katkıda bulunuyor.

Aspeli, sanatına bakışını şöyle anlatıyor: “Gerçek boyutlu kuklaların kullanımı işimin merkezinde yer alıyor, ancak oyuncunun oyunu, müziğin varlığı, ışık ve video kullanımı, hikayenin iletilmesinde eşit unsurlar. Bu farklı ifadelerin buluşma noktasında oluşan genişletilmiş dil ile ve bunun nasıl çok duyumlu bir anlatım yarattığı ile ilgileniyorum. Bir hikaye kelimelerle anlatılabileceği gibi görsel ve fiziksel bir algı ile de anlaşılabilir. Malzeme ve renk seçimi bir ruh halini iletebilir. Ses altta yatan atmosferi hissetmenizi sağlayabilir. Bir jestin kalitesi bir duyguyu ifade edebilir. Kukla, sürekli kendini yeniden icat eden bir biçimdir. “Tür”ün ötesine geçer ve korkusuzca diğer sanatsal ifadelerin sınırlarını aşar. Kukla sadece bir biçim değil, dünyayı görme biçimi, bir dil, bir ruh halidir.
Aspeli’nin bu sözlerinden, gösterilerinde birlikte çalıştığı yaratıcı ekibe de büyük iş düştüğünü anlayabiliyoruz. Aspeli zaten genellikle aynı ekip ile üretiyor. Besteci Ane Marthe Sørlien Holen‘in gösteri için bestelediği müzik, özellikle gösterinin ürkütücü atmosferini destekleyen “Children’s of the Night” şarkısı ve sahne tasarımcısı Elisabeth Holager Lund‘un siyah, yalın ve minimal, özellikle de Lucy’nin kabusa dönüşen rüyasıyla giderek daralan ruh halini anlatmak için birebir; hareketli, uzun ve koyu gri duvar parçalarından oluşan mekan tasarımı övgüye değer. Görsel sanatçı David Lejard-Ruffet’nin video çalışması ise sahne geçişlerinde devamlılığı sağlaması açısından işlevli ve kayda değer.
Gösteri boyunca kâh oyuncu, kâh kuklacı, kâh aynı anda ikisi birden olan beş kişilik performansçı ekip, Pascale Blaison, Dominique Cattani, Yejin Choi, Sebastian Moya, Marina Simonova ve Kyra Vandenende, yaratıcı kadronun büyülü dünyasını sahnede başarıyla hayata geçiriyor.

alkışlarken, fotoğraf: mehmet kerem özel, 07.07.2023, avignon

Yngvild Aspeli eğitimini Paris’te Ecole Jacques Lecoq’ta (2003-2005) ve Charleville-Mézières’de Ecole Nationale Supérieure des Arts de la Marionnette’te (2005-2008) almış, 2011’de bir ayağı Fransa’da diğer ayağı Norveç’te olan topluluğu Compagnie Plexus Polaire’i kurmuş ve Almanya’dan Puppentheater Halle ile ortak yapım olarak gerçekleştirdiği, 2021’de prömiyer yapan Lucy’s Dream‘e kadar beş gösteri tasarlamış. Halen topluluğun repertuvarında bulunan 2020 tarihli Moby Dick‘e de bir gün bir yerde rastlama dileğimle…

[Bu yazı 5 ağustos 2023 tarihinde Tiyatro Tiyatro Dergisinde yayınlanmıştır.]

10 Ağustos 2023 Perşembe

Avignon OFF İzlenimleri - 1 : İçinden Yıllar, Olaylar, Canlı ve Cansız Varlıklar Geçen 20 m2’lik Bir Oturma Odasının Hikayesi

Fotoğraf Antero Hein

avignon'da dağıtılan flyer

İki performansçı çıplak sahne mekanının zeminine bantla bir evin oturma odası mekanının sınırlarını tanımlarken, başka bir performansçı tanımlanan mekanın ortasında yastıklı bir kostümü giyerek ve saçını spreyle beyazlatarak yaşlı ve şişman bir protagoniste dönüşüyordur. O sırada dördüncü performansçı oturma odasının sınırlarına riayet ederek arkadaki sınırların üzerine ters U şeklinde, birazdan şömine olduğunu anlayacağımız bir dekor parçası yerleştirir ve üzerine, bize dönük tarafında 2005 yazan ışıklı bir kutu koyar. Bantla odanın sınırlarını tanımlayan performansçılardan biri, yaşlı adama dönüşmüş olana çelme takarak onu yere düşürür, ve hikaye başlar: 2005 yılında yaşlı bir adam evinin oturma odasının zemininde öğürerek boğulmaktadır. Bundan sonrası; 2005’ten yıllar, onyıllar, yüzyıllar, milyon yıllar, milyar yıllar geriye ve ileriye giderek, doğrudan o oturma odasında ve/ya o oturma odasının dünya üzerinde kapladığı alanda yaşamış ve/ya yaşayacak insanların, bitkilerin, varlıkların hikayelerinin, gerçekleşmiş ve/ya gerçekleşecek olayların kâh yan yana yerleştirilen kâh üst üste bindirilmesiyle oluşan kolajvari bir anlatı. 
Çıplak bir sahne mekanı, sağ ve sol yanlara yığılı bir sürü dekor parçası, oyun eşyası ve siyah taytlar içinde beş performansçı. Bu, oyun başladığındaki görüntü. Oyunun kurulacağı bütün malzeme ortalıkta, gizli saklı değil. 80 dakika sonra oyun bittiğinde de sahnedeki görüntü, başlangıçtakinin aynısıdır. Bu 80 dakika boyunca içinden sayısız yıllar, protagonistler, hikayeler geçen bir anlatıya tanık oluruz. Ve bütün bu anlatıyı, bu tiyatral serüveni sadece beş performansçı gerçekleştirir.

biletlerim

beklerken, fotoğraf: mehmet kerem özel, 7.7.2023, avignon


Performansçılar sahne mekanında, hikayelerin geçtiği oturma odasının farklı tarihlerdeki hallerini kurarken göstere göstere kurarlar, örneğin sahne ışıkları karartılıp, bir anda karşımıza o oturma odasının başka bir tarihteki durumu çıkarılmaz. Performansçılar sahnenin yan taraflarında, canlandırdıkları protagonistleri “üzerlerine giyerlerken” saklanmazlar, anonim performansçıdan protagonistlere göstere göstere dönüşürler. 
O oturma odasında geçen hikayeler sadece yıllar arasında gidip gelerek değil, ölçekler arasında da gidip gelerek anlatılır. Sahne üzerinde birebir bazı duvarlarıyla defalarca kurulup bozulan o oturma odasının yanısıra aynı mekanın bir çok farklı ölçekteki maketi de oyun sırasında anlatının bir parçası olarak kullanılır.
Mekan, yani sahne üzerinde kurulan bir evin oturma odası anlatının başat öğesidir. Oyun boyunca mekanın geriye doğru hafızası ile ileriye doğru geleceğini süperpoze olmuş şeklinde görürüz. Örneğin şöminenin bulunduğu nokta, ilerleyen sahnelerin birinde milyon yıllar önce ilk insanların yaktığı ateşin bulunduğu nokta olur.

Belli temalar, olaylar, durumlar bazen aynı sahne sırasında bazen de anlatı boyuncaki çeşitli anlarda farklı şekillerde karşımıza çıkarılarak örtüştürülürler. Oturma odasına farklı tarihlerde girmiş hırsızlar, mekanda icra edilen müzikler (bin yıllar öncesinden Viking kılıklı birisinin öttürdüğü boynuz, 1930’larda çalınan gramafon, 1890’larda pratik yapmakta olan bir şancı, 2022’de bedenine yerleştirilmiş sensörlerle hareket ettikte müzik üreten birisi), danslar (2007’deki birisinin, kulaklığından çaldığı ama bizlere hoparlörden verilen tekno müzikle ettiği dansın ritim ve vurguları ile o sırada yanında milyon yıllar önceki ilk insanların ateş etrafında ettikleri dansın ritim ve vurguları), hareketler (oturma odasında beş farklı zamanda farklı şeyler yapmakta olan insanların hareketleri; bir tamirci avizenin ampulünü değiştirmekte, bir hırsız pencereden girmekte, biri koşudan gelmiş esneme hareketleri yapmakta, biri evden çıkmakta, biri kucağındaki bebekle dolaşmaktadır) çakıştırılır. 1985’lerdeki bir protagonistin defalarca gördüğünü anlattığı rüyadaki oturma odasının manzaralı penceresine doğru yaklaşarak her şeyi kaplayan güneş, ilerleyen sahnelerden birinde dia-slayt projeksiyonu yoluyla görselleştirilen dünyanın olası sonuyla, güneşin gittikçe büyüyerek dünyayı yutması sonucuyla birleştirilir. Oyunda maketlerin kullanılması ile, oyunun ana hikayesi olan 2005’te ölen yaşlı adamın ölmeden hemen önceki sahnede muhtemelen hobi olarak oturma odasının maketini yapmakla uğraşıyor olması çakıştırılır. Oturma odasının 1975’te tavanının akması sonucunda protagonistin mekana yerleştirdiği kovaların içindeki suyun, hemen ardındaki sahnede sahnenin önüne getirilen ve 2103’ü temsil eden oturma odasının maketine dökülmesiyle odanın bütünüyle sular altında kaldığı tufanın canlandırılması çakıştırılır. 1894’te oturma odasında bir protagonistin vurularak öldürülmesi ile eşzamanlı olarak 1975’te evi kiralayan protagonistin “bu evin enerjisine bayıldım, burada hayat var” demesi çakıştırılır.

Sahnede anlatı ile anlatı biçimlerini eşzamanlı olarak, farklı ama hepsi de analog olan anlatı biçimlerini harmanlayarak ve bunları saklamadan, müthiş dakik bir matematik ve tıkır tıkır işleyen bir zamanlamayla sunan, heyecan verici, eğlendirici ve yaratıcı tiyatral fikirlerle dolu bir sahnelemeyle karşı karşıyayım. Yaratıcı tiyatral fikirler derken, bir performansçının sahnenin yanında oturma odasının maketine yukardan şırıngayla damla damla su damlatırken ve maketin zeminine koyduğu mikrofonla damlamaların seslerini alırken, bir protagonistin oturma odasının sahnedeki birebir halinde sanki tavandan su damlıyormuş gibi mekanın çeşitli yerlerine kovalar yerleştirmesi gibi; sahnedeki oturma odası mekanında bir protagonistin hikaye gereği ağzıyla bir balonu şişirirken, yanlarda o sırada bir sonraki sahneye hazırlanan üç performansçının balonun patlayacağını öngörüp yaptıkları işi bırakarak kulaklarını tıkamaları gibi şeylerden bahsediyorum.
Bu kadar geniş, kapsamlı ve çok katmanlı bir anlatı; birçok tiyatral teknik bir arada kullanılarak, oyunsu ve girift bir biçimde sunulurken, oturma odası mekanındaki şöminenin üzerine konan küre akvaryumun içindeki balığın hareketi veya o oturma odasının yerinde binyıllar önce varolan bir ağaçta kalan tek yaprağın düşmesi kadar küçük detaylarla yaratılan şiirselliğin de es geçilmiyor olması, gösterinin aynı zamanda performansçıları olan yaratıcılarının ne kadar marifetli olduklarını kanıtlıyor bana.

Sıkılmadan sabaha kadar bu gösteriyi seyredebileceğim gibi sabaha kadar bu gösteri hakkında, gösterideki tiyatral detaylar, fikirler, buluşlar hakkında yazabilirim. Hangi gösteriden mi bahsediyorum? Festival Off Avignon 2023’te seyrettiğim, the Krumple/Collectif Krumple’ın “DÉJÀ”sından.
the Krumple/Collectif Krumple “DÉJÀ”yı Richard McGuire’ın “Here” (Burada) isimli çizgi romanından sahneye uyarlamış. Merakımdan internette McGuire’ın romanının görsellerini araştırdıktan sonra, the Krumple/Collectif Krumple’ın uyarlamasında görsel olarak McGuire’ın dünyasına öykünmediğini, sahnede kendi dünyasını kurmuş olduğunu görmek de ayrıca mutlu ediyor beni.


alkışlarken, fotoğraf: mehmet kerem özel, 7.7.2023, avignon

alkışlarken, fotoğraf: mehmet kerem özel, 8.7.2023, avignon

İlk defa 2019’da Norveç’te Stamsund Uluslararası Tiyatro Festivali’nde sahnelenen “DÉJÀ” aynı yıl Norveç’in çeşitli şehirlerine ve Paris yakınlarındaki Espace Paul Éluard’a turneye gitmiş. “DÉJÀ” Festival Off Avignon’un 2023 edisyonu kapsamında ise La Manufacture – Château de Saint-Chamand sahnesinde 7-24 Temmuz tarihleri arasında çarşambaları dışında her gün saat 12:25’te seyirci karşısına çıktı. Ben, 7 Temmuz’daki ilk gösterimden şaşkınlık ve hayranlıkla çıkınca, ertesi öğlen bu sefer Avignon’a birlikte geldiğim arkadaşlarımı da peşimden sürükleyerek tekrar merkezden 15 dakika mesafedeki Château de Saint-Chamand’a giden servisin yolunu tuttum ve bu benzersiz gösterinin keyfine ikinci bir kere daha vardım.
Oyunculuk, yönetmenlik, müzisyenlik, kuklacılık ve sihirbazlık gibi farklı disiplinlerden gelen ve yolları Paris’teki École Internationale de Théâtre Jacques Lecoq’taki eğitimleri sırasında kesişen Vincent Vernerie, Léna Rondé, Jo Even Bjørke, Oda Kirkebø Nyfløtt, Jon Levin ve David Tholander’in 2013 yılında Norveç’te the Krumple, ardından Fransa’da Collectif Krumple adıyla kurdukları kolektif bundan sonra radarımda olacak. Size de onları takip etmenizi, dünya üzerinde herhangi bir yerde gösterilerine rastladığınızda kesinlikle kaçırmamanızı şiddetle tavsiye ederim.

[Bu yazı 26 Temmuz 2023 tarihinde Tiyatro Tiyatro Dergisi'nde yayınlandı.]

8 Ağustos 2023 Salı

avignon festival günlüğü - 5 : off'ta


avignon off için program taslağı

avignon'daki ikinci günüm, resmi programdan hiç basın bileti çıkmayınca bütünüyle boşalmıştı. off'tan yedi gösterilik bir seçki hazırladım kendime. 
istanbul film festivali'nin kartal olduğu zamanlarda sabah 9:00'dan geceyarısı seansına günde 6-7 film izlemişliğim olduğu için, üzerinden uzun zaman geçmiş olsa da, antremanlı sayılırdım ama şimdiye kadar günde yedi tiyatro/dans gösterisi hiç seyretmemişim. benim için unutulmaz bir deneyim oldu.

resmi adı festival off avignon olan festival resmi programla yaklaşık aynı tarihlerde gerçekleştiriliyor; bu yıl 57. düzenlenen festival 7-27 temmuz tarihleri arasındaydı, yani resmisinden iki gün sonra başlayıp, dört gün sonra bitti. festival boyunca 1500 gösteri 140 mekanda sabah 9:00'dan gece 00:30'a kadar kesintisiz şekilde seyirciye sunuldu. sokaklarda şenlikli bir şekilde gösterisinin reklamını yapanlar bu festivalin katılımcıları, dolayısıyla şehri festival havasına sokan esas etkinlik bu.

festivaldeki bu kadar çok oyun arasında iz bulmak zor, ama programın içine biraz girince kendinize uygun patikalar keşfediyorsunuz. programı biraz inceleyince belli bir iki mekandaki gösterilerle daha çok ilgilendiğimi fark ettim. bu mekanlar la manufacture ve train bleu idi. sonradan, off konusunda deneyimli arkadaşımın bana "şu mekanlardakilere bak" diye tavsiye ettiklerinin arasında bu ikisinin ismi vardı, ayrıca 11 ve özellikle dans gösterilerine yoğunlaşan les hivernales. off'ta her yıl isviçre seçkisi de vaatkar işler barındırıyor; geçtiğimiz yıllarda bu seçkide, benim başka festivallerde işlerini seyredip hayran olduğum philippe saire vardı. 
bu yıl festivalin çok başındaki tarihlerde orada olduğum için isviçre seçkisini ve les hivernales'teki dans gösterilerini ucundan yakaladım; seçkiden bir şey seyredemedim gerçi, ama 10 temmuz pazartesi sabahı avignon'dan ayrılmadan önce hem train bleue'de, hem de les hivernales'te birer dans gösterisi yakaladım. dansa meraklı olanlara, had safhada çağdaş ve kavramsal olmayan ama kalburüstü dans gösterilerini her yıl off danse başlığıyla sunan theatre golovine'i de öneririm. 


off'ta sistem şöyle işliyor: her oyun festival boyunca haftada bir gün tatil olmak üzere her gün, aynı mekanda, aynı saatte sahneleniyor. programda yaklaşık 1500 gösteri var. bunların arasından sıyrılabilmek çok zor, ancak fısıltı gazetesi ve kulaktan kulağa çok iyi işlerse, bir şansınız var. her oyun bitiminde sanatçılardan biri söz alıp, oyunu beğendiyseniz lütfen etrafınıza tavsiye edin diye ricada bulunuyor. 
ilk günlerde orada olduğum için salonlar genellikle boştu. ama tam da fısıltı gazetesi'nin ne kadar etkili olabileceğini, ilk gün seyredip hayran olduğum DEJA'ya ikinci gün arkadaşlarımı götürdüğümde salonun daha kalabalık olduğunu gördüğümde ve instagram'da takibe başladığım topluluğun beşinci gösterilerinde kapalı gişe oynadıklarını post ettiklerinde bizzat deneyimlemiş oldum.

festival 140 mekanda gerçekleşiyor, ama avignon'da 140 tane gösteri mekanı yok doğal olarak. bu mekanların neredeyse hepsi sadece festival süresince gösteri mekanına dönüştürülen yerler. örneğin benim bir çok gösteri seyrettiğim, la manufacture'ün kullandığı mekanlardan biri aslen bir paten salonu (la patinoire), diğeri eski bir şatodan kalma arazinin içindeki bir yapı (chateau de saint-chamand). 
şehir surlarının içinde 140 mekana yer olmadığı için bazı gösteri mekanları surların dışında, yürüyerek veya toplu taşıma ile kolay ulaşılmayacak mesafede. organizatörler buralara ücreti gösteri biletine dahil servis/otobüs seferleri (bunlara navette deniyor) planlamışlar. buralardaki gösteriler katalogda hem servisin şehirden kalış-varış, hem de gösterinin başlangış-bitiş saatleriyle belirtiliyorlar. 
belki de off'un en havalı tiyatro mekanı, sinemadan dönüştürülmüş la scala provence. la scala beş yıl önce paris'te açılan özel bir tiyatro mekanı. orası da eski bir sinemadan dönüştürülmüştü. la scala'nın işletmecileri bir zaman sonra taşrada da bir nevi şube açmışlar. [2018 aralık'ında paris'teki la scala ve açılış gösterisi yoann bourgeois'nın "scala"sı hakkında yazmıştım, merak edenler tıklasınlar.]




ve off'ta yaşadığım ilginç bir olay ile avignon festival günlüğümü noktalıyorum:

avignon'daki o ikinci günümde henüz 9:20, 12:00, 14:20 ve 15:40 seanslarında birer gösteri seyretmişim. bunlardan sonuncusunun basın görevlisiyle sohbet ederken, frankofon olmadığım için off'ta fiziksel tiyatro, dans veya kukla gösterileri arasından seçim yaptığımı söyledim. bunun üzerine o da, patinoire'da akşamları 22:05'te başlayan bir gösteriyi hararetle tavsiye etti; brezilyalı olan koreografın uzun bir aradan sonra tekrar off'a geldiğini, çok özel ve yaratıcı bir sanatçı olduğunu, işlerinin karanlık olduğunu ama yaşanan deneyime değdiğini söyledi. o günün akşamı dahil kalan üç akşamım doluydu, dolayısıyla bu ilginç tavsiyede aklım kalsa da yapabileceğim bir şey yok gibiydi.

gideceğim bir sonraki gösteri yine şehir dışındaydı ama bulunduğum chateau de saint-chamand ile gideceğim la patinoire'ın arası 10 dakika yürüme mesafesindeydi, dolayısıyla mekana vaktinden çok erken varmış, saat öğleden sonra beş olmasına rağmen bunaltıcı etkisini sürdürmekte olan güneşten korunmak için binanın önündeki alana kurulu geniş çadırın içinde oturup beklemeye başlamıştım. yanıma yaşlıca bir adam geldi; ince uzun bedenli, kır gür saçlı biriydi. selam verdi, gönülsüzce karşılık verdim ve  incelemekte olduğum broşüre geri döndüm. çok geçmeden bir hamle daha yaptı; önce fransızca, sonra benden gelen cevaba göre ingilizceye dönerek soru yağmuruna tuttu beni; nereliydim, avignon'a festival için mi gelmiştim, kaçıncı gelişimdi, off'ta kaç oyun seyretmiştim, hangisini en çok beğenmiştim. biraz sonra fark ettim ki, cevaplarımı dinlemek kadar, sorularına vereceği kendi cevaplarını bana söylemeye de hevesliydi: avignon'luydu, yıllardır off'u takip ediyordu, off'ta şimdiye kadar 2000'nin üzerinde gösteri seyretmişti (demek başka şehirlerin de baysan pamay'ları var diye geçirdim içimden) ve sonunda baklayı ağzından çıkardı, beni dürtmesinin esas nedenine geldi: bu kadar gösteri arasında bir iş vardı ki, yıllardır off'ta seyrettikleri arasında ilk 10'daydı, ne yapıp edip mutlaka seyretmeliydim. sonraki üç akşamımın dolu olduğunu söyleyince, hangi gösterilerki onlar diyerek hesap bile sordu, insanlar seçimlerinin sonucudur diyerek ders de verdi. 

bu kadar şiddetle tavsiye ettiği hangi gösteriydi diye sorduğunuzu duyar gibiyim. ve doğru tahmin: gün içinde daha önce basın görevlisinin tavsiye ettiğiyle aynı: artur luanda riberio ile andre curti'nin "enquanto você voava, eu criava raízes" (sen uçarken ben kök salıyorum).
aslında bu gösteriyi ben de gözüme kestirmiş, yukarıdaki taslakta görüldüğü gibi programıma yazmıştım, ama daha sonra, tanımadığım bir sanatçının gösterisindense, çok sevdiğim olivier dubois'nın bizzat dans ettiği solo gösterisini seyretme isteği ağır basmış ve gündüz basın biletimi satın almıştım. evet, off'ta bazı gösterilere, organizatörlerin kararı doğrultusunda basın bileti indirimli bile olsa ücretli.

peki her şeye rağmen, son üç gecemin birinde, aynı gün bir saat arayla bana tavsiye edilen o gösteriyi seyretme şansı yarattım mı kendime?


[bütün fotoğraflar mehmet kerem özel'e aittir. avignon, 07.07.2023]


6 Ağustos 2023 Pazar

avignon festival günlüğü - 4 : operada ve fabrika'da



papalar sarayı'nın önündeki meydanda G.R.O.O.V.E.'un başlamasını beklerken 

dört bölümden oluşan gösterinin bölüm aralarından birinde

clement cogitore'nin beş yıl önce paris ulusal operası için çektiği les indes galantes klibi, genel olarak operayla ilgilenmeyenlere bile ulaştı. o klipteki koreografiyi yapan sanatçılardan biri, bintou deméblé avignon festivali'nin açılış oyunu olacak gösteriyi hazırlayacak, siz olsanız kaçırmazdınız, ben de kaçırmadım zaten. 
ancak G.R.O.O.V.E. maalesef bu festivale yakışmayacak derecede boş, şov bir gösteriydi. gösteri hangi özelliğe sahipti de, çiçeği burnunda direktör tiago rodrigues hem de papalar sarayı avlusu'ndaki gösterinin festivalin açılış oyunu olma geleneğine de ters düşerek, orada sahnelenmeyen, ama belki de sırf bu yüzden papalar sarayı'yla alaka kurabilmek için önündeki meydanda 20 dakikalık bir sekansla başlangıç yaptıktan sonra hepimizi opera binasına geri yürüten bu yapıtı avignon gibi bir festivalin açılış oyunu olarak seçmişti; koreografın kadın olması mı, afrika kökenli olması mı, dil olarak önümüzdeki yılki paris'te düzenlenecek olimpiyat oyunlarına özgü olarak bir yarışma dalı kabul edilen breaking'i kullanıyor olması mı, liseli gençlerle doldurulmuş gösterimlerle festivali gençleştirmek mi; anlamadım, anlamlandıramadım.


les indes galantes'ın danse des sauvages (vahşilerin dansı) sahnesini canlı seyretmekten memnun oldum tabii ama o beş-on dakika, uzun süresi ayakta geçen üç saatlik gösteriyi temize çekti mi, hayır.

EXIT ABOVE after the tempest's başlamasını beklerken


resmi festivalde seyrettiğim ilk ve dördü arasında en çok beğendiğim gösterinin tadına ise, öncesinde ve sonrasında avignon'un sur dışı sokaklarında 15'er dakikalık telaşlı yürüyüşlerden dolayı varamadım. telaş, öncesinde gösteriye yetişmek, sonrasında taş ocağına kalkan son otobüsü yakalamak içindi, yani elzemdi. yoksa normal hayatta zaten telaşlıyımdır, o başka.
gösterinin bulunduğu yapıyı, 10 yıl önce festival için özel olarak inşa edilmiş olan La FabricA'yı da merak ediyordum. maalesef sıkışık zaman yüzünden ondan da hiç bir şey anlamadım.

sanırım yurtdışında pina bausch'tan sonra yapıtlarını en çok seyrettiğim koreograf anne teresa de keersmaeker, şimdi saydım 14! işlerini sevsem de peşlerinde koşacak kadar müptelası olmadığım keersmaker'in o kadar çok yapıtı aynı anda ve sıklıkla turnede ki, yurtdışına başka bir şeyleri seyretmeye gittiğim neredeyse her seferde onun da bir işine rastlıyorum ve boş akşamlarımı değerlendirmek için gidip seyrediyorum. işte böyle böyle bu külliyat oluştu. 

bu seferki keersmaeker işi, EXIT ABOVE after the tempest nasıldı peki? yere çizili daireler, üçgenler, eksenler vardı yine, ama çok daha renkliydiler. yine bir müzik türünden esinlenme ön plandaydı, ama bu sefer son yıllarda çoğunlukla olduğu gibi bach değil folk müzikti. koreografi ağırlıklı olarak yine yürümelerden, kolları ve bacakları öne arkaya savurmalardan, ani geri dönmelerden, dönüşlerden ve yerdeki çizgilere riayet edilerek yapılan konstelasyonlardan oluşuyordu, ama bu sefer çok genç olan dansçıların güncel dans türlerinden, örneğin breakdance'den, vogueing'den getirdikleri figürlerle çeşnilenmişti, enerjikti. 





belki en büyük yenilik, keersmaeker'in bariz bir görsel etki yaratan bir sahne tasarımını kullanmasıydı, o da hemen gösterinin başında ve çok kısa süreliydi. ince plastik tülün büyük bir pervaneden gelen havayla sahnenin üzerinde bulutumsu bir etki bırakması, sanırım gösterinin adındaki "fırtınadan sonra" ibaresinin görsel karşılığıydı. keşke daha uzun sürseydi, çünkü görsel olarak oldukça etkiliydi.

EXIT ABOVE after the tempest'i alkışlarken

soldan ikinci: anne teresa de keersmaeker
(alkışlar devam ederken, servise yetişmek için tam salondan ayrılıyorduk ki keersmaeker de selama çıktı, kaydetmemek olmazdı.)

[EXIT ABOVE'ın gösteri fotoğrafları dışındakiler: mehmet kerem özel, avignon, 6 ve 8 temmuz 2023]