Fotoğraf: Hartl Meyer
Paris’e 2018/19 sezonunda yeni bir tiyatro gözlerini açtı: La Scala. Mekan sıfırdan yaratılmış gibi dursa da, bulunduğu yerin teatral geçmişifin de siècle’a kadar iniyor; 1874’te açılan ve Paris’in en ünlü café-concert’lerin düzenlendiği üç balkonlu, localı, işlemeli tavanlı, italyan sahneli La Scala Tiyatrosu 1934’te yıkılmış, yerine 1936’da açılan ve art deco fuayesiyle ünlenen sinema salonu ise 1970’lerde porno filmler göstermek için Paris’in ilk multiplex’ine dönüştürülmüş. 80’lerde şehrin en ünlü gay buluşma mekanı olan sinema, 2000’lerin başında kısa bir dönem Paris’teki Brezilyalılara kilise olarak hizmet etmiş. Görüldüğü gibi fırtınalı bir tarihe sahip mekan uzun zaman metruk ve bakımsız kalmış, ta ki 2016’da tiyatro yapımcısı Les Petites Heures adlı şirketin sahipleri Mélanie ve Frédéric Biessy burayı alıp; kapsamlı bir yenilemeyle her türlü icracı-seyirci ilişkisine imkan sağlayan black boxtipi bir tiyatroya dönüştürerek tekrar hayata kavuşturana kadar.
Iç mimarisinden mobilyalarına ışıklandırmasından renklerine, Fransızların en ünlü tiyatro ve sinema yönetmenlerinden Patrice Chéreau’nun sahne tasarımcısı Richard Peduzzi’nin elinde yenilenen ve bünyesine şık bir bar-lokanta da eklenenLa Scala; 10. Mahalle’de Strasbourg Bulvarı üzerinde, barlar ve gecekulüpleri arasında, komşu olduğu Comédia ve Théâtre Antoine gibidiğer popüler tiyatrolar gibi özel bir işletme olsa da, devletten ve belediyeden ödenek almayı başarmış. Tiyatronun 18/19 sezon programı Paris’te çokça bulunan anaakım ve ticari yapımlardan çok, önceki sezonlarda şehrin ödenekli tiyatrolarının programlarında yer alan ve popülerlik ile sanatsal nitelik dengesini ustaca tutturan sanatçıların eski ve yeni işlerinden oluşuyor.
Fotoğraf: Geraldine Arestenau
La Scala’da prömiyer yapan ilk yapım, adı Fransa’da son yıllarda gittikçe daha fazla duyulur olan, geçen sonbaharda Paris’in ikonik binalarından Panthéon’daki yere-özgü işiyle büyük sükse yapan 37 yaşındaki Fransız koreograf ve yeni sirk* sanatçısı Yoann Bourgeois’ya ısmarlanmış. Bourgeois, eski tarihli ama gerek seyirciler gerekse eleştirmenler tarafından çoşkuyla alkışlanan “Celui qui tombe” (Düşen adam) adlı yapıtıyla 11 kasım’da İstanbul seyircisinin karşısına ilk defa çıktı..
Fotoğraf: Geraldine Arestenau
Bourgeois “Scala” adlı yapıtında, içine yerleştiği mekandan sadece adını ödünç almakla kalmamış, sahne tasarımında minimalist ve monokrom bir yaklaşımla mevcut mekanın duvar ve koltuklarının koyu kurşun mavisi rengini devam ettirmiş. Sahnede; birbirlerine basamaklarla bağlanan farklı kotlardaki yüzeylere yerleştirilmiş, gündelik ev hayatından tanıdığımız ama hepsi mekanla aynı koyu kurşun mavisine boyanmış eşya, öğe ve objeler var: Sağda ve solda birer kapı, bir yatak, bir masa ve iki sandalye, bir koltuk, bir komodin, duvarların birinde resim çerçeveleri, bir süpürge, bir radyo ve küçük toplar. Yani aslında, sınırları kâh kapılarla kâh düzlemler arasındaki kot farklılıklarıyla belirginleştirilmiş bir ev var karşımızda; evin tam ortasından ise sonsuzluğa doğru yükselen ve iki tarafı boşluk bir merdiven.
Gösteri, ekose gömlekli genç bir adamın soldaki kapıdan girmesiyle başlıyor. Biraz sonra aynı kıyafette bir adam daha giriyor aynı kapıdan. Zaman ilerledikçe adam figürü çoğalıyor. Biri bir kapıdan çıkarken, diğer taraftaki kapıdan diğeri giriyor, hemen arkasından bir diğeri, bir diğeri daha; ya birbirlerinin hareketlerinin aynısını yapıyorlar, çoğaltıyorlar ya da hareketi geriye sarıyorlar. Daha sonra adamın kız arkadaşı da hikayeye dahil oluyor; tabii onun da doppelgaenger’i var, ama sadece bir tane.
Aynı figürün çoğaltılması, tekrarlar, beklenmedik anlarda beklenmedik yüzeylerde açılan deliklerden kaybolan/çıkan figürler; kendi kendine dağılan, yani olduğu yere yığılan, biraz sonra tekrar düzelen, yani ayakları üzerinde tekrar sağlam bir şekilde duran masa ve sandalyeler; kendi kendilerine duvardan düşen çerçeveler, çekmeceden fırlayan toplar, göğe çıkan merdivenin basamaklarından bedenlerinin bütün uzuvlarıyla, adeta akarak inen, belki de “düşen” mi demek lazım, figürler, aynı merdivenden bu sefer oturarak inen figürler,artık Bourgeois’nın alamet-i farikası’na dönüşmüş olan tramplenlerden sekip havalanan, bazen ivmeyle daha yükseğe ulaşan, bazense sönüp kaybolan figürler…
Dördü erkek altı dansçı-akrobat; bedenlerini, denir ya sanki kemikleri yokmuş gibi, müthiş akıcı kullanıyor, olağanüstü bir zarafet ve yumuşaklıkla hareket ediyorlar.
Koyu atmosferi, ironisi ve beklenmedik anlarda seyirciyi hayrete düşüren, şaşırtan ilüzyonvari sahneleriyle “Scala”, uzaktan da olsa Dimitris Papaioannou’nun tarzını andırıyor ama daha çok yeni sirk estetiğinden besleniyor. Bourgeois bize Kafkaesk bir kabus seyrettiriyor; hayret uyandırıcı, şaşırtıcı, beklenmedik ve mantıkla açıklanamayan olaylar barındıran tam bir rüya bu, belki de kabus mu demeli...
Scala’nın Latince “merdiven” anlamına gelmesi yapıtın, adının mevcut mekana referans vermesinin ötesinde, özgöndergesel olmasını sağlıyor. Çağımız insanının içine düştüğü ve çıkmaya çalışıp bir türlü beceremediği, dipsiz kuyudaki koyu ve derin yalnızlığını anlatan “Scala”, Radiohead’in atmosferik olduğu kadar hipnotik müziğinin eşliğinde seyirciyi hayretler içinde kalmak ile tüylerinin ürpermesi arasında, havada asılı bir noktada, arafta bırakıyor. Her ne kadar; çıkışsız, her daim alacalaranlık ve depresif atmosferine rağmen, kesinlikle eğlenceli ve oyuncaklı olan, benzersiz bir deneyim “Scala”. Gösterinin bence tek kusuru çok kısa, sadece 50 dakika sürmesi; Bourgeois keşke bazı ilginç ve yaratıcı fikirlerini fragman şeklinde bırakmayıp, onların etinden sütünden sonuna kadar faydalansaymış, biz seyirciler de onun dünyasında daha uzun kalsaymışız.
La Scala, içinde bulunduğu semtin her çeşitten bar ve kulüplerle renklenen gece hayatına eklemlenmek adına olsa gerek, sezon içinde bazı cumaları gece saat 24:00’te başlayan sıradışı ve cezbedici bir performans serisine ev sahipliği ediyor. Serinin ilk gösterisi 14 ekim’de Fransız dans sahnesinin l’enfant terrible’ı Olivier Dubois’nın “Prêt àbaiser Sacre #1” (Öpüşmeye Hazır - Sacre#1) adlı yapıtıydı.Dubois bu yapıtı ilk defa; Stravinski’nin müzik çevrelerinde, Nijinski’nin dans dünyasında çığır açan ortaklıkları “Bahar Ayini”nin (Le sacre du printemps) dünya prömiyerinin 100. yılı dolayısıyla 2012’de Paris Belediyesi Modern Sanat Müzesi’nde sahnelemiş. Dubois çok yalın bir fikirden yola çıkarak yapıtı bütünüyle, bir bankta oturan iki erkeğin (biri Dubois’nın kendisi diğeri Edouard Hue) önce uzun bir süre bakışması ve sonra uzun bir süre öpüşmesi üzerine kurgulamış.
Seyirci salona girdiğinde erkeklerden biri, rahatlıkla bir kent parkında rastlayabileceğimiz bir bankta oturmaktadır. Bir süre sonra sahneye diğer erkek, oradan tesadüfen geçiyormuş rahatlığıyla girer; banktaki adamı görür, göz teması kurar ve yanına oturur. Yaklaşık 15 dakika birbirlerinin gözlerinin içine bakarak ve sadece üst bedenlerini neredeyse gözle fark edilemeyecek hızda hareket ettirerek birbirlerine yaklaşırlar. Bu sırada mekana derinden gelen, tek notalı bir ses hakimdir. Ne zaman ki erkeklerin dudakları birbirine değer, Stravinski’nin müziğinin yumuşak ilk notaları da duyulmaya başlanır. Bundan sonrası; dudakları hiç birbirinden ayrılmayan ve bedenleri banktan hiç kopmayan iki erkeğin Stravinski’nin notaları eşliğinde şefkatten şiddete doğru yaptıkları bir yolculuktur.
Dubois bu işinde ışığı da çok etkili kullanır; yapıt boyunca gittikçe sıklaşan aralarla flaş benzeri ışık patlamaları olur. Stravinski’nin müziği ne zamanki doruk noktası “Kurbanın Dansı”na gelir, iki erkeğin; hayvansı dürtülerle vahşice birbirlerini yedikleri, boğdukları, birbirlerine vurdukları, boğuşma seslerinin, bağırtıların hakim olduğu sahneden artık genel ışık alınmış, yanıp sönen flaş patlamaları sıklaşarak stroboskopa dönüşerek, başta parka benzeyen mekanı şimdi adeta diskoya çevirmiştir. Müziğin bittiği o kritik anda ışık ani şekilde tekrar genel aydınlatmaya çevrildiğinde ise, iki erkek bankın üzerinde birbirlerinden ayrılmış, en uzak noktada durmaktadırlar.
İki insanın birbirine duyduğu bedensel isteğin doğasında var olan tutku, haz, vahşilik, şiddet, hayvanilik ve sonuna gelindiğindeki tükenmişlik Stravinski’nin müziğinin hırçın atmosferini ve yapıtın özgün konusunun özünü tam da onikiden vuruyor. “Prêt àbaiser Sacre #1” o kadar etkili ki, Dubois’nın, dans tarihinin en güçlü Bahar Ayini yorumlarından birine imza attığını rahatlıkla iddia edebilirim.
La Scala’nın 18/19 programında; sonbaharda ünlü Fransız tiyatro yazarı Yasmina Reza’nın iki oyunu, geçtiğimiz yaz yeni bir işini Avignon Festivali’nin en prestijli sahnesi Papalar Sarayı Avlusu’nda gösteren Thomas Jolly’nin 2007 tarihli Marivaux uyarlaması “Arlequin”, yeni yılda ise ünlü koreograf Anne Teresa de Keersmaeker’in erken dönem işlerindeki dans partneri, Belçikalı avant garde koreograf/dançı Michele Anne de Mey’in ve Fransa’nın önde gelen yeni sirk sanatçılarından Aurelien Bory’nin üçer yapıtı var. Bunlara ek olarak caz konserleri ve Nicole Garcia, Carole Bouquet, Nathalie Baye gibi ünlü Fransız kadın sanatçıların Yasmina Reza’nın “Hammerklavier” metnini her seferinde farklı genç erkek piyanistlerin icraları eşliğinde okudukları lecture-piano gibi ilginç etkinlikler programlanmış.
Yolu bu sezon Paris’e düşenler, La Scala’ya uğramadan dönmesinler; pişman olmayacaklar…
---------------------------------
* Ünlü tiyatro kuramcısı Marvin Carlson “Performans: Eleştirel Bir Giriş” (Dost Kitabevi, 2014, Çeviri: Beliz Güçbilmez) adlı kitabında “yeni sirk”i 1980’lerde performans ediminin modern ironik ve düşünümsel bilinçle belirlendiği bir gelenekten doğup, bilinçli ve sıkı bir şekilde sirk (jonglörler, akrobatlar) ve soytarılık gelenekleriyle ilişkilenen bir gösteri sanatları türü olarak tarif eder. Bu türün en ünlü temsilcisi, Cirque du Soleil’in kurucusu Guy Caron’un, esinini sadece geleneksel tiyatro ve sirkten değil, rüyaya benzer, soyut, gerçeküstü imgelerden, büyüleyici ama tanımsız sürekliliğiyle MTV videolarının modern dünyasından aldığı gösterileri; bir tema etrafında üst üste binen bütün performansların katkıda bulunduğu, gevşek, büyük ancak doğrusal olmayan bir hikaye çizgisine sahiptir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder