© Christophe Raynaud de Lage
Yakın zamanda Mubi’de gösterimde olan Meeting the Man: James Baldwin in Paris’i izleyenler Baldwin’in sadece edebiyat alanında değil sivil haklar ve özellikle Amerika’daki siyahların mücadelesi açısından ne kadar önemli bir figür olduğunu bu kısa belgeselde de gözlemleyebilirler. Bir taraftan yazar, düşünür ve eleştirmen olarak ön plana çıkarken öte yandan sivri kişiliği, keskin dili ve eşcinsel kimliğiyle de sık sık gündeme gelen Baldwin, 1924 yılında New York Harlem’de fakirliğin ve ırksal eşitsizliğin göbeğine doğar. Yazdığı kitaplar, kaleme aldığı denemeler ve topluma dair fikirlerini dillendirdiği cesur konuşmalarla kısa zamanda hem siyahi hareket içinde, hem de sivil haklar arenasında büyük etki yaratmaya başlar. Bizler ise, bir süre Amerika’dan uzaklaşıp Avrupa’da, özellikle Paris şehrinde, ara sıra ise kendisini evinde hissettiği ender şehirlerden biri olan ve tarihi ile kültürel renkliliğine epey ilgi duyduğu İstanbul’da vakit geçiren, Gülriz Sururi ile Engin Cezzar’ın yakın arkadaşı olan Baldwin’i muhtemelen en çok, fonda İstanbul’dan manzaraların bulunduğu fotoğraflarıyla tanırız. Amerika’da farklı ırklardan insanların nasıl geçinebildiğine, daha doğrusu geçinemediğine dair bakışını kaleme aldığı Bundan Sonrası Ateş ve Ben Senin Zencin Değilim yazarın en çok bilinen kitaplarındandır.
Baldwin 1965 yılında, İngiltere’deki Cambridge Üniversitesi Birliğine Amerikalı muhafazakâr eleştirmen ve National Review dergisinin kurucusu William F. Buckley ile bir tartışmaya katılmak üzere davet edilir. Tartışmanın merkezinde “Amerikan Rüyası Amerikan Zencisinin pahasına mı inşa edilmiştir?” sorusu yatmaktadır ve bu soru etrafında ırk, sivil haklar ve Amerika’ya dair zıt görüşlere sahip bu iki önde gelen figür bir araya gelir. Sağ görüşü temsil eden Buckley, çoğu zaman iyi ifade ettiği bazen ise tartışmalı bulunan görüşleriyle tanınmakta ve tartışmada Amerikan Rüyasının Amerikan Zencisinin pahasına inşa edilmediğini, ırksal ilerlemenin doğrudan eylemler yerine daha kademeli ve kontrollü bir süreç aracılığıyla gerçekleşmesi gerektiğini savunmaktadır. Irk eşitliği ve sosyal adaletin sıkı bir savunucusu olan Baldwin ise Amerikan Rüyasının Amerikan Zencisinin sömürüsü ve acı çekmesi üzerine inşa edildiğini, ırksal eşitsizliklerin Amerikan toplumunun derinlerine işlediğini, bu haksızlıkları düzeltmek için önemli değişikliklere ihtiyaç olduğunu savunmaktadır. Farklı görüşleri temsil eden bu iki entelektüel figürün Cambridge Üniversitesi öğrencileriyle çevrili bir ortamda gerçekleştirdikleri ve Amerika’daki sivil haklar hareketi ile ırksal eşitlik mücadelesi bağlamında büyük önem taşıyan bu tartışma, gelecek kuşaklar için kayıt altına alınmış ve Amerikan toplumu için ırk, eşitlik ve adalet konularında süregiden ve halen bugün - ve hatta belki yakın geleceğimizden çok bugün için – önemli bir an olarak tarihe geçmiştir. Bu tarihi tartışmanın çağdaş yankılarından da ilham alan ERS, Baldwin and Buckley at Cambridge adlı yapıtlarında karşılıklı iki vaaz kürsüsü ve onların etrafına yerleşen bir seyirci kitlesi ile 1965’te gerçekleşen tartışmanın bugün hâlâ ne kadar geçerli olduğunun altını çiziyor ve sadece siyah-beyaz arasında değil günümüzde birçok alanda artan ayrımcılığın temelinde yatan dinamikleri göz önüne seriyor. 1965’teki karşılaşmayı dünyanın en önemli tiyatro festivallerinden Avignon’da, hem de tam Fransa’da polisin ırkçı eylemleri karşısında ayaklanmaların gerçekleştiği bir zamanda, yeniden sahne üzerinde canlandırarak geçmiş ve geleceğin çarpışmasına olanak tanıyan bu yapıtta, James Baldwin’i canlandıran Greig Sargeant ve yapıtın yönetmeni John Collins’e sorularımızı yönelttik.
Performansın özü sizce nedir?
John Collins: Eğer “performans” ile canlı performansı kastediyorsanız, özünün canlı olması olduğunu söyleyebilirim. Canlı performansın genellikle yanlış gidebileceği, kaldı ki sık sık da gider, planlanmamış veya şaşırtıcı bir şekilde gelişebileceği gerçeği, sahnede her an benzersiz bir gerçek olasılık ve hatta tehlike hissi yaratır. Bu canlılık ve doğurduğu benzersiz hissiyat, canlı bir izleyici kitlesinin varlığı, ki bu da kendi başına öngörülemez bir güçtür, ile daha da artar.
Greig Sargeant: Benim için bir performansçı olmak her zaman yanında gurur duyarak durabileceğim bir bakış açısıyla ruhumla örtüşen bir sese sahip olmak ile ilgili. Benim için performansın özü, bir oyuncu olarak bana sunulan hayali koşullar içinde kararlı bir samimiyetle yaşamaya cesaret etmek.
Sanatın dönüştürücü gücüne inanıyor musunuz? Nasıl?
J.C.: Tabii ki inanıyorum. Nasıl mı? Bunu sayısını sayamayacak kadar çok deneyimlediğim için bana çok doğal geliyor.
G.S.: Kesinlikle inanıyorum. Hayal edilen gerçekleşir. Sanat, yaşamları değiştirebilecek güce sahip. Bu nedenle, Baldwin and Buckley at Cambridge tartışmasını hayata geçirmek ve yeni bir nesille paylaşmaktan çok mutluyum. Bu ırk tartışmasının neredeyse 60 yıl önce gerçekleştiğini fark edip hâlâ bugünün toplumunda yankılandığını görünce, dönüştürücü değişimin umuduyla bu diyaloğu sürdürmemek neredeyse imkânsız.
Bir iş üretirken hangi kaynaklardan beslenir, nelerden ilham alırsınız? Rüyalarınızın işlerinizde etkisi olur mu?
J.C.: Rüyalar aslında rol oynamaz. Bana ilham veren şey, bir tür bir eserin bir başkasına dönüşmesi; yazılı sözcüklerin eylemlere ve deneyimlere dönüşmesi. Bir kavramın, bir konuşmanın veya bir hareketin, tamamen farklı bir medyumda ortaya çıkmış olsa da, canlı tiyatroda yeniden doğmasını ilham verici buluyorum
G.S.: Her zaman, oynadığım roller ile aramda kişisel bir bağlantı aradım. Bu rollerin hikâyelerini, tarihçelerini okumayı, konuyla ilgili filmler ve belgeseller izlemeyi, beni ve karakterlerimi etkileyen yerleri ziyaret etmeyi seviyorum. Bir müzede kaybolmayı ve saatlerce resimlere bakarak karakterimin hayatını o resimde hayal etmeyi seviyorum. Araştırmalarıma tümüyle daldığımda, bu süreç rüyalarımı etkiliyor. Yani evet, rüyaların çalışmalarımda önemli bir rolü var. İlhamın beni nasıl, hangi yolla bulduğuna sürekli şaşıyorum.
Eğer zaten halihazırda bir adı yoksa, üzerinde çalışmakta olduğunuz yapıta adını vermeye ne zaman karar verirsiniz?
J.C.: Genellikle işlerimin bir isme ihtiyaç duyduklarını düşünüyorum. Bazı isimler çok kolay gelirken bazen isim bulmaya çalışmak zorlayıcı ve sinir bozucu bir süreç olabiliyor. Her zaman bir tiyatro eserine, başka bir medyumda mevcut olan bir işten doğmuş olsa da, kendi benzersiz adını vermek istiyorum. Ancak, bir şeyin adını zaten belirli bir isimle anmaya alışmışsam, ona yeniden bir ad vermek zor olabiliyor.
G.S.: Bir oyuncu olarak, bir esere isim veren konumunda olmadım. Eser bana genellikle en azından bir çalışma başlığıyla geliyor.
Sanatınızı etkilediğini düşündüğünüz biri veya bir sanatçı var mı, varsa kim?
J.C.: The Wooster Group’un yönetmeni Elizabeth LeCompte. Yaklaşık 15 sene boyunca onun için ve onunla çalışma fırsatım oldu. Ancak bundan öncesinde de LeCompte’un işlerini izlemek, neyin canlı performansı kalıcı ve değerli bir araştırmaya dönüştürdüğüne dair beni tamamen yeni bir anlayışa yönlendirdi. LeCompte büyük bir cesaretle işlerini gerçekleştiriyor ve onun bu büyük cesaretinden hayal bile edemeyeceğim büyük performanslar ve heyecan verici fikirler ortaya çıkıyor.
G.S.: Beni yönetmenler çok etkiliyor. Onların vizyonu benimkine uymalı. Şu üç tiyatro devi hayatımı değiştirdi: David Herskovits - Target Margin Theater’ın sanat direktörü, John Collins - Elevator Repair Service’ın sanat direktörü, Ivo Van Hove - International Theater Amsterdam’ın direktörü. Zeki, cesur ve vizyon sahibi insanlar. Tanrı hepsini korusun.
Sohbetin devamını okumak için tıklayın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder