josé saramago'nun romanından sinemaya uyarlanan "blindness" (körlük)'ü nihayet bugün seyredebildim. malum, atmosferi çok kuvvetli ve yoğun olan romanlardan yapılan sinema uyarlamaları çok başarılı olamıyor. hele de "körlük" gibi olaylardan çok durumları, duyguları, psikolojileri mercek altına alan bir roman sözkonusu ise, iş daha da zorlaşıyor.
"körlük"ün cezbedici tarafı ise sinemacıların çok sevdiği apokaliptik bir gelecek panoraması çiziyor olması; uyarlama senaryoyu yazan yetenekli kanadalı yönetmen-senarist-aktör don mckellar'ın kendisinin de dünyanın son saatlerine dair apokaliptik bir orta metrajlı filmi, "last night" (son gece), vardır ki çok çok iyidir, yani senaristimiz konuya vakıf, antremanlı.
yönetmeniz fernando meirelles'in ise, "cidade de deus" (tanrıkent) ve "the constant gardener" ile insan ruhunun karanlık/kötü taraflarına yolculuk etmişliği var. yani kağıt üzerinde herşey çok iyi gözüküyor.
"körlük"ün görüntü yönetimi ve kurgusu da muhteşem; görüntü yönetmeni césar charlone'nin pelikülü beyaza boyayan, flulaşan, grinin aratonlarını ustaca kullanan görüntüleri birinci sınıf.
çok uzaktan kieslowski'nin mavi-beyaz-kırmızı üçlemesinde her filme adını veren rengin baskın çıkan (veya her sahnede mutlaka görüntüde o renkli bir obje bulunan) görüntü tasarımı geldi aklıma. örneğin; "körlük"te de hemen filmin başında daha kör olmamış doktor ile karısının mutfaktaki sohbetlerinde karısının bir yandan beyaz kremalı bir pasta hazırlaması ve kremanın cam kasedeki baskın beyaz görüntüsü gibi bir çok beyaz renge dair ayrıntı var filmde.
yönetmene atfetmemiz gereken bir sürü başka hoş fikir de barındırıyor "körlük". ancak romanı okurken zihnimde canlanan o vahşi, pis ve tahammüledilesi imkansız atmosferden çok az izler buldum filmde. sanki mainstream olsun, çok insan seyretsin diye yaş sınırlamasına takılmaması için yumuşatılmış, hatta biraz da cilalanmış.
göstermeden etkilemek de çok etkili bir yol aslında! ancak "körlük"te bu işlemiyor, çünkü yönetmen sanki göstermek ile göstermemek arasında kalmış, dolayısıyla sonuçta her iki türlü davrandığı takdirde sağlayacağı etkilerin hiçbirini sağlayamamış bir film çıkmış ortaya.
bir de; film benim romandan çıkar(a)madığım bir fikri öne çıkarmış gibi geldi bana ki, bence işin sulandığı esas nokta da burası: insanoğlunu/kızını çürümeye götüren sorun ahlakını yitirmiş olması.
hatta sanki körlükten kurtulmayı/iyileşmeyi de ahlaklı olmaya başlamak ile ilişkilendirmiş ki, bu da tam tipik "hayata/dünyaya kuzey amerika bakışı"!
herşeye rağmen, sinemada akopaliptik tahayyülleri seyretmeyi seven biri olarak "körlük"e verdiğim iki saatimin heba olmadığını düşünüyorum...
17 Haziran 2009 Çarşamba
ahlaklı ol, kör olma!
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder