25 Temmuz 2017 Salı

kedili kadınlar ve kediler

madchen mit gelber katze (auf grau), 1937
max beckmann

frau mit katze, 1921
fernand léger

der lustmörder, 1917
heinrich maria davringhausen

sitzendes blondes madchen mit katze im arm, 1905
paula modersohn-becker

kind mit katze im arm, 1903
paula modersohn-becker

intérieur, 1922-1923
joan miro

the cat, 1930
d. diamantopoulos

cats in the well, 1958
c. grammatopoulos

cat, 1948
constant

de kat, 1914
bart van der leck


24 Temmuz 2017 Pazartesi

"Heba"dan

(fotoğraf: mehmet kerem özel, danzon)

"... Zaman durmuş gibi oldu o böyle hareketsiz kalınca. Ya da zaman sigara dumanıymış da, o sırada sadece Binnaz Hanım'ın ağzından tütüyormuş gibi oldu. ...
...
Sonra işte o böyle bakarken, her ne hikmetse, incecik bir duman kapladı kadınların bulunduğu yeri. Bu duman önce eğilip bükülen titrek eller hâlinde tütüyor, sonra yükselip dağılıyor, sonra da tuhaf şekillere bürünerek boşlukta tembel tembel uçuyordu. Gölgesi de gidiyor, duvarlarda geziniyordu tabii. Bazen koltuktan koltuğa sıçradığı, gerideki dolabın tepesinden ağdığı ve erimiş bir karanlık gibi damlacıklara dönüşerek halılara sehpaların üstüne yağdığı da oluyordu. Derken Binnaz Hanım'ın oturduğu koltuğun çevresinde sessizce yoğunlaşmaya başladı bu duman. Binnaz Hanım elindeki sigaratı çekip üfledikçe biraz daha yoğunlaştı hatta, sonra tutup biraz daha, sonra tutup biraz daha yoğunlaştı ve çok geçmeden kadınların bulunduğu yer kadınlarla birlikte dumanların içinde kayboldu. Ziya, sadece Binnaz Hanım'ın yüzük parıltılarıyla kaplı tombul ellerini görebildi o sırada. Bir de salkım saçak uçuşan gölgelerle dumanların ortasında, bir ara, genç ve güzel bir erkek silueti gördü ama oraya çok uzaklardan yanlışlıkla yansımış gibi hemen yok oldu bu siluet. İşte o vakit, Ziya elindeki anahtarı sehpanın üstüne bırakarak aniden ayağa kalktı."

-Hasan Ali Toptaş
Everest Yayınları

22 Temmuz 2017 Cumartesi

angelin preljocaj da istanbul tiyatro festivali'nde!



angelin preljocaj'ın topluluğu ballet preljocaj'ın sitesinde dolaşırken bir de ne göriyim: 2017-18 tarihleri içinde istanbul da var; hem de la fresque (the painting on the wall) isimli son işiyle.

böylece tiyatro festivali programı açıklanmadan dört yabancı topluluktan birini daha öğrenmiş olduk.
inanmazsanız siz de tıklayın.

sevindiğimi söyleyebilirim, çünkü uzun yıllardır gelsin diye beklediğim koreograflardan biri preljocaj. hatta yıllar önce ankara'ya turneye gelmişlerdi, ben de o zaman dikmen gürün hoca'ya yazmıştım; "hazır bu kadar yakına geliyorlar, yollarını istanbul'a da uğratamaz mısınız" diye. "bu sefer olmaz ama peşindeyim zaten, mutlaka getireceğiz" diye cevap vermişti. kısmet bu zamanaymış...

ancak sanatçıların sitelerindeki turne bilgilerine çok da güvenmemek lazım.
üç yıl önce son yılların en aranan koreograflarından hofesh schechter'in sitesindeki turne tarihleri içinde, o dönemde ortalığı kasıp kavuran ünlü işi "political mother" mayıs ayında istanbul tiyatro festivali kapsamında iki akşam harbiye muhsin ertuğrul'da gözüküyordu. ne heyecanlanmıştım; ama o yıl schechter'i seyrettik mi, hayır!
aynı şekilde beş yıl önce odeon-theatre de l'europe'un sitesinde, fransızların ünlü enfant terrible'larından olivier py -ki kendisi bir kaç yıldır avignon'un direktörü de aynı zamanda- imzalı "roméo et juliette"in turne tarihleri içinde mayıs-istanbul tiyatro festivali vardı; maalesef onları da seyredemedik.
dolayısıyla preljocaj'ın da geleceğinden ancak festival programı açıklandığında emin olabileceğiz.

o zamana kadar topluluğun 23 haziran 2017 tarihli montpellier dans bienali'ndeki gösterisinin kaydıyla oyalanabiliriz. preljocaj'ın new york city ballet için yaptığı iki iş var programda: "spectral evidence" ve "la stravaganza". şuraya tıklamanız yeterli

19 Temmuz 2017 Çarşamba

avignon'a gidemiyorsak arte ne güne duruyor!



arte bu akşam avignon tiyatro festivali'nden, festivalin en prestijli mekanı papalar sarayı avlusu'ndan naklen yayın yapacak. yayınlanacak gösteri ise benzersiz! 
son yıllarda flamenko dünyasında esen bir rüzgar var [maalesef bu rüzgar istanbul'a bir türlü uğramıyor] : israel galvan.

galvan'ın işleri klasik flamenko kategorisinin çok üzerinde bir yere konuyor; bunun en güzel göstergesi, avignon'a davet edilmiş olması; ve sanırım bu ilk de değil!

galvan flamenko'yu yeniledi, çağdaşlaştırdı ve bunu zarfla uğraşarak değil, içerden dışarıya doğru yaptı. galvan hakkında daha önce de yazmıştım; bir erkek dansçı olarak içindeki feminen enerjiyi ortaya çıkarıp, flamenko koreografisini bambaşka bir boyuta taşıyor; yapıtlarında en yakın işbirliği içinde olduğu kişi ise bir dramaturg: pedro g. romero.
[bizde dramaturgla çalışma gereği duymayan tiyatrocular varken, flamenkocu adamın dramaturgla hemhal olması gözyaşartıcı değil mi!]

israel galvan'ın son işi la fiesta bu gece türkiye saati ile 00:12'den itibaren arte'den naklen yayınlanacak. linki için tıklayın 

eğer bu akşamı bir israel galvan gecesine dönüştürmek, içinizdeki flamenko ateşini harlamak istiyorsanız, naklen yayın öncesinde galvan'ın geçen yılki işini arte concert'ten izleyebilirsiniz. link için tıklayın

18 Temmuz 2017 Salı

new york resmi bir lgbt anıtına kavuşuyor




berlin'den sonra new york'un da resmi bir lgbt anıtı oluyor. new york valiliği tarafından açılan yarışmayı görsel sanatla uğraşan anthony goicolea kazanmış. 
anıt, new york'ta lgbt topluluğu için hem buluşma yeri hem de güvenli bir liman gibi anlamları olan hudson nehri'nin rıhtımındaki parka yapılacakmış.

16 Temmuz 2017 Pazar

bu akşam paris operası'dan naklen "carmen"



bu akşam türkiye saati ile 20:30'da paris ulusal operası'nın 2016-17 sezonu yapımı, bizet'nin "carmen" operası naklen yayınlanacak. klasik operaları altüst etmesiyle ünlü tiyatro yönetmeni ispanyol calixto bieito yine yapacağını yapıyor ve "carmen"i bambaşka bir sahnelemeyle karşımıza getiriyor. başrollerde ise benzersiz mezzosoprano elina garanca ve jön-prömiyer roberto alagna var. 
kaçırmayın derim..

naklen yayın linki için tıklayın

14 Temmuz 2017 Cuma

TEB Oyun 34 / Yaz 2017



Üniversitelerde Sanat Eğitimi, Özdemir Nutku
Bir Kamusal Tiyatro Mekânı Olarak Cezaevi,  Tûba Aksu Şener
Tatavla Tiyatro’dan Antigone,  Ali Cüneyd Kilcioğlu
Sadeliğin Estetiği Godot’yu Beklerken,  Banu Çakmak
Bir Meşrutiyet Faciası Yahut Gündüzlerimiz, Nurten Çelik
Su Basmış Opera Sahnesinde Aryalar: Pina Bausch’un Arien’i, Mehmet Kerem Özel
Biriken Ile Söyleşi: Kıyamet, Aşk Ve Tekillik, Melike Saba Akim
47. Aprilfestival İzlenimleri, Gülden Ateş
12. Eskişehir Çocuk Ve Gençlik Tiyatroları Festivali
Eskişehir Festivali Heyecanını Yitirmedi, Nihal Kuyumcu
Eskişehir’de Her Şey Çocuklarla Çocuklar İçin, Nalan Özübek
Bir Tırtıl Hikayesi, Suna Turgut
Kitap: Jean Genet’nin Ezilenleri Ve Hainleri, Beki Haleva

Bir Oyun Üç Bakış: Hafızasını Kaybeden Müzeden Bir Traktöre Mektuplar
ba- Disiplinlerarası Sanat Topluluğu Oyunun Yaratılış Sürecini Anlatıyor, Yusuf Demirkol
“Resimdeki Zamanda Yaşıyorum”, Özden Sözalan
Seyirci İzlenimleri, Mehmet Demirsoy - Serkan Algül

Dosya: Göç Ve Tiyatro
Göç Tiyatrosu Göçmen Tiyatrosu, Hasibe Kalkan
Barışa Adanmış Bir Yaşam, Zehra İpşiroğlu
Theater An Bauturm’dan Bir Göç Öyküsü, Zehra İpşiroğlu
Kalamayanlar Gidemeyenler Yaşayamayanlar, Berna Ataoğlu
Sahibinin Sessizliğinden Suriye Gerçekliği, Eylem Ejder

12 Temmuz 2017 Çarşamba

"Kuşlar Yasına Gider"den



"..., Konur Sokak'taki İmge Kitabevi'ne de uğradım. Kapının sağındaki bankonun gerisinde, o karayağız delikanlı duruyordu yine. Onu biraz zor tanıdım bu kez, çünkü çalı süpürgesi gibi kocaman bir sakal bırakmıştı. Mermi yerine namlusuna karanlık sürülen bir tüfek yüzünde tıpkı filmlerdekine benzeyen bir sesle çehovvv diye patlamış da çenesini, ağzını ve yanaklarını gözden silmişti sanki, elmacık kemikleriyle alnı görünüyordu sadece. Ben yaklaşıp Sterne'ün Tristiam Shandy'sinin üçüncü baskısının gelip gelmediğini sorunca, delikanlı hafifçe gülümseyerek sakalını kaşıdı ilkin. Sakallı hâline alışamadığımdan mıdır nedir, o an biraz daha dikkatli baktım ona. O da sakalını gözlerimin önünde bıraktı ve hızlı hızlı, gelmez olur mu efendim, fakat siz uğramadınız bir daha, geldi o kitap geldi, ohooo, hem de çok oldu geleli, çok oldu diyerek raflara doğru seğirtti o sırada, alıp geri döndü ve bankonun arkasına geçerek, yüzünü sakalının ortasına yeniden yerleştirdi. Parasını ödedikten sonra kitabı çantama koyup çıktım hemen,..."

- Hasan Ali Toptaş
Everest Yayınları

10 Temmuz 2017 Pazartesi

dries verhoeven'le ikinci sürpriz karşılaşma

taa ki, bu yılın haziran'ına, yani geçtiğimiz aya kadar. işte hikayenin devamı:

geçtiğimiz haziran'ın ortasında beş günlüğüne amsterdam'da 70. hollanda festivali'ndeydim. ilk günleri beraber geçirdiğim dostlarım dönmüş, son iki gün yalnız kalmıştım. son akşamımın gösterisini heyecanla bekliyordum, ama az çok bildiğim ve 33 derece sıcaktan kavrulan amsterdam'da gündüzün vakit geçirecek pek bir şey bulamamıştım. istanbul'dan eski bir öğrencimle stedelijk müzesi'nin kafesinde buluşup uzunca ve keyifle sohbet ettikten sonra festivalin programına tekrar baktım. gündüz izlenebilecek bir iş vardı, sanatçının adı dries verhoeven'di. isim hiç yabancı gelmiyordu kulağıma, ama çıkaramıyordum. "geçen yaz berlin'deki verhoeven"in "bu yaz amsterdam'daki verhoeven" olduğuna uyanamadım bir türlü, ama işi tarif eden "immersive" (kapsayıcı/çevreleyen) ve "live installation" (canlı yerleştirme) tabirleri ilgimi çekti, ve hazır boşum, şansımı denemeye karar verdim.

"canlı yerleştirme"ye günboyu saat başı dahil olunabiliyordu ancak bilet kalmamıştı. her seanstan yarım saat önce o seans için bekleme listesi açılıyordu. 10 günlük gösterim serisinin son günüydü; yakaladım yakaladım, yoksa zaten ertesi gün ne ben amsterdam'da olacaktım ne de iş.
gösteri mekanına gitmem zaman aldı; turistik amsterdam'ın dışında bir yerdeydi. ancak 15:35'te oraya varabildim; gişedeki kız nazik ama nedense garip bir ısrarla beni 16:00 seansına yazmak istemedi; listede zaten beş kişi varmış, sıra bana gelmezmiş, bir sonraki seansa da garanti veremezmiş, şurada diye eliyle gösterdiği iki kız bir saattir bekliyorlarmış, tekrar yazılmak istiyorsam bir saat sonra gelmeliymişim. onun garip ısrarı, bende olmayan arnavut damarı kabarttı; 33 derece güneş tepemde, derin bir nefes aldım ve güler yüzle kıza "ne kaybederim ki, sen beni 16:00 seansına yaz, olmadı 17:00 için tekrar şansımı denerim" dedim. şans da bu ya, saat 16:00 olduğunda içeriye alınacak 20 kişiden biri olmuştum.

(fotoğraf: mehmet kerem özel)

tramvayla giderken ana cadde üzerindeki dükkan isimlerinden kolayca fark ettiğim, ama daha önce bilmediğim üzere amsterdam'ın türk mahallesindeydi işin gösterildiği yer: mercatorplein'de. sadece türkler yoktu çevrede; faslılar, zenciler de vardı; yani ağırlıklı olarak göçmenlerin ikamet ettiği bir mahalleydi burası.
ünlü hollandalı mimar berlage'nin tasarımı, 1920-30'ların artdeco-modernizm karışımı incelikli mimarisine sahip ve "garden-city" (bahçe-şehir) mantığının ilk önemli örneklerinden biri olan toplu konut mahallesinin merkezini oluşturan merkator meydanı'nın ortasına simsiyah bir çadır kurulmuştu. üzerinde ampullü ışıklardan "phobiarama" yazıyordu. sanki lunapark çadırlarından biriydi bu.

seyirciler ikişer kişilik gruplara ayrıldı, her gruba bir numara verildi. içeri girdiğimizde her grup çadırın iç çeperini çepeçevre dönen koridorda kendi numarasının yazılı olduğu kapının önüne gitti. kapıyı açtığımızda önümüzde dört tarafı duvarlarla çevrili olmayan ancak mekan hissi verecek kadar duvar parçalarıyla sınırlanmış bir oda ve ortasında lunaparktakilere benzeyen bir çarpışan araba vardı.  partner olduğum diğer kişiyle birlikte arabaya yerleştik. etrafıma bakınca önümdeki ve arkamdaki odaları ve arabaları da görebiliyordum.

mekanın ışıkları bütünüyle söndü, etraf zifiri karanlık oldu ve arabalar altlarındaki raylara bağlı olarak yavaş yavaş hareket etmeye başladı. raylar oda bölümleri arasında kıvrımlar çiziyordu; dolayısıyla arabalar bir sağa bir sola dönerek ilerliyordu.
hiç girmişliğim yoktur ama filmlerden bilirim; içerideki düzenek yine lunaparklardaki şu korku tünellerini (ingilizcesi ghost train) andırıyordu. adından da belliydi zaten: "phobiarama". antik yunanca'da "korku" anlamına gelen "-phobie" eki, korkunun türüne göre kelimenin sonuna gelen bir ek iken, örneğin kapalı kalma korkusu klostrofobi ve son yıllarda avrupa ve amerika'da en revaçta olanı islamfobi, burada başa gelmişti. "diarama"nın da gerçek hayattan sahneleri birebir taklit eden üç boyutlu minyatürlere verilen ad olduğunu düşününce, gerçek hayatın bir simülasyonu olan bu üç boyutlu mekanda korkularımızla yüzleşecektik herhalde. öyle de oldu olmasına ama deşilen korkularımız lunaparklardaki korku tünellerininkinden çok farklıydı.

her bir oda bölmesinin üst köşesine yerleştirilmiş ekranlardan önce konuşmalar verilmeye başlandı. konuşan kişinin görüntüsü yerine konuşmasının şiddetinin renklere tercüme edilmiş halleri kullanılıyordu. günümüz dünyasında aşırı sağ ve faşist olarak nitelendirilebilecek bazı siyasetçilerin konuşmalarıydı bunlar. aralarında, sadece sesini duyarak veya konuştuğu dili bildiğim için oldukça tanıdık olduklarım da vardı, hiç tanımadıklarım da; konuştuğu dili anlamasam da tahmin edebildiklerim de. hangi korkularla yüzleşeceğimiz anlaşılmıştı.

ardından oda bölmelerinin iç tarafından belli belirsiz silüetler belirmeye başladı. devasa boyutta, arka iki ayağı üzerine kalkmış ayılardı bunlar. bizler arabaların içinde mekan boyunca ilerlemeye devam ederken, ayılar bazen çok yaklaştılar bize, bazen üzerimize eğildiler, bazense karanlık köşelerde, kapı pervazlarında belli belirsiz beklediler. ürküyücüydü. "ayı" acaba insanoğlu/kızının ruhsal dünyasının en ilkel korku nesnesi midir...

(fotoğraf: willem popelier)

günümüzün korku toplumunu pompalayan bir çok faktör var. sadece aşırı sağcı ve faşist hükümetler değil, terör grupları da toplumunu korku üzerinden manipüle etmekte çok başarılılar. korku sadece terör ve güvenlik ile kısıtlı da değil. iklim değişikliği gibi ekolojik söylemler de haklılıklarını korku üzerinden kuruyorlar; eğer önlem alınmazsa dünyanın ne kadar az zamanı kaldığını vurgulayarak ya da doğal olmayan ürünlerin insanları hasta etme potansiyellerinden bahsederek. ve tabii öteki'den duyulan korku; kendinden olmayandan.
verhoeven gerçek dünyanın çeşitli aktörleri yoluyla sıradan insanın hayatını esir almış olan bütün bu korkulardan beslenen üç boyutlu bir minyatür-mekan oluşturmuştu. sadece fiziksel mekanı yaratmakla kalmamış, mekanın içine ziyaretçilerle çok kontrollü de olsa fiziksel iletişime bile geçecek kadar ileri giden canlı performansçılar yerleştirmiş. ve ortaya bu canlı-yerleştirme çıkmıştı.

verhoeven 45 dakikalık iş boyunca rayların üzerine seyreden arabaları korkuyu pompalayan bir nesne olarak kullandı; mesela arabaların hızıyla oynadı. arabaları bazen çok yavaş ilerletti, "bir an önce şurdan geçebilsek, bir türlü ilerlemiyor şu araba" diye tedirgin etti bizi. sadece ileri değil, çok kritik bir sekansta geriye doğru da sürdürdü arabaları; hızlarını da iyice arttırdı: bir sağa bir sola savrularak geriye doğru sürüklenirken, palyaço imgesine bürünmüş performansçılar tarafından kovalanıyorduk.

verhoeven günümüzün korku toplumu atmosferini kurmak için hükümetlerin kitleleri kontrol mekanizmasının vazgeçilmezi "izleme" cihazından da, daha önce bahsettiğim duvar üst köşelerindeki ekranlar yoluyla, faydalandı. ekranlardan zaman zaman mekan içindeki kameraların kaydettiği siyah beyaz görüntüleri canlı olarak yayınlanıyordu. örneğin sizi veya ilerideki başka bir arabada oturan diğer ziyaretçileri arkadan bir silüetin takip ediyor oluşunu ekrandaki görüntülerden izleyebiliyordunuz. ortam iyice tekinsizleşiyordu.

verhoeven, başta ayı kılığına soktuğu performansçıları 45 dakikalık iş sürecinde iki ayrı korku imgesine daha dönüştürdü. bunlardan ilki palyaço, sonuncusu ise performansçıların kendi gerçek hayatlarındaki halleriydi. avrupalı ortalama bir beyazın en "sıradan" korkusunu cisimleştiriyordu performansçıların bu son "kendi" halleri: hepsi avrupa dışındaki ırklardandılar; kuzey afrikalı, orta doğulu veya zenciydiler. üstüne üstlük bir de hepsi boylu poslu, kaslı ve dövmeli vücutçulardı; rahat "öteki" kategorisine koyabileceğiniz insanlardı onlar. rahatlıkla kirli işlere bulaşmış, hatta hapishane kaçkını bile olabilirlerdi.
özellikle bu son bölüm "phobiarama"nın en canalıcı sekansıydı; çünkü bu sekans görünen ile gerçek arasındaki uçurumu, korkunun yapaylığını ve "kurgu"dan öte bir şey olmadığını apaçık ve "canlı" bir şekilde "gözlerimizin önüne" serdi. verhoeven bunu; siyasetçilerin nutuk kayıtlarının veya gerilim yükselten müziklerin foyasını çıkarmak yerine, bu son sekansta o mekanda kanlı canlı bulunan ve hareket eden insanlarla bizleri karşı karşıya getirerek yaptı; korkularımız yüzünden bizim onları büründürdüğümüz imajlardan onları soyarak ve arındırarak.
verhoeven bu son sekans yoluyla bize adeta şunu dedi: "bu insanlara sizi teslim almış 'sıradan faşist' bakışınızdan ve gündelik korkularınızdan kurtularak bir kere daha bakın, onlara yapıştırdığınız imajlardan kurtularak tekrar bakın, onların 'gerçeklik'ini görün, bakın tam karşınızdalar, kanlı ve canlı, ve oldukları gibi, bütün doğallıklarıyla!"

-

dries verhoeven'in işleriyle eğer ilerde tekrar karşılaşırsam; artık adını, işlerinin niteliğini ve gücünü biliyorum, kaçırmam! hatta onu takibe aldığımı söyleyebilirim; sizlere de tavsiye ederim..

6 Temmuz 2017 Perşembe

dries verhoeven'i [tanımıyorsanız ne yapıp edip mutlaka] tanıyın!

ben tanımıyordum, tesadüf eseri bir işine dahil oldum ve gerisi geldi. işte hikayesi:
geçen yaz berlin'de, son kez düzenlenen foreign affairs festivali'nin son gecesinde festival karargahı berliner festspiele binasının farklı alanlarında; alt fuayede, üst fuayede, bilet holünde, sahne altındaki depolarda, kulisteki odalarda sergilenen ücretsiz ancak önceden kayıt zorunlu performansları takip etmeye çalışırken, içlerinden birinin kuyruğu çok uzundu ve gece 01:00'deki son seansa bile yer kalmamıştı. binbir rica, adımı 01:00 saat için bekleme listesine yazdırdım; şansıma, 00:30'da gelmeyen olmuş, ben de tesadüf, girişin yakınındaydım, görevli kız çağırdı. böylece girip, işin  parçası olabildim.

tek başınıza bir odaya alınıyorsunuz. bir evin salonu büyüklüğündeki odanın bir duvarı bütünüyle görüntüyle kaplı. afrika'nın bir yerlerinde olduğunu zannettiğim bir manzara gözüküyor görüntüde: tepelik bir yerden çekilmiş, önde çöplerle karışık çamur ve su birikintisi, hemen arkada derme çatma bir baraka, daha geride başka barakalar, en geride alçak tepeler ve gökyüzü; alacakaranlık bir vakit.
fotoğraf mı video mu diye düşünürken, en öndeki barakadan üstü çıplak bir zenci çıktı; bana doğru yaklaştı; önce bana bakmaya, sonra benim hareketlerimi, duruşumu, durduğum yeri taklit etmeye, aynalamaya başladı. tedirgin oldum. görüntüdeki adam beni nereden, nasıl görebiliyor ve taklit edebiliyordu; görüntü ilk zannettiğim gibi önceden kayıt değil de nasıl canlı olabilir diye afalladım biraz.
zenci sevimli, cana yakın, genç bir tipti. tedirginliğim azaldı. kısa bir süre sonra beni taklit etmeyi bırakıp, bu sefer o beni yönlendirmeye başladı; sözle değil ama, hareketle; mekanda durmam gereken yeri işaret etti mesela.
tam ortada karşı karşıyaydık; o su birikintisinin içindeki bir çöpün üzerinde, bense kupkuru bir odanın ortasında. eğildi, kenardaki kasetçalara bastı, tempolu yerel bir müzik çalmaya, o da kıvrak hareketlerle yavaş yavaş dans etmeye başladı ve hareketlerini taklit etmemi istedi. utandım önce, tutuktum ve biraz da tedirgin. berlin'de bir gösteri sanatları binasının kulisindeki büyükçe bir odada, geceyarısını çoktan geçmiş bir saatte, canlı bağlantılı video görüntüsünden afrika'da olduğunu sandığım gecekondu mahallesindeki bir zenciyle karşılıklı dans etmek; bedenlerimizi kullanarak iletişim kurmak. onun kadar kıvrak olamasam da, ona ayak uydurmaya çalıştım, yoksa ayıp olacaktı. biraz terledik karşılıklı.
o zaman aralığında yalnız ikimizdik; dünyanın iki ayrı yerinde ama aynı zaman aralığında; ekonomik, sosyal, kültürel ve mekansal olarak apayrı ortamlarda iki insandık ama o beş dakika boyunca ortak bir şeyi paylaştık. sonra o bana yaklaştı yaklaştı, yüzü perdeyi kapladı, mona lisa gülümsesi misali belli belirsiz selam ederek teşekkür etti, ve görüntüden çıktı. böylece benim de odadan çıkma vaktim gelmişti.


işin adı "guilty landscapes" (günahkar manzaralar) idi. çıktıktan sonra okuduğum kağıtta zencinin afrika'da bir yerde değil, port-au-prince'da olduğunu öğrendim. google'a girip baktığımda haiti'nin başkentiymiş, karayip denizi'nin kıyısında.g
uzun süre etkisinden çıkamadım zenciyle paylaştığım o zamanın. üzerinden bir yıl geçmiş olmasına rağmen, şimdi hala çok net hatırlıyorum hissettiklerimi. tabii ki bu mekanlar ötesi zamanı paylaştığımız ortamı sağlayan, aslında batılı standartlardaki gündelik hayatımızda çoğumuzun kullandığı teknolojiyi bu iş üzerinden yeniden düşünmemek imkansızdı; hiç kuşkusuz, elindeki teknolojik imkanları böyle bir fikir için kullanan sanatçıya hayran kalmamak da. seyreden-seyredilen rollerini altüst ederek, ikisinin ayrı ayrı içinde bulundukları mekanların arasındaki ilişkisizliği belirsizleştiren ve bu sayede seyreden ile seyredilenin birlikte aynı zamanı yaşantılamasını sağlayan çok güçlü bir işe imza atmıştı çünkü.

"guilty landscapes" hollandalı sanatçı dries verhoeven'in epizotlardan oluşturduğu bir seriymiş; benim dahil olduğumsa ikincisiymiş. her epizotta dünyanın farklı bir yeriyle canlı bağlantı kuruluyormuş.
çıkışta okuduğum kağıtta, verhoeven'in yaptığı işler hakkında konuşmamayı tercih ettiği yazıyordu: "işlerim görüntüler yoluyla konuşabiliyorlarsa sözlere ne hacet? işin özü muğlaklık üzerineyse izleyici neden aydınlatılmalı ki?"
verhoeven'in diğer işlerini bilmiyordum ama bu yaklaşımı; sadece mimikler, jestler ve hareketlerle, yani sadece bedenle iletişim kurma üzerine kurulu "guilty landscapes" serisiyle müthiş örtüşüyordu; gerçekten de sözlere gerek yoktu iletişim için; anlayış, güven ve empati yeterliydi.

verhoeven, işleri üzerine konuşmak yerine ziyaretçilerle, ona yaratım sürecinde esin kaynağı olan veya işine daha önce dahil olmuş bir gazeteci veya yazara ait metinleri paylaşıyormuş ve bunların, işlerinin açıklamaları olarak değil, çevrelerinde dolanan düşünceler olarak okunmasını öngörüyormuş. ne güzel değil mi; oldum olası işleri hakkında gevezelik eden yaratıcılardan tırsmışımdır ve aklıma hep, ketumluğuyla ünlü pina bausch gelir.
"guilty landscapes"in port-au-prince epizoduna, birinci epizoda dahil olmuş dirk vis adlı gazetecinin izlenim yazısı eşlik ediyordu; otelime dönüş yolunda bir çırpıda okumuştum. birinci epizoda ise susan sontag'ın "regarding the pain of others" metninden parçalar eşlik etmişmiş.

geçen yılki foreign affairs'ten bloguma hiç bir izlenim kaydetmemiştim. halbuki william kentridge'i, sahne yapıtlarından konferanslarına, kuklacılığından retrospektif sergisine kadar müthiş bir kapsayıcılıkla odağa alan festival müthiş doyurucu, etkileyici ve düşündürücüydü. yine de istanbul'a döndüğümde üzerine yazmak istediğim tek iş dries verhoeven'inkiydi; ancak döndüğüm günün gecesi 15 temmuz kalkışmasını yaşadık milletçe. ne günahkar manzaraların etkisi kaldı bende, ne de verhoeven'in adı aklımda; silindi gitti herşey, taa ki..

- arkası yarın - 

5 Temmuz 2017 Çarşamba

bir binanın bir müzisyene ettiği: elbphilharmonie ve hengelbrock



thomas hengelbrock'un adını ilk defa pina bausch'un "orpheus und eurydice" yapıtının paris opera balesi tarafından 2005 yılındaki sahnelenmesiyle bağlantılı olarak duymuştum.
hengelbrock bu yapımın müzik direktörüydü ve kendisinin kurduğu, bach'la aynı dönem yaşamış saray mimarı balthasar neumann'ın adını alan topluluğu ve koroyu yönetiyordu. barok müzik konusunda uzmanlaşmış hengelbrock ve balthasar neumann topluluğu bu yapım için paris operası'nın orkestra ve korosunun yerini almıştı.
gerek "orpheus und eurydice"nin o tarihten beri paris operası'nın programındaki her tekrarında, gerekse de 2008 prodüksiyonunun dvd kaydında hengelbrock ve orkestrasının mükemmel yorumuna kulak vermek mümkün.



bausch, opera literatüründe fransızca ve italyanca versiyonlarıyla bilinen ve yıllardır hep bu iki dilden birinde icra edilen gluck'un operasını 1975'te wuppertal operası'nda ilk defa yorumladığında almanca çevirisini kullanmış ve o zamandan beridir de her yeni sahnelemede bu versiyonu tercih ediyor.
bausch'un yapıtı 2005 yılından beridir sadece paris opera balesi'nin repertuvarında; sahneleme hakkı da sadece onlara ait, bausch'un kendi topluluğu tanztheater wuppertal bile değil.
bu vesileyle bausch'un bu olağanüstü yapıtının önümüzdeki sezon yine paris opera balesi'nin programına dahil edildiğini; 24 mart - 6 nisan 2018 tarihleri arasında opera garnier'de sahneleneceğini not düşmüş olayım.

bausch ile hengelbrock'un yolları nasıl kesişmiş; gluck'un operasını artık kimse almanca yorumlamazken (bu versiyonun kaydını bulmak bile çok zor), hatta klasik müzik çevrelerinde bunu yapmak doğru bile bulunmazken hengelbrock nasıl bu işi kabul etmiş; bilmiyoruz.
bildiğimiz, hengelbrock ile bausch'un ilk karşılaşması: gösteri sanatları alanında önayak olduğu projelerle sanatçılara çığırlar açtıran, avantgarde kültür adamı (bunun en önemli örneği ruhrtrieannale'nin fikir babası olması) belçikalı gerard mortier paris ulusal operası'nın genel sanat direktörüyken 2005'te bu prodüksiyon için bausch ile hengelbrock'u yanyana getirmiş. hengelbrock, kendisini konu eden 2011 tarihli belgeselde o karşılaşmayı şöyle anlatıyor: "pina bausch çok sessiz, şüpheci ve ürkekti. ben de öyle. mortier'in odasında karşılıklı otururken bausch hiç konuşmadı, sadece arka arkaya sigara içti. yaklaşık yarım saat kadar hiç konuşmadan oturduk."

aslında derdim bausch'tan ve "orpheus und eurydice"den değil, hengelbrock'tan bahsetmek. ancak, john guare'nin "altı derece uzak" oyununda konu ettiği gibi, dünyadaki herkesin birbiriyle, tanıdığı altı kişi yoluyla ilişkili olduğu teorisinin ötesinde, gösteri sanatları alanında olup da pina bausch'la bağlantılanmak için altı kişiye bile ihtiyaç olmadığı için, hengelbrock diye başlayınca, devamı bausch'la geldi.



hengelbrock balthasar neumann topluluğunun kuruculuğu dışında sekiz yıldır ndr senfoni orkestrası'nın genel sanat yönetmenliğini ve şefliğini yürütüyor; yani son yılların kültür-sanat alanındaki en sansasyonel binası olan elbphilharmonie'nin evsahibi olan orkestra.
dolayısıyla, 11 ocak 2017'deki şaşaalı açılışın müzikal programını yapan ve orkestrayı yöneten thomas hengelbrock'tu. "şaşaa" kelimesini konukların kıyafetleri, takıları, resepsiyonda sunulan yemekler ve mekanın dekoru anlamında değil, müzik parçalarının seçimi ve konserin süresi için kullanıyorum.



konser hamburg'un evladı brahms'tan, barok şarkılara, mendelssohn bartoldy'den britten, zimmermann, messiaen gibi çağdaş bestecilere, wagner'den, özel olarak bu açılış için yapıt sipariş edilen, günümüzün yaşayan en önemli bestecilerinden wolfgang rihm'e uzanan ve beethoven'ın ünlü 9. senfonisi'nin ünlü korolu son bölümü ile noktalanan dört saatlik bir maratondu.
dört saatin çoğu müzik, azı konuşmaydı. konuklar arasında almanya şansölyesi angela merkel de vardı. ara verildiğinde spikerin "konseri nasıl buldunuz?" sorusuna merkel, "programın böyle parça parça olması yerine, keşke bir-iki yapıtı baştan sona dinleseydik, ama kent yaşamının tam ortasındaki bu çağdaş ve dinamik binaya böyle çok renkli, çok sesli bir program belki de daha çok yakışıyor" gibisinden bir cevap vermişti.
elbphilharmonie'nin açılış konserini merak edenler internette hala bulup izleyebilirler: işte adreslerden biri.












(fotoğraflar: mehmet kerem özel)

70 milyon yerine 700 milyona çıkan maliyet, 5 yıl yerine 15 yıla çıkan inşa süresi; herzog & de meuron gibi iki yıldız mimarın hayal-ve-gerçekleştirme-güçleri, yasuhisa toyota gibi dahi bir akustik uzmanının hassasiyeti; bunların hiçbiri elbphilharmonie'nin merkezindeki büyük orkestra salonunun akustiğinin dünyanın en iyi 10'u listesine girmesini sağlayamadı maalesef.
salonun beş kata yayılan fuayelerinin ve iç hacminin mimarisi o kadar nefes kesici ki, fotoğraf çekmeye doyamıyorsunuz, ancak akustiği, mimari tasarımının esinlendiği berlin'deki philharmonie binasının akustiğinin yanına bile yaklaşamıyor. mayıs ayında bir orkestra konseri dinleyerek bizzat deneyimlediğim üzere, salonun akustiği biraz gevrek; yankısı az; müzik mekanlaşamıyor, yayılamıyor, uzayamıyor. halbuki bu mekanda, en çok mekanlaşmaya ihtiyaç duyan klasik ve romantik müzik repertuvarı seslendirilecek. burası barok orkestralar için bir oda müziği salonu değil; keza çağdaş müziğin alıcısının klasik ve romantik dönem kadar olmadığı da malum; dolayısıyla yakın gelecekte değil ama tahmin edilebilir bir zamanda 2100 kişilik salonun fazlaca pohpohlanan şöhretinin, akustik yetersizliğinin tehdidi altında olacağı kesin.

hoş, seyirciden yana sorun yok; reklamı o kadar ustaca yapılıyor ki! açılış sezonuna bilet bulmak imkansızdı; ben biletimi 10 ay önce, biletlerin satışa çıktığı 2016 ağustos'unda almıştım. önümüzdeki sezonun biletleri ise 15 gün önce çıktı ve neredeyse tümü şimdiden tükenmiş bile. ancak bu çılgın talep, aynı bilbao'daki frank gehry tasarımı guggenheim müzesi gibi, "şov mimarisi"nin, yani zarfın, nasıl ustaca bir reklam aracına dönüştürüldüğüne iyi bir örnek, yoksa mazrufun niteliğine kanıt teşkil etmiyor. değil mi ki, mayıs başında bu salonda berlin philharmonie'yle konser veren efsanevi şef sir simon rattle, kendisiyle yapılan röportajda, tam da ertesi gün berlin'e döndükleri akşam kendi salonlarında verdikleri konser sonrasında bütün orkestra üyelerinin "oh be, işte bu!" dediklerini belirtiyor, bu kıyaslama her şeyi apaçık kulaklara duyuruyor. sadece rattle ve berlin philharmonie üyeleri de değil, gazetelerde de pek çok alman müzik eleştirmeni salonun akustiğine verdi veriştirdi. bence akustik o kadar kötü değil, ama tabii, mimariyle yaratılan imajın yükselttiği mükemmeliyet çıtası herkesin beklentisine tavan yaptırdı.

işte bu noktada; bu müthiş yatırımın ilk bir-iki, belki beş senelik izdiham sonrasını garantilemek isteyen işletmeciler (yani binanın sahibi olan hamburg belediyesi, bölge yönetimi ve salonun programını hazırlayan özel konser şirketi) devreye girmiş olmalı.
önce, geçenlerde gazetelerin birinde bir konser eleştirisine denk geldim: "thomas hengelbrock bu orkestra ve bu salon için doğru şef mi?" diye bitiyordu yazı. nerden çıktı şimdi bu densiz yorum derken, üzerinden uzun bir zaman geçmeden bir de ne görelim: hengelbrock ndr senfoni orkestrası'nın şefliğini 2018/19 sezonu öncesinde bırakacağını açıkladı; kendi diğer artistik projelerine ağırlık vermek istiyormuş.
ve daha bu haber eskimeden esas haber patladı: dünyanın en iyi beş -belki de üç- orkestrası içinde yer alan new york philarmonic'in şefliğinden, son yıllarda bu dev orkestrayı bir sürü yeni ve dinamik fikir ile yenilediği halde ani ve garip bir şekilde ayrılan, daha 50 yaşındaki alan gilbert ndr senfoni orkestrası'yla anlaşmış.
geçen hafta, dünya ligine oynayan bir konser salonu dünya liginde bir şefe ihtiyaç duyar (dolayısıyla dünyanın zirve şehrinden şef ithal eder) mantığının hakim ve hatta açıkça dillendirildiği bir basın toplantısıyla alan gilbert ile elbphilharmonie tanıştırıldı; gerçi eski yıllarda konuk şef olarak yakın işbirliği içinde olduğu orkestra bildik onun için, esas yenilik: bina.


8 yıllık şefliği döneminde elbphilarmonie'nin açılış tarihinin durmadan ertelenmesinin stresini, heyecanını, hayalkırıklığını ve çoşkusunu yaşamış olmak (mesela hengelbrock'u anlatan 2011 tarihli belgeselde şef ile binanın artistik direktörünün inşaatı birlikte gezme görüntülerinin üzerine üst ses açılış tarihi olarak 2014'ü telafuz ediyordu); tam artık rahata erdik ve mekanın keyfini çıkaracağız, keşfedeceğiz, denemeler yapacağız diye düşünürken belki de; topluluktan ve binada ayrılacak olmak hengelbrock için garip bir his olmalı... 

3 Temmuz 2017 Pazartesi

görsel şölen V: berliner ensemble afişleri

dün berliner ensemble'da düzenlenen "der abschied" (veda) adlı programla bir dönem noktalandı; claus peymann'ın 18 yıllık genel sanat yönetmenliği dönemi.
peymann, davet ettiği tiyatrocularla gövde gösterisine dönüştürdüğü üç saatlik veda programını, kendi cebinden verdiğini özellikle belirttiği havai fişek gösterisi ile bitirdi.



2000 yılından bugüne berliner ensemble'ın aylık programlarının kapak grafiklerini hazırlayan sahne tasarımcısı/ressam karl-ernst herrmann'ın muhteşem tasarımlarını sezonluk olarak toplayıp, beş yıldır temmuz ayında blogumda paylaşıyordum. bu paylaşım da onların sonuncusu oluyor böylece...