geçtiğimiz haziran'ın ortasında beş günlüğüne amsterdam'da 70. hollanda festivali'ndeydim. ilk günleri beraber geçirdiğim dostlarım dönmüş, son iki gün yalnız kalmıştım. son akşamımın gösterisini heyecanla bekliyordum, ama az çok bildiğim ve 33 derece sıcaktan kavrulan amsterdam'da gündüzün vakit geçirecek pek bir şey bulamamıştım. istanbul'dan eski bir öğrencimle stedelijk müzesi'nin kafesinde buluşup uzunca ve keyifle sohbet ettikten sonra festivalin programına tekrar baktım. gündüz izlenebilecek bir iş vardı, sanatçının adı dries verhoeven'di. isim hiç yabancı gelmiyordu kulağıma, ama çıkaramıyordum. "geçen yaz berlin'deki verhoeven"in "bu yaz amsterdam'daki verhoeven" olduğuna uyanamadım bir türlü, ama işi tarif eden "immersive" (kapsayıcı/çevreleyen) ve "live installation" (canlı yerleştirme) tabirleri ilgimi çekti, ve hazır boşum, şansımı denemeye karar verdim.
"canlı yerleştirme"ye günboyu saat başı dahil olunabiliyordu ancak bilet kalmamıştı. her seanstan yarım saat önce o seans için bekleme listesi açılıyordu. 10 günlük gösterim serisinin son günüydü; yakaladım yakaladım, yoksa zaten ertesi gün ne ben amsterdam'da olacaktım ne de iş.
gösteri mekanına gitmem zaman aldı; turistik amsterdam'ın dışında bir yerdeydi. ancak 15:35'te oraya varabildim; gişedeki kız nazik ama nedense garip bir ısrarla beni 16:00 seansına yazmak istemedi; listede zaten beş kişi varmış, sıra bana gelmezmiş, bir sonraki seansa da garanti veremezmiş, şurada diye eliyle gösterdiği iki kız bir saattir bekliyorlarmış, tekrar yazılmak istiyorsam bir saat sonra gelmeliymişim. onun garip ısrarı, bende olmayan arnavut damarı kabarttı; 33 derece güneş tepemde, derin bir nefes aldım ve güler yüzle kıza "ne kaybederim ki, sen beni 16:00 seansına yaz, olmadı 17:00 için tekrar şansımı denerim" dedim. şans da bu ya, saat 16:00 olduğunda içeriye alınacak 20 kişiden biri olmuştum.
(fotoğraf: mehmet kerem özel)
tramvayla giderken ana cadde üzerindeki dükkan isimlerinden kolayca fark ettiğim, ama daha önce bilmediğim üzere amsterdam'ın türk mahallesindeydi işin gösterildiği yer: mercatorplein'de. sadece türkler yoktu çevrede; faslılar, zenciler de vardı; yani ağırlıklı olarak göçmenlerin ikamet ettiği bir mahalleydi burası.
ünlü hollandalı mimar berlage'nin tasarımı, 1920-30'ların artdeco-modernizm karışımı incelikli mimarisine sahip ve "garden-city" (bahçe-şehir) mantığının ilk önemli örneklerinden biri olan toplu konut mahallesinin merkezini oluşturan merkator meydanı'nın ortasına simsiyah bir çadır kurulmuştu. üzerinde ampullü ışıklardan "phobiarama" yazıyordu. sanki lunapark çadırlarından biriydi bu.
seyirciler ikişer kişilik gruplara ayrıldı, her gruba bir numara verildi. içeri girdiğimizde her grup çadırın iç çeperini çepeçevre dönen koridorda kendi numarasının yazılı olduğu kapının önüne gitti. kapıyı açtığımızda önümüzde dört tarafı duvarlarla çevrili olmayan ancak mekan hissi verecek kadar duvar parçalarıyla sınırlanmış bir oda ve ortasında lunaparktakilere benzeyen bir çarpışan araba vardı. partner olduğum diğer kişiyle birlikte arabaya yerleştik. etrafıma bakınca önümdeki ve arkamdaki odaları ve arabaları da görebiliyordum.
mekanın ışıkları bütünüyle söndü, etraf zifiri karanlık oldu ve arabalar altlarındaki raylara bağlı olarak yavaş yavaş hareket etmeye başladı. raylar oda bölümleri arasında kıvrımlar çiziyordu; dolayısıyla arabalar bir sağa bir sola dönerek ilerliyordu.
hiç girmişliğim yoktur ama filmlerden bilirim; içerideki düzenek yine lunaparklardaki şu korku tünellerini (ingilizcesi ghost train) andırıyordu. adından da belliydi zaten: "phobiarama". antik yunanca'da "korku" anlamına gelen "-phobie" eki, korkunun türüne göre kelimenin sonuna gelen bir ek iken, örneğin kapalı kalma korkusu klostrofobi ve son yıllarda avrupa ve amerika'da en revaçta olanı islamfobi, burada başa gelmişti. "diarama"nın da gerçek hayattan sahneleri birebir taklit eden üç boyutlu minyatürlere verilen ad olduğunu düşününce, gerçek hayatın bir simülasyonu olan bu üç boyutlu mekanda korkularımızla yüzleşecektik herhalde. öyle de oldu olmasına ama deşilen korkularımız lunaparklardaki korku tünellerininkinden çok farklıydı.
her bir oda bölmesinin üst köşesine yerleştirilmiş ekranlardan önce konuşmalar verilmeye başlandı. konuşan kişinin görüntüsü yerine konuşmasının şiddetinin renklere tercüme edilmiş halleri kullanılıyordu. günümüz dünyasında aşırı sağ ve faşist olarak nitelendirilebilecek bazı siyasetçilerin konuşmalarıydı bunlar. aralarında, sadece sesini duyarak veya konuştuğu dili bildiğim için oldukça tanıdık olduklarım da vardı, hiç tanımadıklarım da; konuştuğu dili anlamasam da tahmin edebildiklerim de. hangi korkularla yüzleşeceğimiz anlaşılmıştı.
ardından oda bölmelerinin iç tarafından belli belirsiz silüetler belirmeye başladı. devasa boyutta, arka iki ayağı üzerine kalkmış ayılardı bunlar. bizler arabaların içinde mekan boyunca ilerlemeye devam ederken, ayılar bazen çok yaklaştılar bize, bazen üzerimize eğildiler, bazense karanlık köşelerde, kapı pervazlarında belli belirsiz beklediler. ürküyücüydü. "ayı" acaba insanoğlu/kızının ruhsal dünyasının en ilkel korku nesnesi midir...
(fotoğraf: willem popelier)
günümüzün korku toplumunu pompalayan bir çok faktör var. sadece aşırı sağcı ve faşist hükümetler değil, terör grupları da toplumunu korku üzerinden manipüle etmekte çok başarılılar. korku sadece terör ve güvenlik ile kısıtlı da değil. iklim değişikliği gibi ekolojik söylemler de haklılıklarını korku üzerinden kuruyorlar; eğer önlem alınmazsa dünyanın ne kadar az zamanı kaldığını vurgulayarak ya da doğal olmayan ürünlerin insanları hasta etme potansiyellerinden bahsederek. ve tabii öteki'den duyulan korku; kendinden olmayandan.
verhoeven gerçek dünyanın çeşitli aktörleri yoluyla sıradan insanın hayatını esir almış olan bütün bu korkulardan beslenen üç boyutlu bir minyatür-mekan oluşturmuştu. sadece fiziksel mekanı yaratmakla kalmamış, mekanın içine ziyaretçilerle çok kontrollü de olsa fiziksel iletişime bile geçecek kadar ileri giden canlı performansçılar yerleştirmiş. ve ortaya bu canlı-yerleştirme çıkmıştı.
verhoeven 45 dakikalık iş boyunca rayların üzerine seyreden arabaları korkuyu pompalayan bir nesne olarak kullandı; mesela arabaların hızıyla oynadı. arabaları bazen çok yavaş ilerletti, "bir an önce şurdan geçebilsek, bir türlü ilerlemiyor şu araba" diye tedirgin etti bizi. sadece ileri değil, çok kritik bir sekansta geriye doğru da sürdürdü arabaları; hızlarını da iyice arttırdı: bir sağa bir sola savrularak geriye doğru sürüklenirken, palyaço imgesine bürünmüş performansçılar tarafından kovalanıyorduk.
verhoeven günümüzün korku toplumu atmosferini kurmak için hükümetlerin kitleleri kontrol mekanizmasının vazgeçilmezi "izleme" cihazından da, daha önce bahsettiğim duvar üst köşelerindeki ekranlar yoluyla, faydalandı. ekranlardan zaman zaman mekan içindeki kameraların kaydettiği siyah beyaz görüntüleri canlı olarak yayınlanıyordu. örneğin sizi veya ilerideki başka bir arabada oturan diğer ziyaretçileri arkadan bir silüetin takip ediyor oluşunu ekrandaki görüntülerden izleyebiliyordunuz. ortam iyice tekinsizleşiyordu.
verhoeven, başta ayı kılığına soktuğu performansçıları 45 dakikalık iş sürecinde iki ayrı korku imgesine daha dönüştürdü. bunlardan ilki palyaço, sonuncusu ise performansçıların kendi gerçek hayatlarındaki halleriydi. avrupalı ortalama bir beyazın en "sıradan" korkusunu cisimleştiriyordu performansçıların bu son "kendi" halleri: hepsi avrupa dışındaki ırklardandılar; kuzey afrikalı, orta doğulu veya zenciydiler. üstüne üstlük bir de hepsi boylu poslu, kaslı ve dövmeli vücutçulardı; rahat "öteki" kategorisine koyabileceğiniz insanlardı onlar. rahatlıkla kirli işlere bulaşmış, hatta hapishane kaçkını bile olabilirlerdi.
özellikle bu son bölüm "phobiarama"nın en canalıcı sekansıydı; çünkü bu sekans görünen ile gerçek arasındaki uçurumu, korkunun yapaylığını ve "kurgu"dan öte bir şey olmadığını apaçık ve "canlı" bir şekilde "gözlerimizin önüne" serdi. verhoeven bunu; siyasetçilerin nutuk kayıtlarının veya gerilim yükselten müziklerin foyasını çıkarmak yerine, bu son sekansta o mekanda kanlı canlı bulunan ve hareket eden insanlarla bizleri karşı karşıya getirerek yaptı; korkularımız yüzünden bizim onları büründürdüğümüz imajlardan onları soyarak ve arındırarak.
verhoeven bu son sekans yoluyla bize adeta şunu dedi: "bu insanlara sizi teslim almış 'sıradan faşist' bakışınızdan ve gündelik korkularınızdan kurtularak bir kere daha bakın, onlara yapıştırdığınız imajlardan kurtularak tekrar bakın, onların 'gerçeklik'ini görün, bakın tam karşınızdalar, kanlı ve canlı, ve oldukları gibi, bütün doğallıklarıyla!"
-
dries verhoeven'in işleriyle eğer ilerde tekrar karşılaşırsam; artık adını, işlerinin niteliğini ve gücünü biliyorum, kaçırmam! hatta onu takibe aldığımı söyleyebilirim; sizlere de tavsiye ederim..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder