6 Temmuz 2017 Perşembe

dries verhoeven'i [tanımıyorsanız ne yapıp edip mutlaka] tanıyın!

ben tanımıyordum, tesadüf eseri bir işine dahil oldum ve gerisi geldi. işte hikayesi:
geçen yaz berlin'de, son kez düzenlenen foreign affairs festivali'nin son gecesinde festival karargahı berliner festspiele binasının farklı alanlarında; alt fuayede, üst fuayede, bilet holünde, sahne altındaki depolarda, kulisteki odalarda sergilenen ücretsiz ancak önceden kayıt zorunlu performansları takip etmeye çalışırken, içlerinden birinin kuyruğu çok uzundu ve gece 01:00'deki son seansa bile yer kalmamıştı. binbir rica, adımı 01:00 saat için bekleme listesine yazdırdım; şansıma, 00:30'da gelmeyen olmuş, ben de tesadüf, girişin yakınındaydım, görevli kız çağırdı. böylece girip, işin  parçası olabildim.

tek başınıza bir odaya alınıyorsunuz. bir evin salonu büyüklüğündeki odanın bir duvarı bütünüyle görüntüyle kaplı. afrika'nın bir yerlerinde olduğunu zannettiğim bir manzara gözüküyor görüntüde: tepelik bir yerden çekilmiş, önde çöplerle karışık çamur ve su birikintisi, hemen arkada derme çatma bir baraka, daha geride başka barakalar, en geride alçak tepeler ve gökyüzü; alacakaranlık bir vakit.
fotoğraf mı video mu diye düşünürken, en öndeki barakadan üstü çıplak bir zenci çıktı; bana doğru yaklaştı; önce bana bakmaya, sonra benim hareketlerimi, duruşumu, durduğum yeri taklit etmeye, aynalamaya başladı. tedirgin oldum. görüntüdeki adam beni nereden, nasıl görebiliyor ve taklit edebiliyordu; görüntü ilk zannettiğim gibi önceden kayıt değil de nasıl canlı olabilir diye afalladım biraz.
zenci sevimli, cana yakın, genç bir tipti. tedirginliğim azaldı. kısa bir süre sonra beni taklit etmeyi bırakıp, bu sefer o beni yönlendirmeye başladı; sözle değil ama, hareketle; mekanda durmam gereken yeri işaret etti mesela.
tam ortada karşı karşıyaydık; o su birikintisinin içindeki bir çöpün üzerinde, bense kupkuru bir odanın ortasında. eğildi, kenardaki kasetçalara bastı, tempolu yerel bir müzik çalmaya, o da kıvrak hareketlerle yavaş yavaş dans etmeye başladı ve hareketlerini taklit etmemi istedi. utandım önce, tutuktum ve biraz da tedirgin. berlin'de bir gösteri sanatları binasının kulisindeki büyükçe bir odada, geceyarısını çoktan geçmiş bir saatte, canlı bağlantılı video görüntüsünden afrika'da olduğunu sandığım gecekondu mahallesindeki bir zenciyle karşılıklı dans etmek; bedenlerimizi kullanarak iletişim kurmak. onun kadar kıvrak olamasam da, ona ayak uydurmaya çalıştım, yoksa ayıp olacaktı. biraz terledik karşılıklı.
o zaman aralığında yalnız ikimizdik; dünyanın iki ayrı yerinde ama aynı zaman aralığında; ekonomik, sosyal, kültürel ve mekansal olarak apayrı ortamlarda iki insandık ama o beş dakika boyunca ortak bir şeyi paylaştık. sonra o bana yaklaştı yaklaştı, yüzü perdeyi kapladı, mona lisa gülümsesi misali belli belirsiz selam ederek teşekkür etti, ve görüntüden çıktı. böylece benim de odadan çıkma vaktim gelmişti.


işin adı "guilty landscapes" (günahkar manzaralar) idi. çıktıktan sonra okuduğum kağıtta zencinin afrika'da bir yerde değil, port-au-prince'da olduğunu öğrendim. google'a girip baktığımda haiti'nin başkentiymiş, karayip denizi'nin kıyısında.g
uzun süre etkisinden çıkamadım zenciyle paylaştığım o zamanın. üzerinden bir yıl geçmiş olmasına rağmen, şimdi hala çok net hatırlıyorum hissettiklerimi. tabii ki bu mekanlar ötesi zamanı paylaştığımız ortamı sağlayan, aslında batılı standartlardaki gündelik hayatımızda çoğumuzun kullandığı teknolojiyi bu iş üzerinden yeniden düşünmemek imkansızdı; hiç kuşkusuz, elindeki teknolojik imkanları böyle bir fikir için kullanan sanatçıya hayran kalmamak da. seyreden-seyredilen rollerini altüst ederek, ikisinin ayrı ayrı içinde bulundukları mekanların arasındaki ilişkisizliği belirsizleştiren ve bu sayede seyreden ile seyredilenin birlikte aynı zamanı yaşantılamasını sağlayan çok güçlü bir işe imza atmıştı çünkü.

"guilty landscapes" hollandalı sanatçı dries verhoeven'in epizotlardan oluşturduğu bir seriymiş; benim dahil olduğumsa ikincisiymiş. her epizotta dünyanın farklı bir yeriyle canlı bağlantı kuruluyormuş.
çıkışta okuduğum kağıtta, verhoeven'in yaptığı işler hakkında konuşmamayı tercih ettiği yazıyordu: "işlerim görüntüler yoluyla konuşabiliyorlarsa sözlere ne hacet? işin özü muğlaklık üzerineyse izleyici neden aydınlatılmalı ki?"
verhoeven'in diğer işlerini bilmiyordum ama bu yaklaşımı; sadece mimikler, jestler ve hareketlerle, yani sadece bedenle iletişim kurma üzerine kurulu "guilty landscapes" serisiyle müthiş örtüşüyordu; gerçekten de sözlere gerek yoktu iletişim için; anlayış, güven ve empati yeterliydi.

verhoeven, işleri üzerine konuşmak yerine ziyaretçilerle, ona yaratım sürecinde esin kaynağı olan veya işine daha önce dahil olmuş bir gazeteci veya yazara ait metinleri paylaşıyormuş ve bunların, işlerinin açıklamaları olarak değil, çevrelerinde dolanan düşünceler olarak okunmasını öngörüyormuş. ne güzel değil mi; oldum olası işleri hakkında gevezelik eden yaratıcılardan tırsmışımdır ve aklıma hep, ketumluğuyla ünlü pina bausch gelir.
"guilty landscapes"in port-au-prince epizoduna, birinci epizoda dahil olmuş dirk vis adlı gazetecinin izlenim yazısı eşlik ediyordu; otelime dönüş yolunda bir çırpıda okumuştum. birinci epizoda ise susan sontag'ın "regarding the pain of others" metninden parçalar eşlik etmişmiş.

geçen yılki foreign affairs'ten bloguma hiç bir izlenim kaydetmemiştim. halbuki william kentridge'i, sahne yapıtlarından konferanslarına, kuklacılığından retrospektif sergisine kadar müthiş bir kapsayıcılıkla odağa alan festival müthiş doyurucu, etkileyici ve düşündürücüydü. yine de istanbul'a döndüğümde üzerine yazmak istediğim tek iş dries verhoeven'inkiydi; ancak döndüğüm günün gecesi 15 temmuz kalkışmasını yaşadık milletçe. ne günahkar manzaraların etkisi kaldı bende, ne de verhoeven'in adı aklımda; silindi gitti herşey, taa ki..

- arkası yarın - 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder