"Uykunun atları, güneşinkiler gibi, hiçbir engelin kendilerini durdurmayacağı bir ortamda, öyle düzenli adımlarla yol alırlar ki, (aksi takdirde durması için hiçbir sebep olmayan, asırlar boyu aynı hareket içinde sürebilecek) muntazam uykuyu bölmek, ani bir dönüşle onu gerçeğe yöneltmek, ona merhaleleri hızla aşırtmak, -uyuyan kişinin, henüz belirsiz, ama şekil değiştirmiş olmakla birlikte şimdiden algılanabilir seslerini duyacağı- hayata yakın bölgeleri geçirtmek ve birden uyanışa varmak için, (kimbilir hangi Meçhul'ün gökyüzünden fırlattığı), bize yabancı, küçük bir gök çakılı gereklidir. O zaman, bu derin uykulardan bir safağa uyanırız; kim olduğumuzu bilmeyiz, hiç kimseyizdir; taptaze, her şeye hazırızdır, beynimizin içi, o ana kadarki hayat olan geçmişten arınmıştır. Uyanıklığa inişin sertçe gerçekleşmesi, bir unutuş kılıfıyla gizlenen uykudaki düşüncelerimizin, uyku sona ermeden, tedricen geri dönecek vakti bulamamaları, belki daha da güzeldir. O zaman, adeta içinden geçtiğimiz (kaldı ki biz diye düşünmeyiz bile) karanlık fırtınadan, kıpırtısız, düşünceden yoksun, içi boş bir "biz" olarak çıkarız. Bu durumdaki insan veya nesne, nasıl bir darbe yemiştir ki, koşup gelen hafızanın, kendisine bilincini veya kişiliğini geri verdiği ana kadar, her şeyden habersiz ve şaşkın, donup kalmıştır? Ancak, bu iki tür uyanışın gerçekleşmesi için, derin bir uyku da olsa, alışkanlığın boyunduruğunda uyumamak gerekir. Çünkü alışkanlık, ağına aldığı her şeyi denetler; alışkanlıktan kaçmak, bambaşka bir şey yaptığımızı zannettiğimiz bir anda uykuya geçmek, kısacası, gizli de olsa düşüncenin eşliğindeki ileri görüşlülüğün himayesi altında bulunmayan bir uykuyu yakalamak gerekir." marcel proust
(yapı kredi yayınları, çeviri: roza hakmen)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder