27 Şubat 2010 Cumartesi
floransa yolunda
27 şubat - 7 mart arasında floransa'ya atölye çalışmasına gidiyorum.
akşamlarımı renklendirmek için neler var acaba diye şöyle bir araştırmaya kalkınca hayal kırıklığına uğradım; anlı şanlı rönesans kentinde koca bir hafta boyunca klasik veya çağdaş tek bir dişe dokunur gösteri veya konser bulamadım!
bahane ile kentin çok da fazla olmayan konser mekanlarının, tiyatrolarının yıllık programlarına da şöyle bir göz attım; çok çok zayıf! inanamadım.
belki çok yüzeysel bir izlenim olacak ama; floransa rönesans'ta kalmış sanki!
bir hafta sonra kış sonu fotoğraflarıyla geri dönmeden önce, eski bir floransa yolculuğumdan kalma enstantanelerle ayrılıyorum istanbul'dan...
26 Şubat 2010 Cuma
"akm nasıl yaşar?"
"...
Proje mimarları ile aynı düşünceyi paylaşanlar AKM'nin işlevlerinin ne için kullanıldığı ve ne işe yaradığını hiç önemsemiyorlar gibi. Varsa yoksa yapılardaki biçim arayışları içinde olduklarını izliyorum. Bizler oyunları sadece izler, fuayede de konuşuruz. Oysa oyunların hazırlandığı sahne arkasında neler konuşulur, nasıl çalışıyor; bu alanlar dahil faaliyetler nelerdir; dekorlar nerelerde, nasıl, hangi koşullarda hazırlanır bilemeyiz.
AKM'nin gerçek kullanıcıları olan teknisyen, mühendis ve sanatçıların binanın eksiklikleri ve sorunlarını proje mimarlarından daha iyi bildiklerinden eminim.
...
Binanın atölyeleri, depoları, dekor hazırlanan mahalleri, kostüm hazırlama, dikiş ve atölyelerine ek olarak sanatçı çalışma odaları, prova alanları gibi gösteri faaliyetlerinin yürütülmesi, gerçekleştirilmesi için önemli hazırlık çalışmalarının yapıldığı salonlarının vazgeçilmez destek alanlarıdır. Başka bir değişle sahnelerin mutfaklarıdır. Bu nedenle:
Tiyatro, konser, opera ve bale gösterileri için programlı bu çok işlevli binalar aynı zamanda eğitim tesisleri gibi çalışırlar. Eğitimden uygulamaya, amatörlükten profesyonelliğe geçiş süreci bu tür binanın mekanlarında yaşanır. Binanın kalitesi çalışma alanlarının niteliği yapılan sanatsal üretimle doğrudan ilgilidir.
...."
Proje mimarları ile aynı düşünceyi paylaşanlar AKM'nin işlevlerinin ne için kullanıldığı ve ne işe yaradığını hiç önemsemiyorlar gibi. Varsa yoksa yapılardaki biçim arayışları içinde olduklarını izliyorum. Bizler oyunları sadece izler, fuayede de konuşuruz. Oysa oyunların hazırlandığı sahne arkasında neler konuşulur, nasıl çalışıyor; bu alanlar dahil faaliyetler nelerdir; dekorlar nerelerde, nasıl, hangi koşullarda hazırlanır bilemeyiz.
AKM'nin gerçek kullanıcıları olan teknisyen, mühendis ve sanatçıların binanın eksiklikleri ve sorunlarını proje mimarlarından daha iyi bildiklerinden eminim.
...
Binanın atölyeleri, depoları, dekor hazırlanan mahalleri, kostüm hazırlama, dikiş ve atölyelerine ek olarak sanatçı çalışma odaları, prova alanları gibi gösteri faaliyetlerinin yürütülmesi, gerçekleştirilmesi için önemli hazırlık çalışmalarının yapıldığı salonlarının vazgeçilmez destek alanlarıdır. Başka bir değişle sahnelerin mutfaklarıdır. Bu nedenle:
Tiyatro, konser, opera ve bale gösterileri için programlı bu çok işlevli binalar aynı zamanda eğitim tesisleri gibi çalışırlar. Eğitimden uygulamaya, amatörlükten profesyonelliğe geçiş süreci bu tür binanın mekanlarında yaşanır. Binanın kalitesi çalışma alanlarının niteliği yapılan sanatsal üretimle doğrudan ilgilidir.
...."
- ersen gürsel, mimar
ersen gürsel'in cevabının tamamı için: yeni mimar dergisi
!f bağımsız 09 / bilanço
01. un prophéte (yeraltı peygamberi), jacques audiard, fransa-2009, *****
02. broderskab (kardeşlik), nicolo donato, danimarka-2009, *****
03. winterstilte (kış sessizliği), sonja wyss, hollanda-2008, *****
04. red riding 1974, julian jarrold, ingiltere-2009, *****
05. der knochenmann (kemik adam), wolfgang murnberger, avusturya-2009, ****.5
06. red riding 1980, james marsh, ingiltere-2009, ****.5
07. metropia, tarık saleh, isveç-2009, ****
08. nighthawks (gece kuşları), ron peck, ingiltere-1978, ***.5
09. greek pete (grek pete), andrew haigh, ingiltere-2009, ***
10. red riding 1983, anand tucker, ingiltere-2009, ***
11. soy cuba (ben küba), mikhail kalatozov, sovyetler birliği & küba-1964, **.5
lezzetsiz bir ziyafet
"şölen" bir tiyatro stüdyosu yapımı; bu sezon oynamaya başladı ancak ayda bir, en fazla iki kere sahneleniyor. hangi nedenle olursa olsun bu kadar ender oynanan bir oyunun oyuncuları yeterince iyi olabilirler mi? bir seyirci olarak konuşuyorum: olamazlar! olamıyorlar da! hele, zuhal olcay gibi türkiye'nin en iyi oyuncularından biri bile!
zuhal olcay'ı ilk defa, izmir devlet tiyatrosu'ndan istanbul'a transfer olduğu sene, akm oda tiyatrosu'nda "söz veriyorum" adlı oyunda izlemiştim, rus oyunuydu, üç kişilik bir aşk hikayesiydi, partnerlerinden biri alev sezer'di; kimbilir kaç sene oldu, bazı sahneleri hala aklımda.
ilk, televizyonda "parmak damgası" ile dikkatimi çekmişti sanırım zuhal olcay. daha sonraları tabii, hiç kimselerin unutamadığı "gecenin öteki yüzü"nde oynamıştı. müthiş duyarlı, edebiyatın tadını görüntü sanatına büyük başarıyla aktaran, olağanüstü bir yönetmenin, okan uysaler'in dizileriydi bunlar.
zuhal olcay'ı devlet tiyatroları'nda yücel erten rejisi ile martı'da, şehir tiyatroları'nda ünlü "evita" müzikalinde izledikten sonra arkadaşları ile kurduğu özel tiyatro topluluğu tiyatro stüdyosu'nun sahnelediği hiç bir oyunu kaçırmadım. taa ki yolları ayrılana kadar; önce ahmet levendoğlu ile sonra haluk bilginer ile.
şimdi zuhal olcay yıllar sonra tekrar, isim hakkı ahmet levendoğlu'nda kalmış olan tiyatro stüdyosu bünyesinde ingiliz kadın yazar moira buffi'nin "şölen"inde oynuyor. yönetmen ahmet levendoğlu.
geçtiğimiz hafta çarşamba akşamı, dostlarım ve ben heyecan ve beklenti ile akatlar kültür merkezi'nin yolunu tuttuk; heyecanlıydık çünkü hepimiz zuhal olcay hayranıyızdır.
maalesef heyecanımız kursağımızda kaldı; donuk, tutuk bir zuhal olcay vardı sahnede. doğrusu üzüldük. bildiğimiz, takip ettiğimiz, takdir ettiğimiz zuhal olcay değildi sahnedeki.
zuhal olcay'ın performası bir yana, oyunun da öyle çok zeki bir kurgusu ve isabetli yergileri olduğunu düşünmüyorum; hatta biraz zorlama, hele de sınıf farkları ingiltere kadar keskin olmayan ülkemiz için anlamsız ve keyfe keder bir olay örgüsüne sahip gibi geldi bize. [örneğin; yasmine reza'nın bu yıl devlet tiyatrolarında sahnelenen, benzer anlamda, farklı katmanlardan iki aileyi karşı karşıya getirerek çarpıştırdığı/tartıştırdığı oyunu fransa'da geçmesine rağmen, hem metnin evrensel tespitleri hem de oyuncularının başarısı sayesinde keyifli bir seyirliğe dönüşüyor.] dolayısıyla gerek zuhal olcay'ın gerekse (ayça bingöl ve gökçer genç'i dışında tutarak) diğer oyuncuların performanslarının düşüklüğünü hem oyunun sıklıkla sahnelenmemesine, ama daha çok, oyun metninin yeterince pırıltılı ve zeki olmamasına yormayı tercih ederim. ahmet levendoğlu'nun rejisinin de öyle çok başarılı olduğunu söyleyemeyeceğim.
"şölen"in tek yaratıcı tarafı behlüldane tor imzalı sahne tasarımı; arkadaki ışıltılı perdeleri saymazsak sadece yuvarlak bir şölen masasından oluşan sahne tasarımı ancak bu kadar işlevsel, yaratıcı ve hoş yapılabilirdi. hele de akatlar kültür merkezi'nin yarım daire planlı anfi tiyatrosuna tor'un dönen masası çok yakışıyor; sanki bu salon düşünülerek tasarlanmış gibi.
24 Şubat 2010 Çarşamba
demir leblebi: "broderskab"
if bağımsız film festivali’nin başından beri “bağımsız yaklaştığı” konulardan biri, zamanla festivalin demirbaş bölümlerinden birine dönüşen “gökkuşağı filmleri”; türkiye’deki festivaller arasında cesur bir kararla sadece gay ve lezbiyen filmlerine ayrılan tek resmi bölüm bu.
“gökkuşağı filmleri” bu yıl da yine mütevazi bir seçki ile karşımızdaydı; gözlerim "a single man"i aradı.
bu bölümden seyrettiğim üç film arasında en etkileyici olanı danimarka yapımı “broderskab” (kardeşlik) idi.
nicolo donato'nun filmi “broderskab” son yıllarda, tahmin edilesi zor ortamlarda (örneğin günümüzde kovboyların orta amerikası'nda veya ortaçağ'da samurayların japonyası'nda) erkekler arası aşkın anlatıldığı filmlere yeni bir halka ekledi: neonaziler arasında aşk.
neonazi grubuna ait “sert” delikalı jimmy ile geleceğe dair ne yapacağını bilemeden ortalıkta dolanırken yolu bu neonazi grubu ile kesişen yine "sert" bir eski asker lars'ın aşkı konu ediliyor.
iskandinav sinemasının tarif edilemez cazibesini [hayata farklı bir bakış açısı, kent ve kırsal peyzajlarda farklı bir ışık, acı ve kabuledilesi zor gerçeklerle kolkola yürüyen bir romantizm, bolca hüzün; dilim döndüğünde tarif etmeye çalıştım] taşıyan “broderskab”de senaryo tıkır tıkır işliyor, müzik ve kurgu özenli, kamera açıları atraksiyona kaçmıyor, görüntüler "titremiyor". filme çakılmanızı/kitlenmenizi sağlayan en önemli özellik ise oyunculuklar. özellikle neonazi jimmy'i oynayan david dencik sertlik ile şefkat, endişe ile kararlılık, masumiyet ile tutku arasında gidip gelen duyguları abartmadan, çok sakin bir incelikle, anlatılması gerçekten çok zor bir kabiliyetle canlandırıyor; belki şöyle diyebilirim: david dencik jimmy'i gözleri ile oynuyor, ne mimiğe ne jeste ne de beden diline ihtiyacı olmadan! filmi sadece onun gözlerini seyrederek takip edebilirsiniz ve duyguya dair hiçbir detayı kaçırmamış olursunuz.
“broderskab” zor bir film; izlemesi acı veriyor insana, boğazınıza takılıyor; filmdeki mutluluk sahnelerinin bile kısa süreli ve geçici olacağının hissi her an üzerinizde. çünkü bu tedirginliği giyinmiş olan bizzat filmin başkahramanları.
"broderskab" gerçekçi bir film; sert ve sulandırılmamış; [festivaldeki başka bir danimarkalı yönetmenin lone schefrig'in "an education" filmi gibi] sağ gösterip sol vurmuyor; sonuna, sapına kadar dürüst; acıysa acı, imkansız aşksa imkansız aşk! umut ise cılız; neredeyse yok denecek kadar az!
wuppertal tanztheater pina bausch'un internet sitesi yenilendi.
geçen yaz, daha pina bausch vefat etmeden önce duyurulmuştu yenileneceği, ancak bitirilmiş olmalı. yapıtlar hakkında teker teker kapsamlı fotoğraflar ve dakikalarına kadar daha önce olmadığı kadar detaylı bilgiler girilmiş. meraklılarına bir göz atmalarını tavsiye ederim: http://www.pina-bausch.de/
bu arada istanbul gösterilerinin mekanı da, bana fısıldandığı üzere harbiye muhsin ertuğrul sahnesi olarak gözükmeye başlamış. tarihlerde değişiklik yok: 21-23 haziran 2010.
21 Şubat 2010 Pazar
yeni bir mitsel kahraman
jacques audiard'ın filmlerini düzenli takip etmediğimi zannediyordum; herhalde benim seyrettiklerimin aralarında da filmler çekiyor ama ben rast gelmiyorum sanıyordum.
bu sabah if bağımsız filmler festivali'nde "un prophéte" (yeraltı peygamberi)'ni seyrettikten sonra imdb'ye girince gördüm ki, meğerse bu adam zaten çok ender film çekiyormuş, ve benim izlediklerim onun çektiklerinin hepsiymiş!
audiard'ın son üç filminin aralarında dörder yıl var, üçü de birbirinden iyi, her biri polisiye-suç-kara film türüne taze bakışlar getiren filmler: vincent cassel ve fransız filmlerinin tekinsiz kadın oyuncusu emmanuelle devos'lu 2001 yapımı "sur mes lèvres" (dudaklarımı oku), romain duris'li 2005 yapımı "de battre mon coeur s'est arrêté" (kalbim bir an durdu) ve 2009 yapımı "un prophéte".
"un prophéte" (yeraltı peygamberi) yaklaşık üç saat boyunca 19 yaşında eften püfen bir nedenle tutuklanan toy, okuma yazma bilmeyen, aile-din gibi kurumlarla da alakasını çoktan kesmiş (veya hiç kuramamış) müslüman arap asıllı fransız malik djebena'nın hapishanede geçirdiği 4-5 yılda nasıl gerçek bir suçluya ya da bir "kahine/peygambere" dönüştüğünün hikayesini anlatıyor.
audiard senaryosunu da yazdığı filmde masumiyet ile suçu, vicdan azabı ile nefreti, çıplak gerçek ile ruhaniyeti bıçak sırtı bir çizgide yanyana yaşayan, birinden öbürüne savrulan, delikanlıdan adama, toyluktan liderliğe evrilen karmaşık bir başkahraman yaratıyor.
malik djebena aynı "dudaklarımı oku"da suç dünyasına karışan kendi halindeki sağır-dilsiz kadın karakter veya "kalbim bir an durdu"da konser piyanisti olmaya karar veren suçlu gibi iyilikle kötülük arasında kalan sıradışı bir karakter.
tahir rahim, filmin neredeyse her karesinde gözüken ve duygusal olarak da oldukça çetrefilli bu rolün altından mükemmel bir şekilde kalkıyor.
başta tesadüf eseri "bir alet" olarak girdiği/sokulduğu/kullanıldığı suç dünyasında, zamanla kendi seçimleriyle palazlanan ve giderek liderliğe soyunan malik djabena'ya, tahir rahim'in incelikli oyunu, jacques audiard'ın usta senaryosu ve yönetimi sayesinde kızamıyorsunuz, kızmak bir yana sempati bile duyuyorsunuz; malik djebena'nın masum mu yoksa şeytan mı olduğuna karar veremiyorsunuz!
en güzeli de; filmin, brecht-weill ikilisinin tam da bu anlamda ikilemler üzerine kurulu başyapıtı "üç kuruşluk opera"da, aynı şekilde kızacağınızı mı yoksa seveceğinizi mi bilemediğiniz başkarakteri macheath'e adanmış "mack the knife" baladı ile sonlanması. bu şarkıya eşlik eden son sekans da tüyler ürpertecek kadar anlamlı.
sinema tarihi bu filmle yeni bir mit kahramanı kazanmış olabilir!
bu sabah if bağımsız filmler festivali'nde "un prophéte" (yeraltı peygamberi)'ni seyrettikten sonra imdb'ye girince gördüm ki, meğerse bu adam zaten çok ender film çekiyormuş, ve benim izlediklerim onun çektiklerinin hepsiymiş!
audiard'ın son üç filminin aralarında dörder yıl var, üçü de birbirinden iyi, her biri polisiye-suç-kara film türüne taze bakışlar getiren filmler: vincent cassel ve fransız filmlerinin tekinsiz kadın oyuncusu emmanuelle devos'lu 2001 yapımı "sur mes lèvres" (dudaklarımı oku), romain duris'li 2005 yapımı "de battre mon coeur s'est arrêté" (kalbim bir an durdu) ve 2009 yapımı "un prophéte".
"un prophéte" (yeraltı peygamberi) yaklaşık üç saat boyunca 19 yaşında eften püfen bir nedenle tutuklanan toy, okuma yazma bilmeyen, aile-din gibi kurumlarla da alakasını çoktan kesmiş (veya hiç kuramamış) müslüman arap asıllı fransız malik djebena'nın hapishanede geçirdiği 4-5 yılda nasıl gerçek bir suçluya ya da bir "kahine/peygambere" dönüştüğünün hikayesini anlatıyor.
audiard senaryosunu da yazdığı filmde masumiyet ile suçu, vicdan azabı ile nefreti, çıplak gerçek ile ruhaniyeti bıçak sırtı bir çizgide yanyana yaşayan, birinden öbürüne savrulan, delikanlıdan adama, toyluktan liderliğe evrilen karmaşık bir başkahraman yaratıyor.
malik djebena aynı "dudaklarımı oku"da suç dünyasına karışan kendi halindeki sağır-dilsiz kadın karakter veya "kalbim bir an durdu"da konser piyanisti olmaya karar veren suçlu gibi iyilikle kötülük arasında kalan sıradışı bir karakter.
tahir rahim, filmin neredeyse her karesinde gözüken ve duygusal olarak da oldukça çetrefilli bu rolün altından mükemmel bir şekilde kalkıyor.
başta tesadüf eseri "bir alet" olarak girdiği/sokulduğu/kullanıldığı suç dünyasında, zamanla kendi seçimleriyle palazlanan ve giderek liderliğe soyunan malik djabena'ya, tahir rahim'in incelikli oyunu, jacques audiard'ın usta senaryosu ve yönetimi sayesinde kızamıyorsunuz, kızmak bir yana sempati bile duyuyorsunuz; malik djebena'nın masum mu yoksa şeytan mı olduğuna karar veremiyorsunuz!
en güzeli de; filmin, brecht-weill ikilisinin tam da bu anlamda ikilemler üzerine kurulu başyapıtı "üç kuruşluk opera"da, aynı şekilde kızacağınızı mı yoksa seveceğinizi mi bilemediğiniz başkarakteri macheath'e adanmış "mack the knife" baladı ile sonlanması. bu şarkıya eşlik eden son sekans da tüyler ürpertecek kadar anlamlı.
sinema tarihi bu filmle yeni bir mit kahramanı kazanmış olabilir!
Etiketler:
jacques audiard,
sinema,
suç ve ceza,
tahir rahim
20 Şubat 2010 Cumartesi
sıkı bir suç üçlemesi
yıllar yıllar önce, şimdilerde sadece anadolu ve komşu ülke kentlerine misafir olan “gezici festival” ilk yılında istanbul’a konuk olmuştu. galiba istanbul, hem ilgisiz seyircisiyle hem de –o yıllarda kendisine rakip istemeyen– kültür kurumuyla gezici festivali küstürdü; bir daha buraya uğramadılar.
işte o ilk seneki festivalde, daha önce ülkemiz sinemalarında pek yapılmayan bir uygulama ile, lars von trier’in “kingdom” (krallık) adlı dört saatlik televizyon dizisi oynatılmıştı. fitaş’ın en üst salonunda burcu, nuray ve ben kah korkarak, kah gülerek, ama her anına hayran kalarak izlemiştik “krallık”ı. benzersiz bir deneyimdi!
bunları niye anlatıyorum. dün akşam if bünyesinde gösterilen, david peace'in aynı adlı romanlarından uyarlanmış “the red riding trilogy” (red riding üçlemesi) bana “krallık” tecrübemi hatırlattı: “red riding” toplam 300 dakika süren üç filmden oluşuyor: “red riding 1974”, “red riding 1980” ve “red riding 1983”.
üçleme if’te [ilk iki film haftaiçi sabah seansına denk gelmek üzere!!!!] ayrı ayrı da gösterildi.
üçünün bir arada gösterildiği tek seans dün fitaş 4’de saat 19.00’da başladı, filmler arasında 10’ar dakika ara verildi; maraton bittiğinde çoktan ertesi güne geçmiştik, saat 1.00’e yaklaşmıştı.
“red riding” üç ayrı yönetmen tarafından çekilmiş üç filmden oluşuyor; bu filmlerin her biri kendi içinde bütünlüğe sahipler, ancak omurgayı oluşturan temel hikaye bu üç filmi birbirine bağlıyor.
üçlemenin ilk halkası, julian jarrold imzalı “red riding 1974” bittiğinde, birlikte seyrettiğim arkadaşım ve ben çarpılmıştık; şahsen, uzun zamandır bu kadar sıkı bir cinayet-suç-polisiye hikayesi izlememiştim.
politik, toplumsal, sosyal eleştiri dozu yüksek “1974” ardından, james marsh imzalı “1980” bu sefer polis teşkilatının yozlaşmış iç yüzünü ustaca gözler önüne serdi.
anand tucker imzalı “1983” ise maalesef üçlemenin en zayıf halkasıydı; tipik, seri katilin yakalanmasına odaklı, kötü karakterin filmin sonunda “vicdana” geldiği, heyecanı yerinde ancak sürprizi önceden tahmin edilebilen bir filmdi.
“1974” endirekt ışığı, sıcak renkleri, sıradışı yakın plan görüntüleriyle mükemmel bir 70’ler atmosferi yarattı; ön fonunu bir seri cinayet vakasının oluşturduğu hikayenin arkaplanını emlak mafyası-polis teşkilatı-politikacı üçgeni kuruyordu. ilk filmin başkahramanı genç gazeteci eddi dunford (andrew garfield) sayesinde 70’lerin asi ancak masumane ruhunu bütünüyle içimizde hissettik.
“1980”de bu sefer thatcher ingiltere’sinin soğuk, mavi ve gri tonların hakim olduğu, ağırbaşlı, duygudan ziyade aklın ön plana çıktığı tablosu çizildi önümüzde. bu sefer yelpazenin diğer tarafından bir başkahraman, polis memuru peter hunter (paddy considine) üzerinden polis teşkilatının içindeki gelişmelere odaklandık. bir kere daha hayretler içinde kaldık, çarpıldık.
“1974” ve “1980” finalleriyle de yürek burkan, sağlam filmlerdi.
bunların ardından “1983”, evet bütün olayların düğümünün çözüldüğü, ancak oldukça da sıradan ve düz bir şekilde, satır araları olmayan zayıf arka planıyla hikayeyi sonlandırdı. maalesef bu filmin, diğer ikisind olduğu gibi, seyirciyi sürükleyen karizmatik bir başrol oyuncusu da yoktu.
her üç filmde de gözüken peter mullan'ı, rolünün kısalığından dolayı hesaba katmıyorum, yoksa kendisi bana göre hem oyunculuğu hem de yönettiği filmlerle ingiliz sinemasının en etkileyici aktörlerinden biridir.
üçlemenin son halkasının yarattığı hayal kırıklığına rağmen; bildik hollywood polisiyelerinden veya egzantrik-zorlama fransız seri katil filmlerinden sıkılmış biri olarak, edebiyatın ve sinema sanatının bu vazgeçilmez türüne atılan bu güçlü ingiliz bakışı çok hoşuma gitti.
Etiketler:
anand tucker,
david peace,
james marsh,
julian jarrold,
sinema
13 Şubat 2010 Cumartesi
Biliyoruz... Farkındayız... BİRLİKTEYİZ...
Sanatın özgür irade ve ifade gücünün; zihinlerde oluşturulacak en tehlikeli sansür olan, OTOSANSÜR yoluyla engellenmesini önlemek için...
Sanatın diliyle konuşmak isteyen her topluluğu ve mekânı topun ucuna yerleştirerek başlatılmaya çalışılan kör dövüşlerine izin vermemek için...
Tarih boyunca sıkça gördüğümüz ‘talihsiz rastlantı’ların tekerrür etmemesi için...
Kalıcı çözümler üretilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Seyirci ve Toplulukları sağduyulu olmaya çağırıyoruz.
Sağlıklı bir düşünce ortamı geliştirmeyi istiyoruz.
Kumbaracı50; Yala Ama Yutma ekibine, oyunu mekânlarında sahnelemeyi istedikleri ilk günden bu yana tehditlere direnerek destek vermeye devam etmiştir ve edecektir. Yala Ama Yutma ekibi de her kararıyla Kumbaracı50’yi korumayı seçmiştir. Sanat yoluyla özgür ifadeden yana isek bunu ifade edebilme hürriyetimize sahip çıkan mekânları da korumamız ve çoğaltmamız gerek. Bu noktada alınan riskin sorumluluğunu soğukkanlılığımızı koruyarak sahiplenmeliyiz.
Oluşabilecek her tehlikeye karşı, gerek yasal yollarla gerek manevi destekle Yala Ama Yutma ekibinin ve Kumbaracı50’nin yanında olmak ve bu sorumluluğu hep beraber paylaşmak bundan sonra gerçekleşebilecek benzer her tür durumda ortaya konulacak ortak tepkinin de ilk adımıdır.
Yala Ama Yutma ekibi provokatif yayınlar durana dek oyunu erteleme kararı almıştır. Kendileri ve seyircileri için duydukları bu haklı korkuyu; yargı, basın ve kamuoyu üzerinden yürütülecek sağlıklı bir sürecin geliştirileceği güne dek paylaşıyoruz.
Korkunun üretilip çoğaltıldığı yerde korkmak cesaretsizlik değil, dünü, bugünü bilmek, farkında olmaktır. Geri çekilmek değil, fazlasını talep etmek için akılcı çözüm yolları aramaktır. Korkunun dile gelmesini baskılamaktansa, var olduğu gerçeğinin dile getirilmesi sorunu görünür kılar.
Bildiğimiz dilde konuşmak varken yok edilip kaybolmak değil, ÇOĞALMAK İSTİYORUZ!
Çoğalmaya Devam!
Altıdan Sonra Tiyatro
Arif Akkaya
Ayşe Bayramoğlu
Çıplak Ayaklar Kumpanyası
Dikmen Gürün
Eraslan Sağlam
Genco Erkal
Hasibe Eren
İlyas Odman
Kumbaracı50 Sahnesi
Mehmet Birkiye
oyun deposu
Özen Yula
Seçkin Selvi
Selen Korad Birkiye
Tiyatro…Tiyatro…Dergisi
Tiyatro Gerçek
Tiyatro Hal
tiyatrotem
Uluslar arası Tiyatro Eleştirmenleri Birliği (IATC) Türkiye Merkezi (TEB)
Üstün Akmen
Ve Diğer Şeyler Topluluğu
Yala Ama Yutma! Ekibi
Yılmaz Öğüt
Zeynep Tanbay
Sanatın diliyle konuşmak isteyen her topluluğu ve mekânı topun ucuna yerleştirerek başlatılmaya çalışılan kör dövüşlerine izin vermemek için...
Tarih boyunca sıkça gördüğümüz ‘talihsiz rastlantı’ların tekerrür etmemesi için...
Kalıcı çözümler üretilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Seyirci ve Toplulukları sağduyulu olmaya çağırıyoruz.
Sağlıklı bir düşünce ortamı geliştirmeyi istiyoruz.
Kumbaracı50; Yala Ama Yutma ekibine, oyunu mekânlarında sahnelemeyi istedikleri ilk günden bu yana tehditlere direnerek destek vermeye devam etmiştir ve edecektir. Yala Ama Yutma ekibi de her kararıyla Kumbaracı50’yi korumayı seçmiştir. Sanat yoluyla özgür ifadeden yana isek bunu ifade edebilme hürriyetimize sahip çıkan mekânları da korumamız ve çoğaltmamız gerek. Bu noktada alınan riskin sorumluluğunu soğukkanlılığımızı koruyarak sahiplenmeliyiz.
Oluşabilecek her tehlikeye karşı, gerek yasal yollarla gerek manevi destekle Yala Ama Yutma ekibinin ve Kumbaracı50’nin yanında olmak ve bu sorumluluğu hep beraber paylaşmak bundan sonra gerçekleşebilecek benzer her tür durumda ortaya konulacak ortak tepkinin de ilk adımıdır.
Yala Ama Yutma ekibi provokatif yayınlar durana dek oyunu erteleme kararı almıştır. Kendileri ve seyircileri için duydukları bu haklı korkuyu; yargı, basın ve kamuoyu üzerinden yürütülecek sağlıklı bir sürecin geliştirileceği güne dek paylaşıyoruz.
Korkunun üretilip çoğaltıldığı yerde korkmak cesaretsizlik değil, dünü, bugünü bilmek, farkında olmaktır. Geri çekilmek değil, fazlasını talep etmek için akılcı çözüm yolları aramaktır. Korkunun dile gelmesini baskılamaktansa, var olduğu gerçeğinin dile getirilmesi sorunu görünür kılar.
Bildiğimiz dilde konuşmak varken yok edilip kaybolmak değil, ÇOĞALMAK İSTİYORUZ!
Çoğalmaya Devam!
Altıdan Sonra Tiyatro
Arif Akkaya
Ayşe Bayramoğlu
Çıplak Ayaklar Kumpanyası
Dikmen Gürün
Eraslan Sağlam
Genco Erkal
Hasibe Eren
İlyas Odman
Kumbaracı50 Sahnesi
Mehmet Birkiye
oyun deposu
Özen Yula
Seçkin Selvi
Selen Korad Birkiye
Tiyatro…Tiyatro…Dergisi
Tiyatro Gerçek
Tiyatro Hal
tiyatrotem
Uluslar arası Tiyatro Eleştirmenleri Birliği (IATC) Türkiye Merkezi (TEB)
Üstün Akmen
Ve Diğer Şeyler Topluluğu
Yala Ama Yutma! Ekibi
Yılmaz Öğüt
Zeynep Tanbay
12 Şubat 2010 Cuma
çığrından çıkan çağdaş bir ayin
şiddetle euripides'in "bakhalar"ını "okumak" istiyorum.
evet, "bakhalar" şehir tiyatrolarında sahnelenmeye başlandı ve ben de geçtiğimiz günlerde o şoku yaşadım. harbiye muhsin ertuğrul'un yarısından çoğu boştu, arada kaçan olamadı çünkü oyun arasızdı, uzun da sürmedi, sadece 75 dakika.
çıkınca ilk düşüncem bu oyunun orjinali nasıldı da bu hale geldi oldu!
oyunu romanya'dan mihai maniutiu yönetiyor. koreografi, ışık ve sahne tasarımı ekibi de ona ait. oyuncular türk.
çok cesur, temperemanlı, görsel kalitesi çok çok yüksek, oldukça sarsıcı (hele de şehir tiyatroları seyircisini düşünürsek) bir uyarlama olmuş "bakhalar".
sahnede gerçekleşenler o kadar allak bullak edici, bakhalar, teresias ve dionisos o kadar yırtıcı ve delirmişler ki, sahne ile salon (sanki seyircileri bu vahşetten korumak istermiş gibi), sahneağzını bütünüyle kaplayan bir tel örgüyle ayrılmış; belki meksika'da bir varoşdayız, belki de bir favela'da. açlıktan veya aşkınlıktan birbirini yiyen insanları seyrediyoruz!
sahne tasarımı tek kelime ile heyecanverici. bu kadar yalın bir fikir, bu kadar mı etkileyici olur; günümüzün çok alelade bir malzemesiyle kadim tapınakların dokusu, rengi, atmosferi yakalanmış.
ışık tasarımı da öyle, giysi tasarımı da.
müzik kullanımı "ilginç", zaman zaman zorlayıcı.
keşke mikrofon olmasaymış diyeceğim ancak yorumun bir parçası, olmazsa olmazıydı, dolayısıyla mikrofondan salona yayılan tiz çığlıklara, bet seslere katlanması gerekiyor kulaklarımızın.
sırf bu yüzden ikinci kere gitmiyorum, yoksa çoktan bir kere daha seyretmiştim!
yönetmenin yorumundan ziyade şehir tiyatrolarının böyle bir sahnelemeyi kabul etmesindeki cesarete hayran olduğumu söylemeliyim.
ayrıca; "bakhalar" 21. yüzyılda sahnelenecekse ancak bu kadar özgürce uyarlanabilirdi. bu açıdan da hem yönetmeni, hem yaratıcı ekibini, hem de şehir tiyatroları oyuncularını takdirle karşılıyorum.
ancak bütün bu heyecanverici, adrenalinyükseltici artılarına rağmen, "bakhalar"da bir şeyler eksik!
nedir eksik olan derseniz, cevabını kolay veremem; eserin orjinalini bilmiyorum bir kere. belki şu olabilir: metin o kadar azaltılmış ki dramatik yapı kurulamıyor; sahnede sadece arka arkaya gelen, hepsi birbirinden çoşkulu görsel tablolar var. onlar da bir zaman sonra tekrara dönüşüyor, etkisini kaybediyorlar.
"bakhalar" pazar'a kadar harbiye muhsin ertuğrul'da. kaçırmayın, çünkü bir daha programa koyulmamasından korkuyorum.
Etiketler:
çağlar yiğitoğulları,
euripides,
mihai maniutiu,
tiyatro
11 Şubat 2010 Perşembe
dans düşleri
anne linsel bir belgeselci.
pina bausch hakkında enfes bir belgeseli var; 2006 yapımı, adı “pina bausch”.
öyle 1.5-2 saat süren bir yapım değil bu; sadece 44 dakika.
pina bausch, dansçıları, sahne tasarımcısı ve kostümcüsüyle yapılan söyleşiler o kadar isabetli biraraya getirilmiş ve kurgulanmış ki, uzun lafa gerek kalmadan, az öz ama etkileyici bir bütünlükte pina bausch’un sanatı, dansa ve hayata yaklaşımı ustaca belgelenmiş.
anne linsel’in pina bausch ile ilgili yeni bir belgeseli yarın başlayacak 60. berlinale’de gösterilecek; adı “tanz traueme”.
pina bausch 1978 yılında ilk defa sahneye koyduğu “kontakthof”u 2000 yılında bu sefer 65 yaş üzeri hanım ve beyler için yeniden sahneler. 2008’in sonbaharında wuppertal, düsseldorf ve essen'de düzenlenen “pina bausch festivali” vesilesiyle “kontakthof” bu sefer 14 yaş üstü yeniyetmelerle tekrar sahneye taşınır.
anne linsel’in rainer hoffmann ile beraber hazırladığı 89 dakikalık belgesel, işte bu son versiyonu konu ediniyor.
pina bausch’un bu iki “kontakhof”u şu sıralar dünyayı geziyorlar; hatta bazı şehirlerde aynı gün içinde matinede 14 yaşlı olanı, suarede 65 yaşlı olanı sahneleniyor.
“kontakthof - 65 yaş üstü hanımefendiler ve beyler ile”nin sahneden yapılan bir kaydı idans03’te gösterilmişti. umarım anne linsel’in bu yeni belgeseli de bir yerlerde, mesela film festivali’nde gösterilir. ya da keşke [biraz da hayal kuriyim] haziran ayında “nefes” istanbul’a gelebilirse, goethe enstitüsü’nün de yardımıyla istanbul’da bir pina bausch filmleri haftası düzenlense. geçtiğimiz kasım’da topluluğun paris'te theatre-de-la-ville gösterileri sırasında tam bir aylık bir film programı düzenlendi. istanbul’da bir haftalığı neden olmasın!
pina bausch hakkında enfes bir belgeseli var; 2006 yapımı, adı “pina bausch”.
öyle 1.5-2 saat süren bir yapım değil bu; sadece 44 dakika.
pina bausch, dansçıları, sahne tasarımcısı ve kostümcüsüyle yapılan söyleşiler o kadar isabetli biraraya getirilmiş ve kurgulanmış ki, uzun lafa gerek kalmadan, az öz ama etkileyici bir bütünlükte pina bausch’un sanatı, dansa ve hayata yaklaşımı ustaca belgelenmiş.
anne linsel’in pina bausch ile ilgili yeni bir belgeseli yarın başlayacak 60. berlinale’de gösterilecek; adı “tanz traueme”.
pina bausch 1978 yılında ilk defa sahneye koyduğu “kontakthof”u 2000 yılında bu sefer 65 yaş üzeri hanım ve beyler için yeniden sahneler. 2008’in sonbaharında wuppertal, düsseldorf ve essen'de düzenlenen “pina bausch festivali” vesilesiyle “kontakthof” bu sefer 14 yaş üstü yeniyetmelerle tekrar sahneye taşınır.
anne linsel’in rainer hoffmann ile beraber hazırladığı 89 dakikalık belgesel, işte bu son versiyonu konu ediniyor.
pina bausch’un bu iki “kontakhof”u şu sıralar dünyayı geziyorlar; hatta bazı şehirlerde aynı gün içinde matinede 14 yaşlı olanı, suarede 65 yaşlı olanı sahneleniyor.
“kontakthof - 65 yaş üstü hanımefendiler ve beyler ile”nin sahneden yapılan bir kaydı idans03’te gösterilmişti. umarım anne linsel’in bu yeni belgeseli de bir yerlerde, mesela film festivali’nde gösterilir. ya da keşke [biraz da hayal kuriyim] haziran ayında “nefes” istanbul’a gelebilirse, goethe enstitüsü’nün de yardımıyla istanbul’da bir pina bausch filmleri haftası düzenlense. geçtiğimiz kasım’da topluluğun paris'te theatre-de-la-ville gösterileri sırasında tam bir aylık bir film programı düzenlendi. istanbul’da bir haftalığı neden olmasın!
sessizliğin barındıkları
bu yılki if festivaline çok güzel başladım.
istiklal'in kalabalığından dağlar arasına sıkışmış, karlar altında, ıssız, yalnız bir isviçre köyüne ışınlandım yetmiş dakikalığına...
"winterstilte" (kış sessizliği) masal ile gerçek, düş ile kabus, ölüm ile yaşam, kutsal ile profan, katolik ile pagan arasında bir yerlerde özgürce gezinen, sessizlikle çerçevelenmiş büyülü görüntüleriyle şiirsel bir film. yönetmeni hollandalı video sanatçısı sonja wyss.
filmden 7'ye gelir gelmez arvo paert'in "für alina"sını koydum cd-çalara. filmin atmoferini devam ettirebilecek en uygun müzik gibi geldi bana. öyleymiş...
"winterstilte" festivalde bir kere daha oynayacak; 20 şubat, 19.30, afm fitaş 1.
10 Şubat 2010 Çarşamba
KINIYORUM!
15 Şubat’ta, kendini bir porno yıldızının vücudunda bulan ‘melek’in öyküsünü anlatan ‘yala ama yutma’ adlı oyunu sahneleyecek olan kumbaracı50 sahnesi, önceki gün beyoğlu belediyesi tarafından yangın merdiveni olmadığı gerekçesiyle mühürlendi.
bu gidişle; 2010'da istanbul'a "avrupa kültür başkenti" değil, "dünya kültürsüzlük başkenti" ünvanı yakışacak!
bu gidişle; 2010'da istanbul'a "avrupa kültür başkenti" değil, "dünya kültürsüzlük başkenti" ünvanı yakışacak!
Tiyatroma Dokunma!
İMZA KAMPANYASI: http://tiyatromadokunma.net/
Geride bıraktığımız yıl Türkiye tiyatroları için oldukça zorluydu. Sahnelerde ifade özgürlüğü ve tiyatro yapma hakkı sık sık yetkililer tarafından gasp edildi. Bazı oyunlar “milli örf ve adetlerimize “uygun bulunmayarak, bazıları da politikacıları eleştirdiği için “hakaret” suçlamasıyla engellemelerle karşılaştı, mahkemelere düştü. Kürtçe oyunlar sergileyen topluluklar hakkında keyfi soruşturmalar açıldı. Belediyeler, üniversite ve lise idarecileri, kültür ve sanat kurumu yöneticileri pek çok durumda adaletsiz ve yasaklamacı uygulamalar yaptılar, altyapı olanaklarının kullanımının tabanda adil bir biçimde yaygınlaştırılmasına engel oldular. Güvenlik güçleri hiçbir suç unsuru içermemesine rağmen sokakları bazılarımızın faaliyetlerine kapatmayı tercih ettiler.
Maalesef ki yeni yılın ilk günlerinde gerçekleşen bazı olaylar bize bu tür girişimlerin bu yıl da devam edeceğini gösteriyor. Afyon’da ve Sincan’da kamuoyunda rahatsızlık yaratacak gelişmeler oldu, bazı gruplar tiyatro yapma haklarının keyfi biçimde ellerinden alındığını ileri sürdüler. İzmir’de Yenikapı Tiyatrosu hem sokaklarda seyircisiyle buluşurken, hem de şehrin çeşitli yerlerinde oyun tanıtımı amacıyla afişleme yaparken keyfi biçimde polis müdahalesiyle karşılaştı.
Bizler Türkiye Tiyatrolar Birliği üyesi gruplar olarak, tiyatro faaliyetlerine dönük insan hakları ihlallerinin bilançosunun daha da ağırlaşmasına seyirci kalmak istemiyor, her türlü yasakçı ve baskıcı zihniyete “Tiyatroma Dokunma!” diyoruz. Konuya duyarlı sanatseverleri düzenlediğimiz imza kampanyasına katılmaya davet ediyoruz. 12 Mart tarihine kadar toplanacak imzalar aynı gün Ankara’da tiyatrocuların haklarının yasalarca garanti altına alınması talebiyle TBMM’ye iletilecektir.
Bu kampanyanın kamusal görünürlüğünü arttırmak için önümüzdeki günlerde yürüteceğimiz faaliyetlerin vurgu noktasını bu tema üzerinde yoğunlaştıracağız. 16. Bartın Tiyatro Festivali bu “Tiyatroma Dokunma!” sloganıyla yola çıkacaktır. İzmir’de Yenikapı Tiyatrosu’nun öncülüğünde 27 Ocak Çarşamba günü Vasıf Öngören Sanat Merkezi’nde “Tiyatroma Dokunma!” adlı bir etkinlik gerçekleştirilecektir. Türkiye Tiyatro Birliği gruplarının bu konudaki eylemlilikleri diğer şehirlere de yayılarak sürdürülecektir.
Konunun önemine inan ve mücadelenin bir parçası olmak isteyen diğer grup ve örgütleri de benzeri etkinlikler düzenlemeye davet ediyor ve “Tiyatroma Dokunma!” demeye çağırıyoruz.
Türkiye Tiyatrolar Birliği
Geride bıraktığımız yıl Türkiye tiyatroları için oldukça zorluydu. Sahnelerde ifade özgürlüğü ve tiyatro yapma hakkı sık sık yetkililer tarafından gasp edildi. Bazı oyunlar “milli örf ve adetlerimize “uygun bulunmayarak, bazıları da politikacıları eleştirdiği için “hakaret” suçlamasıyla engellemelerle karşılaştı, mahkemelere düştü. Kürtçe oyunlar sergileyen topluluklar hakkında keyfi soruşturmalar açıldı. Belediyeler, üniversite ve lise idarecileri, kültür ve sanat kurumu yöneticileri pek çok durumda adaletsiz ve yasaklamacı uygulamalar yaptılar, altyapı olanaklarının kullanımının tabanda adil bir biçimde yaygınlaştırılmasına engel oldular. Güvenlik güçleri hiçbir suç unsuru içermemesine rağmen sokakları bazılarımızın faaliyetlerine kapatmayı tercih ettiler.
Maalesef ki yeni yılın ilk günlerinde gerçekleşen bazı olaylar bize bu tür girişimlerin bu yıl da devam edeceğini gösteriyor. Afyon’da ve Sincan’da kamuoyunda rahatsızlık yaratacak gelişmeler oldu, bazı gruplar tiyatro yapma haklarının keyfi biçimde ellerinden alındığını ileri sürdüler. İzmir’de Yenikapı Tiyatrosu hem sokaklarda seyircisiyle buluşurken, hem de şehrin çeşitli yerlerinde oyun tanıtımı amacıyla afişleme yaparken keyfi biçimde polis müdahalesiyle karşılaştı.
Bizler Türkiye Tiyatrolar Birliği üyesi gruplar olarak, tiyatro faaliyetlerine dönük insan hakları ihlallerinin bilançosunun daha da ağırlaşmasına seyirci kalmak istemiyor, her türlü yasakçı ve baskıcı zihniyete “Tiyatroma Dokunma!” diyoruz. Konuya duyarlı sanatseverleri düzenlediğimiz imza kampanyasına katılmaya davet ediyoruz. 12 Mart tarihine kadar toplanacak imzalar aynı gün Ankara’da tiyatrocuların haklarının yasalarca garanti altına alınması talebiyle TBMM’ye iletilecektir.
Bu kampanyanın kamusal görünürlüğünü arttırmak için önümüzdeki günlerde yürüteceğimiz faaliyetlerin vurgu noktasını bu tema üzerinde yoğunlaştıracağız. 16. Bartın Tiyatro Festivali bu “Tiyatroma Dokunma!” sloganıyla yola çıkacaktır. İzmir’de Yenikapı Tiyatrosu’nun öncülüğünde 27 Ocak Çarşamba günü Vasıf Öngören Sanat Merkezi’nde “Tiyatroma Dokunma!” adlı bir etkinlik gerçekleştirilecektir. Türkiye Tiyatro Birliği gruplarının bu konudaki eylemlilikleri diğer şehirlere de yayılarak sürdürülecektir.
Konunun önemine inan ve mücadelenin bir parçası olmak isteyen diğer grup ve örgütleri de benzeri etkinlikler düzenlemeye davet ediyor ve “Tiyatroma Dokunma!” demeye çağırıyoruz.
Türkiye Tiyatrolar Birliği
7 Şubat 2010 Pazar
özgün ve başarılı bir müzikal: "7"
ayın 7'sinde "7, şekspir müzikali"ni izledim; tesadüf, ayarlı değil.
shakespeare'in yaklaşık 20 eserinden derlenerek oluşturulmuş kurgu, bir erkeğin hayatının yedi safhasını anlatıyor; doğumdan ölüme.
erkek'e dört soykarı eşlik ediyor. soykarı'lar soytarı'dan türemişler. keşke biraz da kocakarı'lıkları olsaydı.
"7" neşeli bir müzikal olmuş. pek bir eğlenceli; karnaval mantığında.
haluk bilginer tek kelime ile muhteşem.
ona eşlik eden dört genç kadın oyuncu (evrim alasya, selen öztürk zeynep alkaya, tuğçe karaoğlan) da çok çok iyiler.
hepsi sahnede iki saat canlı şarkı söylüyor, dans ediyorlar.
sahne tasarımı (bengi günay) çok özenli; kostümler, objeler "el emeği göz nuru" tabirini hak ediyorlar; hepsinde ince ince bir sürü detay var.
sahnede 9 kişilik orkestra canlı çalıyor.
oyunun müzikleri tolga çebi'ye ait; iki saat duraksız ve kaliteli müzik.
bir müzikal sahnelemek zor iş. hele de herşeyini sıfırdan yaratıyorsanız.
oyuna dair herşeye çok özenilmiş, çok emek verilmiş. sahnede oyuncu ve müzisyen performansları mükemmel.
oyun atölyesi bu zor işin altından hakkıyla çıkmış.
belki de istanbul'da sezonun en iyi yapımı!
[ancak;
bana "7"nin içeriği hafif ve kurgusu düz geldi; hoşça vakit geçirmenin ötesine geçemedim.
haddim değil ama bana [kim oluyorsam!] kalsaydı, o güzelim shakespeare oyunlarından bambaşka bir kolaj yapardım; karanlık, kasvetli, kırmızısı koyu, tutkusu bol, hafif melankolik, bir tutam masalsı, ironik ve sert bir toplam olurdu benimkisi. cadısı, soytarısı, kraliçesi bol olurdu.
yıllar önce müşfik kenter, talat halman'ın shakespeare oyunlarından derlediği "kahramanlar ve soytarılar"ı oynamıştı; tek bir koltukla!
ben orada kalmışım...]
merce cunningham - the legacy tour
geçtiğimiz yaz merce cunningham vefat ettiğinde, ondan birkaç gün önce kaybettiğimiz pina bausch'un ardından hararetli tartışmalara neden olan, yapıtlarının ve topluluğunun geleceğe nasıl aktarılacağı endişesi yaşanmamıştı. çünkü 90 yaşındaki cunningham vefat etmeden çok önce bir vakıf kurmuş ve geleceğe dair kararları vermişti: vefatından sonra topluluğu iki yıllık büyük bir dünya turnesine çıkıp sonra dağılacak, kurduğu vakıf onun yapıtlarının yarınlara taşınmasında tek yetkili olacaktı.
işte; 12 şubat 2010'da başlayıp 31 aralık 2011'de bitecek "the legacy" adlı turnenin ön programı açıklandı. şimdilik listede olan kentler şunlar:
roma, monaco, montreal, ispanya (vigo, santiago de compostella, coruna), weimar, 2010 ve 2011'de ikişer defa londra ve paris, fransa (montpellier, clermont-ferrand, metz, amiens, nimes, bezons, marseilles) ve 24 amerikan kenti.
umarım istanbul da bir an önce bu listeye dahil olur. açıkhava tiyatrosu mu olur, lütfi kırdar kongre merkezi mi, neresi olursa; yeter ki cunningham'ı kendi dansçılarından son defa seyretme imkanımız olsun..
cedar lake contemporary ballet'den triple bill
29 ocak - 1 şubat wuppertal seferimin pina bausch dışında başka bir ayağı daha vardı: amerikalı dans topluluğu cedar lake contemporary ballet'in almanya turnesi.
kısaca c.l.c.b. mayıs 2009'da sidi larbi cherkaoui'nin yeni bir yapıtının, "orbo novo" (yeni dünya)'nın prömiyerini yapmıştı ve o zaman açıklanan almanya turnesi programında bu eserden de bölümler sahneleneceği yazılıydı. ben de; cherkaoui'nin amerikalı bir toplulukla ürettiği bir eseri, sırf bu iş için amerika'ya gidemeyeceğime göre, hazır topluluk avrupa'ya turneye gelmişken seyretmek ümidindeydim.
bir ay kala turne programı kesinleşti: altı kentlik almanya turnesinde sadece ilk gece, 27 ocak'ta neuss'ta, cherkaoui'nin 75 dakikalık eseri bütünüyle sahnelendi, diğer kentlerde topluluğun repertuarından seçilen üç yapıt sunuldu. herhalde, başta düşünülenden, yani program içine "orbo novo"dan bölümler koymaktan, yapıtın bütünlüğünü bozacağından dolayı vazgeçilmişti. belki de cherkaoui yapıtının öyle parça parça sahnelenmesini istemedi. ["orbo novo" topluluğun avrupa turnesinin roma ayağında 6-8 şubat'ta üç kere roma'da sahneleniyor.]
neyse, ben sonuçta, 30 ocak'ta leverkusen'de üç farklı koreografın birer yapıtından oluşturulmuş karma bir program izledim.
...
birinci parantez:
istanbul'da yabancı ve büyük bir dans topluluğunu düzgün bir sahnede en son ne zaman izledik?
tiyatro festivali'nin iki yılda bir yapıldığını, son tiyatro festivali'ne gelen william forsythe projesinin dans gösterisinden ziyade devasa ölçekli bir performans olarak antrepo'da sahnelendiğini ve akm'nin iki yıldır kapalı olduğunu düşünürsek, ve maurice bejart'ın karma gösterisini de saymazsak; dört yıl önce anne teresa keersmaaker'in rosas'ı ve yine aynı yıl cullberg balesi.
dışarda müthiş geniş bir dans (ve tiyatro) dünyası var ve biz istanbul'dakiler sadece, küçük mekanlara hapsolmuş solo, duo, deneysel veya fazlasıyla avant-garde işlerle yetinmek zorundayız!
...
ikinci parantez:
c.l.c.b.'yi seyrettiğim leverkusen kenti almanya'nın kuzey ren-vestfalya bölgesindeki irili ufaklı onlarca sanayi kenti arasında ufak ölçeklilerden biri.
köln ile düsseldorf arasında, ikisine de trenle 15 dakikalık mesafede. sevimsiz, soğuk ve kimliksiz gibi gözüken bir sanayi kenti. bayer'in devasa tesisleri bu kentte.
bu 160 bin nüfuslu kentin "forum" adlı öyle bir kültür merkezi var ki, böylesi onun 100 katı nüfus sahip koskoca 17 milyonluk istanbul'da yok!
sofitasıysa sofitası, sahne genişliği ve derinliği ise genişliği-derinliği, salonun akustik hacmi ise hacmi, her şey uluslararası standartta. amerika'dan bir dans topluluğu geliyor, rahatlıkla eserlerini sahneliyor. iki hafta önce de son yılların en önemli ingiliz koreograflarından wayne mcgregor topluluğu ile konukmuş.
forum'un sadece tek bir salonu yok; küçük salon, sergi mekanları (geçtiğimiz yıllarda türkiye'yi dolaşan "haymatloz" sergisi oradaydı), sinema salonu, çeşitli etkinliklere imkan verecek büyüklükte fuaye ve dış mekanları, gençlere eğitim amaçlı olarak kullanılan atölye ve sınıfları da var.
kıskanılmayacak gibi değil!
...
parantezleri kapa, konuya kaldığın yerden devam et, anlayan anlamıştır parantezleri:
cherkaoui'nin "orbo novo"sunu seyredememiş (ve 2 gün ile kaçırmış) olmak üzdüyse de beni, cedar lake contemporary ballet'in sunduğu seçki oldukça iyiydi.
yapıtları sahnelenen üç genç koreograf da avrupalı; italyan, norveçli ve hollandalı.
hiçbirini daha önce tanımıyordum. her birinin broşürdeki özgeçmişleri oldukça kuvvetli: keersmaaeker'in okulu p.a.r.t.s.'da eğitim görmüş olanı mı istersiniz, forysthe'ın yanında çalışmış olanı mı, scapino ve rambert'te dans etmiş olanı mı...
ayrıca, her birinin kendi dans topluluğu da varmış.
üç yapıttan edindiğim genel intiba, topluluğun, hele de özel bir kuruluş (kamudan yardım almayan) olarak, teknik anlamda çok yetkin olduğuydu.
amerika deyince dans alanında daha çok geometrik, matematiksel, teknik ağırlıklı bir yaklaşım vardır. genellersek; amerika dans geleneği salt bedenin sınırlarını zorlayan, ötesindeki/altındaki kavramsal katmanlarla pek ilgilenmeyen bir yaklaşıma sahiptir. dans'ta tiyatral yaklaşım, fikirsel altyapı ise daha çok avrupa dans geleneğine aittir.
cedar lake contemporary ballet, avrupalı koreograflarla çalışarak bu iki gelenek arasında hoş bir köprü kurmaya çalışmış.
Sunday, Again (excerpts) from Caleb Custer on Vimeo.
akşamın ilk yapıtı jo stromgren'in "sunday, again"i idi.stromgren'in yapıtı tam da amerikan ile avrupalı dans geleneğini kaynaştıran niteliğe sahipti; bir yandan matematiksel örüntüler kurarken diğer yandan da dans tiyatrosuna yaklaşan durumlar sergileniyordu.
yapıtı başlatan ve yaklaşık beş dakika süren duo, çağdaş dans'ta bir düetin teknik, yaratıcılık ve estetik anlamda gelebileceği en üst seviyeydi. hayret, hayranlık ve huşu içinde seyrettim; hatta, akşamın bu muhteşem açılışı programın geneline dair beklentimi de o kadar yükseltti ki, devamında biraz hayal kırıklığına bile uğradım.
stromgren bach'ın yapıtlarından bir kolaj eşliğinde, badmington oynayan refahtan bunalmış zengin beyaz ırkın kadın-erkek ilişkilerini ironik bir bakışla yorumlamış. yapıt, ilerledikçe biraz dağılıyor, tiyatral sahneler çoğalıp başlangıçtaki güçlü teknik ve yaratıcı estetik azalıyor, dolayısıyla kuvvetini yitiriyor, ancak yine de keyifle izleniyor.
yabancı bir ülkedeki turnede kendini ispatlama iddiası da içeren bir topluluğun, programına başlangıç yapıtı olarak mükemmel bir seçim.
Unit in Reaction (excerpts) from Caleb Custer on Vimeo.
italyan jacopo godani'nin "unit in reaction" adlı eseri akşamın ikinci bölümünü oluşturuyordu.sert ve ritmik elektronik müzik (48nord'dan ulrich müller ve siegfried rossert), genel bir karanlık içinde bölgesel ve noktasal ışık tasarımı ve siyah kostümler (ışık ve kostüm tasarımı da koreografın kendisine ait) yapıtın fütüristik atmosferini kuruyordu.
altı kişilik yapıtta topluluk dansları olduğu gibi, her dansçı solo da dans ediyordu. bedenlerin müthiş bir elastisiteyle kıvrıldığı, büküldüğü hareketlerin yanısıra sert, kesik, robotvari hareketler de içeriyordu koreografi.
"unit in reaction" yaklaşık 20 dakika süren yoğun, etkisi kuvvetli, hatta sarsıcı bir yapıttı.
frame of view (excerpts) from Caleb Custer on Vimeo.
son eser ise hollandalı didy veldman'ın "frame of view" idi.yapıt, kostümlerinin "casual" tarzı, kıyafet renklerinin seçimi ve sahne tasarımının hafiften gerçeküstü ve ironik atmosferiyle dört yıl önce cullberg balesi'nden istanbul'da izlediğimiz mats ek'in "a sort of"unu andırıyordu.
dean martin'den golijov'a, ali-zadeh'den nina simone'a, pink martini'ye, offenbach'a uzanan bir eklektiklikteki müzik seçimi; aşk ilişkilerinde terk edilme, yalnızlık, kapının içinde veya dışında kalma temalarını işliyordu.
neşeli ve akıcı, ancak çok da yaratıcı ve zeki olmayan bir yapıttı. yine de akşamı keyifle sonlandırdı.
...
cedar lake contemporary ballet 6-8 şubat'ta roma'da.
ayrıca; 13-14 mart'ta selanik'te, 17-19 mart'ta atina'da, 16-18 nisan'da baden-baden'da olacaklar.
denk gelinirse kaçırılmamalı; kefilim, pişman olunmaz.
6 Şubat 2010 Cumartesi
CAHİLLİK BAŞTACI EDİLMİŞKEN;
tepkimi göstermem biraz geç oldu; hiç olmamasından iyidir:
. sahne üzerinde sigara içen oyuncuya ceza yazıldığı
. bir oyunun dini içeriği nedeniyle
. bir diğerinin de cinsel içeriği nedeniyle hedef gösterildiği bir ülkede
sanat'ın, kültür'ün, "kültür başkentliği"nin ne değeri var!
istediğiniz kadar açılış konuşmalarında;
"istanbul'da hiçbir anıtın, hiçbir eserin gölgede kalmayacağını, istanbul'da hiçbir kimliğin de baskı altına alınamayacağını" söyleyin!
istediğiniz kadar;
"bu şehirde her kültürün kendine geniş bir yer bulduğunu, her kültürün kendi kimliğiyle özgür şekilde var olduğunu ve kendini özgürce temsil ettiğini" belirtin!
istediğiniz kadar;
"istanbul, bizim sevgi medeniyetimizin en somut yansımasıdır" gibilerinden laflar edin!
bu "sevgi medeniyeti" neyle besleniyor acaba?
cahillikle olmasın sakın!
. sahne üzerinde sigara içen oyuncuya ceza yazıldığı
. bir oyunun dini içeriği nedeniyle
. bir diğerinin de cinsel içeriği nedeniyle hedef gösterildiği bir ülkede
sanat'ın, kültür'ün, "kültür başkentliği"nin ne değeri var!
istediğiniz kadar açılış konuşmalarında;
"istanbul'da hiçbir anıtın, hiçbir eserin gölgede kalmayacağını, istanbul'da hiçbir kimliğin de baskı altına alınamayacağını" söyleyin!
istediğiniz kadar;
"bu şehirde her kültürün kendine geniş bir yer bulduğunu, her kültürün kendi kimliğiyle özgür şekilde var olduğunu ve kendini özgürce temsil ettiğini" belirtin!
istediğiniz kadar;
"istanbul, bizim sevgi medeniyetimizin en somut yansımasıdır" gibilerinden laflar edin!
bu "sevgi medeniyeti" neyle besleniyor acaba?
cahillikle olmasın sakın!
pina bausch'un "iphigenie auf tauris"i: hem o kadar "klasik", hem de o kadar "avant-garde"
iphigeneia 15 yıldır tanrıça artemis'in rahibesi olarak tauris'teki (bugünkü kırım) tapınakta, gemileri batıp karaya çıkan yabancıları kurban etmekle görevlidir.
bir gün fırtına sonrasında orestes ve pylades tauris'e gelirler; amaçları, delphi'deki kahin'in öngördüğü üzere artemis heykelini alıp yunanistan'a kaçırmaktır.
orestes iphigenia'nın kardeşidir, ancak önceleri birbirlerini tanımazlar.
tauris'in kralı thoas, tanrıların gazabına uğramamak için bu yabancıların da kurban edilmesini ister. ancak iphigeneia kararsızdır.
bu arada orestes, arkadaşı pylades'i de peşinden ölüme sürüklediği için pişmandır. iphigeniea ikisinden birinin kaçabileceğini söyleyince iki arkadaş hangisinin gidip yardım getireceği üzerine tartışırlar; ikisi de kendisini diğeri için feda etmek ister. sonunda orestes kalır, pylades yunanistan'a gider.
iphigeneia elinde bıçak tam orestes'i kurban edeceği sırada iki kardeş birbirlerini tanırlar. kral thoas araya girip orestes'i öldürmeye çalışırken pylades yetişir ve kralı öldürür.
ansızın tanrıça artemis belirir, orestes ve iphigeniea'ya gitmeleri için izin verir. iki kardeş ve pylades tauris'ten ayrılırlar.
ön hikayede ise; agamemnon tanrıça artemis'e kızı iphigeneia'yı kurban olarak verdiği için kin içindeki karısı klytaimnestra tarafından öldürülür. orestes de, babasının öcünü almak için annesi klytaimnestra'yı öldürür.
iphigeneia ise, son anda tanrıça artemis'in onu kurban etmeyip, tauris'e götürerek rahibesi yapmasıyla hayatta kalmıştır.
"iphigenie auf tauris"in konusu düşünüldüğünde orestes-pylades karaterleri bağlamında kader, fedakarlık, dostluk, acı... iphigenia karakteri bağlamında ise kehanet, görev, irade, kabullenmişlik, başkaldırı temaları akla gelir.
bunlar mitolojik efsanelerin, racine veya goethe'nin oyunlarının, veya gluck'un operasının temaları olabilir...
peki hangileri aynı zamanda pina bausch'unkilerdir de?
...
(afiş, malou airaudo, fotoğraf: rolf borzik)
(1. perde, topluluk-rahibeler, fotoğraf: jochen viehoff)
(4. perde, ruth amarante-iphigenie, fotoğraflar: ulli weiss)
(4. perde - adak sahnesi, fotoğraf: ulli weiss)
"iphigenie auf tauris" pina bausch'un kendisinin seçtiği bir eser değildir, ama o kadar başarılı olur, bausch gluck'un operasında kendi dünyasına, dert edindiği temalara o kadar yakın bir dünya bulur ki, bir sene sonra bausch bu sefer başka bir gluck operasını, "orpheus und eurydike"yi sahneler.
"iphigenie auf tauris"de had safhada zarif çizgiler yaratan hareketler sadece estetik bir amaca hizmet etmezler; aynı zamanda hiç bir müzik notasına ve içeriğine ihanet etmeksizin eşlik ederler. "orpheus und eurydike" için de aynısını düşünmüştüm: sözlerin ve müziğin anlatıklarının, her bir dalgalanmanın, duygunun birebir hareket diline tercümesidir pina bausch'un gluck uyarlamaları.
ikinci perdede; masaya ilk önce orestes'in başını, ve perde kapanmadan hemen önce de iphigenie'nin omuzlarını dayayarak yaptıkları danslar estetik seviyelerinin yükseliği yanında anlamsal olarak da tüyler ürpertici keskinlikte etkileyicidirler. çünkü bu koreografi; kurban temasının, "kurban edilen/edilecek" ile "kurban eden" bağlamında bedenle, bedenin uzuvlarıyla ilişkisini mükemmel bir şekilde ortaya koyar. aynı masada orestes'in başı kesilerek kurban edilecektir, iphigenie elindeki bıçakla kurbanı kesecektir.
...
kötülük timsali kral thoas'ın hareketlerindeki kesiklikler, kolların iki yana ve geriye doğru kırılıp bükülerek yarattığı ifadeler çok kuvvetli.
aynı "orpheus und eurydike"deki cehennemin üç başlı köpeğini canlandıran üç erkek dansçının beden dilleri gibi "iphigenie auf tauris"te de kral thoas sahip olduğu erki "bir kıyafet gibi taşıyıp" sonuna kadar kullanan karakterde oldukça ürkütücü. hatta thoas'ın jestleri ve beden diliyle yüzyıl başının ekspresyonist alman sinemasının figürlerinden esinlendiği bile söylenebilir.
29 ocak'ta andrey berezin, 31 ocak'ta jorge puerta armenta kral thoas'ı canlandırdılar. boyu ve kolları daha uzun ve daha ince olan berezin, puerta'ya göre vücut yapısının avantajını kullanarak olsa gerek, puerta'ya göre daha etkileyici bir kral thoas'tı.
...
"orpheus und eurydike"de şancılar ile dansçıları eşleyip, şancılara da sahne üzerinde bir hareket koreografisi yaratmadan bir yıl önce, pina bausch "iphigenie auf tauris"te başka bir radikal tercihte bulunur: şancıları ve koroyu birinci ve ikinci balkonun sağ ve sol uçlarına yerleştirir.
solistlere her perdede, o perdedeki partisyonlarının ağırlığına göre balkonun sağ ve sol uçları arasında yer değiştirtir. bu, müzikal olduğu kadar tiyatral bir tercihtir de: dinamik, etkili, hatta "sarsıcı"dır; sahnedeki dansçıyla salondaki şancı arasında mekansal ilişki kurulur, müzik ve dans eşzamanlı olarak mekanının bütününü doldurur, sarmalar.
...
pina bausch'un son yıllardaki yapıtlarına kadar vazgeçmediği temalarından biri erkek dostluğu/dayanışması ve erkeğin erkeğe uyguladığı baskıdır.
evet, pina bausch kadına bakışıyla bilinir, ancak her yapıtında erkekler arası güç, çekişme, yardım, dayanışma ve dostluğu da işler.
"iphigenie auf tauris"i izleyince fark ettim ki, meğerse, ileriki yıllarda daha da yeşerecek bu temanın tohumu, pina bausch'un sahneye koyduğu daha ikinci yapıtında atılmış.
orestes ile pylakes'in kaderleri de dostlukları da o kadar içiçedir ki, bir yandan yapışık ikizler gibidirler; ikinci perdenin başında kurban masasında bedenleri birbirinin içine geçmiş, kolları aşağıda sarkık, simetrik bir şekilde sırt üstü yatmaktadırlar; sanki dört kollu tek bir insan gibidirler, sanki örtüşen kaderleri gibi tek bir bedende vücut bulmuş iki insandırlar, sanki masanın üzerine bir adak hayvanının kesilmiş parçaları gibi yerleştirilmişlerdir...
özellikle ikinci perdede orestes ile pylades'in vefakarlık, kendini diğeri için kurban etme, dostluk, ölümü kabullenmişlik eksenlerinde gelişen arya ve düetlerinde anlatılan ilişkisi pina bausch tarafından dans diline o kadar ince, duygulu, zarif aktarılır ki, iki insan arasındaki olabilecek en yakın, en yumuşak duygular ortaya serilir.
orestes'i tek kast olarak pablo aran gimeno dans ediyor. gimeno, pina bausch'un topluluğuna en yeni katılan dansçılardan biri; yanılmıyorsam 5-6 yıl önce. bu kadar genç bir dansçıyı, zamanında dominique mercy'in oynadığı role çıkarmak, topluluğun ileriye dönük vizyonuna dair bir tercih olsa gerek.
gimeno teknik olarak kusursuz bir orestes sunuyor, ancak nedense yeterince yoğun, yeterince etkileyici olamıyor sanki. fazla yumuşak, fazla narin kaçıyor olabilir mi?
pylades'de ise 29 ocak'ta topluluğun eskilerinden fernando suels mendoza, 31 ocak'ta yenilerden damiano ottovio bigi dans ettiler. mendoza, bigi'den çok daha iyiydi. ancak orestes-pylades eşleşmesini fiziksel olarak da birbirlerine çok benzeyen gimeno ile bigi daha iyi sağlıyorlardı.
...
pina bausch'un "iphigenie auf tauris"i en üst seviyede estetik, yumuşak ve içli, seyretmesi müthiş hoş ve güzel!
32 yaşında genç bir koreografın daha ikinci ürünü olduğuna inanası gelmez insanın; hem bu kadar sade, hem bu kadar yoğun, hem bu kadar "klasik", hem de bu kadar avant-garde! ve herşeyden öte: bu kadar olgun!!!
günümüzde üretilen kaç dans yapıtı, bu yapıttan daha çağdaştır!
pina bausch'un "ipgihenie auf tauris"i sahne tasarımıyla (pina bausch ile jürgen dreier) ne kadar alışılmadık, yeni ve cesursa, ışıklandırmayla yaratılan atmosfer de bir o kadar "klasik".
"klasik"ten kastım; baş karakterler üst seviyeden ya yan ya da arkadan bir spotla ışıklandırılıyorlar, genel aydınlatma ise ağırlıklı olarak insan seviyesinden yandan veriliyor. böylece; bedenlerin ve kıyafetlerin üzerindeki çizgiler, kıvrımlar derinleşiyor, etkileri artıyor, volüm kazanıyorlar; sahnede seyrettiklerimiz sanki hareket eden klasik yunan heykelleri.
program broşüründe pina bausch'u bir antik harabeyi gezerken gösteren bir fotoğraf var; düşünmeden edemiyorum, pina bausch o mekanı gezerken neler hayal eder, neler görür, o mekanı nasıl algılar diye.
aslında tabii, bütün o izlenimlerinin izlerini yapıtlarında görmek mümkün...
...
pina bausch "iphigenie auf tauris"te, yapıtın dramaturjisini objeler bağlamında çok sağlam çözümlemiş ve bütün operayı şu üç objeye indirgemiş:
. yemek masası: adak/kurban masası (altar)
. küvet: cinayetin/intikamın gerçekleştiği obje-mekan
. merdiven: kurban edileceklerin halk tarafından üzerinde taşındığı uzun ahşap merdiven, orestes'in son sahnede kurban edileceği masaya çıkmak için elinde taşıdığı aynı uzun ahşap merdiven: yeryüzü ile gökyüzü arasındaki iletişimi kuran, yeryüzündekilerin göğe, tanrıların da yeryüzüne inmek için kullandıkları bir axis mundi imgesi olarak merdiven.
sahne tasarımı ise yaratıcı, şaşırtıcı, ve beklenmedik derecede yenilikçi:
. üçüncü perdede iphigenie'nin üzerine binen ağır yük (tauris'e gelen orest ile pylades'i kurban etmesi gerektiği halde, kurban etmeyi istememesi ama buna mecbur olmasından dolayı kendi içinde yaşadığı ikilem, mücadele) sahnenin tam ortasındaki kocaman bir alanın zemininin, seyircinin göremeyeceği derinliğe çökertilmesiyle "ortaya çıkarılmış", bir anlamda "maddeleştirilmiş"; bu perdede bütün hareket/olay/koreografi bu boşluktan (bu yükten) geriye kalan dar koridorlara "sıkıştırılmış".
. dördüncü perdede sahnenin yarısı verevine kesilip atılmış, geriye üçgen bir alan kalmış. bu üçgen alanın sınırını çizense yaklaşık altı metre yüksekliğinde bembeyaz bir perde. bu perde, pina bausch'un her eserinde kullanacağı, sahnenin arka sağ köşesinden ön sol köşesine doğru yapılan verev hareket ekseninin duvarlaştırılarak ortaya çıkarılmış hali. daha ilk yapıtından o hattı/ekseni bütün belirleyiciliğiyle cisimleştirmiş pina bausch.
...
"iphigenie auf tauris"ten anlaşılıyor ki pina bausch en baştan bile ne yaptığını, neden yaptığını çok iyi biliyormuş. bocalama, acemilik, deneme; bunların hiçbiri pina bausch'un lugatında en baştan itibaren olmamış!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)