[Bu yazı TEB OYUN dergisinin 2 numaralı Yaz-2009 sayısında yayınlanmıştır.]
Pina Bausch çok güzel güler…
Pina Bausch’un hatırlattıkları…
Pina Bausch güldüğü zaman gözlerinin içi güler. Pina Bausch bir çocuk gibi sevinerek, teklifsiz, içten güler; gözlerinden anlaşılır ne kadar mutlu olduğu.
Her gösteri sonrası, topluluğun kendine has bir seyirciyi selamlama ritüeli vardır; dansçılar birbirlerine sarılmış olarak sahnenin iki yanından yavaş yavaş çıkarlar, ortada birleşip, selam verirler, sonra öne gelip tekrar eğilirler. İkinci selamdan sonra dansçıların arasında bir yerde, Pina Bausch da gözükür; ayrıcaklıklı olmadan, dansçılarla aynı hizada… Hep birlikte aynı selamlama ritüeli tekrarlanır.
Seyircinin çoşkulu alkışları Pina Bausch’u memnun eder; mutlu olduğunu gülümsemesinden, alkışların olağanüstü olduğu durumlarda ise (örneğin Wuppertal’de “Vollmond”un prömiyer akşamında) gülüşünden anlarsınız.
Üç kere ziyaret ettiği İstanbul’daki gösterilerinin ardından, ama özellikle İstanbul için tasarladığı “Nefés”in selamındaki çoşkulu alkışlarda da Pina Bausch’un mutluluğunu yüzünden okumak mümkündü.
İstanbul seyircisi, alkıştaki çoşkusu bir yana, Pina Bausch’u belli ki bambaşka bir yerinden, kalbinden vurmuş, etkilemiştir. Yakın tarihli bir televizyon belgeselinde Bausch uzun uzun anlatır: “İstanbul’a ilk defa gitmiştik, “Der Fensterputzer”i sahneliyorduk... Gösterinin bir yerinde dansçılar seyircilere hayatlarında önemli olmuş kişilerin fotoğraflarını gösterip hikayelerini anlatırlar, sonuna doğru ise bütün dansçılar ellerinde fotoğraflarla tekrar sahnenin önüne gelirler. İşte tam bu anda seyircilerden de bazıları cüzdanlarını çıkarıp kendi ailelerinden fotoğrafları dansçılara göstermeye başladılar. Öyle duygulu bir andı ki, insanlar ağladılar, muhteşem müzikle de birleşince olağanüstü bir atmosfer oluştu, tek kelime ile olağanüstüydü…” [1]
Pina Bausch’un İstanbul sevgisinde, İstanbul seyircisinde bulduğu bu gönüldaşlığın da büyük etkisi olsa gerek.
Nitekim, 2007 Mayıs’ında Wuppertal’de “Bamboo Blues” öncesinde, o dönemde Tanztheater Wuppertal’in idareciliğini yapan Koza Tamdoğan ile ayaküstü yaptığımız bir sohbette Koza Hanım, Pina Bausch’un 1998 yılından beridir uluslararası duraklarından biri haline getirdiği İstanbul’u çok sevdiğini ve tekrar gelmeyi çok istediğini söylemişti.
Pina Bausch’un kendisi de, bu yılın Ocak ayında Paris’te görüştüğü İstanbul Tiyatro Festivali Sanat Yönetmeni Dikmen Gürün’e, altı senedir topluluğuyla uğrayamadığı İstanbul ayrılığı için “Altı yıl uzun bir süre” demiş. [2]
Pina Bausch günlük hayat karmaşasının dışındadır…
Pina Bausch’un doğduğu kasaba Solingen’den 20 dakika uzaklıktaki Wuppertal, Almanya’nın sanayi bölgesi Kuzey Ren-Vestfalya’da küçük bir kenttir; coğrafi olarak, Wupper deresinin aktığı vadinin yamaçlarına kurulmuştur. Vadinin tabanındaki dere yatağına, upuzun ve kalın bacaları iki yandaki tepelerin yüksekliğini aşan devasa fabrikalar yerleştirilmiştir. Vadinin yamaçları ise sıra sıra konutlarla kaplıdır. Fabrikalarda çalışmak dışında hiçbir nedenle yolunuzun düşmeyeceği kasvetli bir kenttir Wuppertal. Tek ilginç tarafı 1900 yılında Wupper deresinin üzerine, havada asılı olarak inşa edilmiş ve hala kentin en önemli toplu taşıma aracı olarak kullanılan ünlü Schwebebahn’dır (Asılı Tramvay).
Pina Bausch 35 senedir, sanayi dışında hiç bir şeyin olmadığı bu kentte çalışır, dansçılarıyla birlikte üretir. Dikkati toplamak, yoğunlaşmak, “çalışmak” için ideal bir yerdir Wuppertal. Bir anlamda, çöldeki keşişler gibidir Pina Bausch ve dansçıları; inzivaya çekilip, sadece bildikleri en iyi işi yapan.
Pina Bausch hayatın tam da içindedir…
Ancak Wuppertal’deki bu münzevi hayat, günlük hayat kargaşasıyla içiçedir. Pina Bausch bir belgeselde “Wuppertal iş-günü-kentidir, tatil-günü-kenti değil” der ve devam eder: “Her gün Lichtburg’a giderken önünden geçtiğim durakta otobüs bekleyen insanların yorgun ve bezgin hallerini gördükçe; insanın nasıl zor bir dünyada yaşadığını bilmesi ve sadece herşeyin çok güzel olduğunu düşünerek yaşamaması gerektiğini, kendim ve yaptığım iş için önemsiyorum…” [1]
Eski bir sinema salonundan bozma prova mekânı Lichtburg, Schwebebahn’ın önemli duraklarından biriyle dipdibedir. Pina Bausch’un üst kattaki fuayeden bozma ofisi ile Schwebebahn’ın durağı aynı hizadadır; pencerelerden mütemadiyen gelip geçmekte olan tramvaylar gözükür.
Lichtburg’un altında 80’li yıllarda kafeterya ve barlar, günümüzde ise büyük bir McDonalds şubesi vardır. Eski bir belgeselde dansçıların Lichtburg’un altındaki dönerciden patates kızartması aldıklarını görürüz. [3]
Pina Bausch ve dansçılarını “Walzer”in 45 gün süren prova aşamalarında takip eden bu belgeselde sık sık Pina Bausch’un o zamanlar altı-yedi aylık olan oğlu Rolf’ü de seyrederiz; yerde sürünür, dansçılara tepki verir, annesinin onu tek eliyle kavrayış şeklini dansçılar da birbirlerinin üzerinde denerler. Çoğu görüntüde kendisi gözükmese de bebeğin sesi devamlı arkadan gelir; belli ki bütün prova aşamasında bebek de dansçılarla birliktedir.
Daha yakın tarihli başka bir belgeselde ise [4], bu sefer Paris’te Théatre de la Ville sahnesi’nde “Água”nın provaları yapılırken, arkada, boş seyirci koltuklarının yanında pusetinin içinde başka bir bebek durmaktadır; büyük ihtimalle dansçılardan birinindir.
Provalar, gösteriler hayatla içiçe ve hayatın bütün doğallıyla ve beraberinde getirdikleriyle devam etmektedir; Pina Bausch da onları olduğu gibi yapıtlarına taşır…
Wuppertal Belediyesi’nin, Pina Bausch vefat ettikten sonra internet sitesinde açtığı taziye defterine [5] yapılan katkılardan biri Pina Bausch hakkında ilginç bir anekdot içerir: Topluluk Berlin Volksbühne’de turnededir. Gösteri sonrasında Pina Bausch ve dansçıları için fuayedeki Kırmızı Salon’da bir büfe hazırlanmıştır. Bir kaç da izleyici vardır salonda; dansçılar dinlenmekte, sohbet edilmektedir. Bir an fark edilir ki Pina Bausch yoktur; o sırada, fuayenin diğer ucundaki Yeşil Salon’da gerçekleşen haftalık olağan tango kursunda yaşlı bir beyle tango yapmaktadır.
Pina Bausch hüzünlüdür…
Pina Bausch sadece iki yapıtında bizzat dans eder. İlki 1978 tarihli “Café Müller”, diğeri 1995 tarihli “Danzon”dur. Bausch’un bütün yapıtlarına sinmiş ince bir hüzün vardır, ancak bu iki yapıt diğerlerinden daha içli, daha melankoliktir.
“Danzon”da Pina Bausch gösterinin sonlarına doğru, 8-10 dakikalık bir soloyla sahneye çıkar. Solosuna eşlik eden müzik hasret dolu bir fadodur. Bausch arkasındaki devasa perdeye yansıyan rengarenk balıklarla dolu görüntü denizinin içinde, narin uzun kollarını hareket ettirir. Bausch’un kendi gölgesiyle ikiye katlanan, her türlü fırtınaya göğüs germeye hazır, kuvvetli bir solodur bu.
Yeniden kaybolmadan az önce, kolunu bizlere, seyircilere selam verir gibi bir jestle havaya kaldırır ve hafifçe sallar. Bausch’un bu solosu yalnızlık yayar; bir ayrılık haberi verir gibidir.
“Café Müller” ise Pina Bausch tiyatrosunun başyapıtıdır. Bir aşk hikayesi anlatır; kalp sızısından, sevdiğini kaybetmekten, ayrılıktan, hasretten ve bekleyişten bahseder. Yapıta, Henry Purcell’in "The Fairy Quenn" ve "Dido and Aeneas" operalarından içkin, hüzünlü aryalar eşlik eder.
Altı kişilik kadrosu ve 45 dakikalık süresiyle alçakgönüllü bir yapıt olmasına karşın, Pina Bausch’un sembollerle yüklü, en zor anlaşılan, en kişisel yapıtıdır.
Bausch bir söyleşide, “Café Müller”in yaratılış aşamasının gerek kendisinin gerekse diğer dansçıların hayatlarının çok önemli ve kişisel bir parçası olduğunu, bu döneme ve bu yapıta dair çok özel anılarının bulunduğunu belirtir. [6]
“Café Müller”in belkemiği Pina Bausch’tur; sahneye ilk o adımını atar; karanlıkta, ince askılı beyaz geceliğiyle gözleri kapalı, kolları sarılacak birini arar gibi öne doğru açılmış ve avuçları dışa dönük olarak sahnenin sağındaki kapıdan girer, etraftaki sandalye ve masalara çarparak ilerler.
Yapıt boyunca, diğer dansçılardan bağımsız, yalnız ve en arkada kalır; Purcell’in “Kraliçenin Yakarışı” olarak da bilinen “O let me weep, for ever weep” aryası eşliğindeki koreografisi klasikleşmiştir.
Yaklaşık 45 dakika sonra, Pina Bausch hala gözleri kapalı ve kolları açık, sandalyelere çarpa çarpa kaybolmuş bir şekilde dolaşırken ışıklar yavaş yavaş kararır, yapıt sonlanır…
Pina Bausch tesadüfleri sever…
Yapıtlarının yaratım sürecinde rastlantıları göz ardı etmeyen Pina Bausch, “Café Müller”in ilk halinde kendisi için bir rol düşünmemiştir.
1999 yılında Taormina’da Avrupa Tiyatro Ödülü’nü alırken açıkladığı gibi; Tanztheater Wuppertal’in ilk yıllarından itibaren beraber çalıştığı, yol arkadaşlarından biri olan Malou Airaudo için önceden belirlediği bir müzik eşliğinde bir koreografi hazırlamak istemiş ancak Airaudo hareketleri iyi ezberleyemediği için, prova salonunda onun arkasında durup, onun için hazırladığı hareketleri yaparak Airaudo’nun bunları tekrar etmesini sağlamış, ardından Airaudo eğer o olmazsa kendisinin de dans etmeyeceğini söyleyerek Pina Bausch’u yapıtta yer almaya ikna etmiştir. [7]
Başka ilginç bir tesadüf, 1980 yılında “Bandoneon”un genel provası sırasında yaşanır: Pina Bausch, Wuppertal Operası’nda “Bandoneon”un son genel provasını yapmaktadır. Aynı salonda akşam Wagner’in bir operası sahnelenecektir, dolayısıyla Pina Bausch ve dansçılarının belli bir saatte salondan çıkmaları gerekmektedir. Ancak prova geç başlamıştır ve uzamaktadır. Pina Bausch provaya devam etmekte ısrar edince, sahne amiri çözümü en azından dekorları yavaş yavaş kaldırmakta bulur. Görevliler, “Bandoneon”nun bir bar mekânından oluşan dekorunu sökmeye başlarlar. Önce, büyük çerçeveli boksör fotoğrafları taşınır, sandalye ve masalar çekilir, duvarlar parça parça sökülür. En son, dans gösterileri için özel olarak yere serilen uzun şeritler halindeki halılar da kaldırılır. Dansçılar provaya devam ederken, sahne bütünüyle bomboş kalmıştır.
Pina Bausch bu görüntüyü çok beğenir; belki, tam da “Bandoneon”un sahne düzenlemesi için aradığı fikirdir bu. Bausch, yapıtın birinci perdesiyle ikinci perdesinin yerlerini değiştirir; gösteri bar dekorunda başlar, bir saat kadar sürer ve sonra, sahneye sahne görevlileri girip, aynı prova sırasında yaptıkları gibi sakin sakin sahnedeki her şeyi kaldırmaya, dans halılarına kadar her şeyi söküp götürmeye başlarlar. İkinci perde çıplak, boş sahnede oynanır. [8]
“Bandoneon” yaklaşık 30 yıldır bu şekilde sahnelenmektedir.
Pina Bausch bir illüzyon ustasıdır…
Pina Bausch illüzyon olsun diye illüzyon yapmaz ama her yapıtında insanı şaşırtan, hayrete düşüren, giderek nefesini kesen sahneler vardır.
Birçok yapıtında kullandığı masif ve ağır etkisiyle yerinden oynatılamazmış gibi duran yüksek beyaz duvarların “Água”da sanki tüy kadar hafifmişcesine yavaş yavaş havalanarak arkalarındaki Amazon ormanına geçit vermeleri ne kadar beklenmedikse, aynı masif duvarların “Für die Kinder von gestern, heute und morgen”da birbirlerinin içlerine geçerek sahne boyunca kaymaları o kadar şaşırtıcıdır.
“Nefés”te zeminde fark ettirilmeden oluşan küçük göl ne kadar büyülüyse, 12 Haziran 2009’da prömiyer yapan son yapıtında beyaz sahne zemininin parçalara ayrılarak çatlakların oluşması o kadar beklenmediktir.
Dansçılarını, “Palermo Palermo”da sahnenin arkasından seyirci yönüne doğru yıkılan devasa beyaz-tuğla duvarın etrafa saçılmış kırık parçaları üstünde/arasında oynatması ne kadar irkilticiyse, “Arien”de ayak bileklerine kadar suyla doldurulmuş sahnede dans ettirmesi de bir o kadar şaşırtıcıdır.
“Der Fensterputzer”deki güllerden dağ, “Nelken”deki bütün sahneyi kaplayan sekiz bin karanfil, “Nefés”teki şelale, “Vollmond”daki sağanak yağmur, “O Dido”daki kaya, “Ten Chi”deki balina kuyruğu gibi minimalist ancak büyük boyutlu nefes kesici fikirlerin yanında, kıyafetlerinin bütününü kaplayan küçük ampülleri yakıp söndürerek birbileriyle iletişim kurmaya çalışan kadın ile erkek gibi, mayolarla plaj keyfi yapan erkek ve kadın dansçıların vücudlarını, üzerlerinde gerçek boyutta çıplak kadın çizimleri olan havlularla örtmesi gibi nice sahneler de illüzyon tadı içerirler.
Ve hatta; bir kadın dansçının üzerlerine birer kırmızı nokta boyadığı dizlerinin, oturuş şeklinden dolayı göğüs gibi gözükmesi, veya başka bir kadın dansçının upuzun saçını her tarayışında taraktan beyaz bir tüy dökülmesi gibi ince bir mizah dozu da barındıran nice küçük fikir, seyircileri naif bir hayrete düşürmeye yeterlidir.
Pina Bausch öncüdür…
Pina Bausch ilk defa 1977 yılında, Bela Bartok’un “Herzog Blaubarts Burg” adlı operasından esinlenerek hazırladığı yapıtın oluşması aşamasında “dansçılara soru sorma” yöntemini geliştirmiştir.
Dansçılarının verdikleri cevapları deftere not eden Pina Bausch bu yöntemi ilk kullanmaya başladığında dansçılarına da defterler tutturup verdikleri cevapları yazmalarını istermiş, daha sonraları sadece kendisi defter tutmaya devam etmiştir.
Bausch provalar esnasında dansçılarına sorular sorar veya konu başlıkları verir. Dansçılar cevap olarak istediklerini yapmakta serbesttirler, hatta cevap vermeme hakları da vardır; ister solo olarak isterlerse ikili üçlü gruplar halinde ya bir dans ile cevap verirler, ya teatral bir sunum yaparlar ya da sadece çıkıp bir cümle söyler, şiir veya şarkı okurlar.
Küçük parçalar zamanla birbirlerine bağlanmaya, örgü oluşmaya başlar. İlişkiler kendini gösterir, yönlenmeler belirginleşir. Bazen küçük olan büyür. Bazıları bütünüyle düşer. Bazıları değişir, şeklini dönüştürür. Ya da önceden ayarlanmadığı halde, bir müzik ile eşleşir. Bazıları ise bir dansçıdan diğerine taşınır.
Pina Bausch’un genç dansçılarından Christiana Morganti bir belgeselde tatlı tatlı yakınmaktadır; solosu tamamlanmış, bedeninin bir parçası haline gelmiştir. Eşlik edecek doğru müziği bulmak için Pina Bausch ona solosunu 40 farklı müzikle tekrar tekrar yaptırır. Ne zaman solo ile müzik uyuşur, bu sefer de seçilen müzik, yapıtın genelinde bir önceki veya bir sonraki müzik ile uyuşmaz; soloya yapıtta yeni bir yer aranmaya başlanır; dansçı soloyu defalarca tekrarlar.
Morganti ilk çıktığında bebeği gibi sevdiği, hatta aşık olduğu ve seyircilere göstermek için can attığı solosundan, bir nokta gelir nefret etmeye bile başlar... [4]
Uzun yıllardır toplulukta dans eden Ruth Amarante, Pina Bausch ile dansçıları arasındaki ilişkiyi basit bir iş ilişkisi olarak değil, karşılıklı derin bir aşk ilişkisi olarak tanımlar ve ekler: “Her aşk ilişkisi gibi, bu ilişki de uç noktalarda mutlu ettiği gibi, zaman zaman acı da verir”. [1]
Bu tarz soru-cevaplı ve önün görülmediği bir çalışmada dansçıların Pina Bausch’a mutlak güvenleri ve teslimiyetleri şarttır ve öyledir de; çünkü kendisinin de dediği gibi, Pina Bausch gerçekte ne aradığını dansçılarına asla söylemez.
“Sorular, bir konuya çok dikkatlice yaklaşmak için vardır. Bu bütünüyle çok açık ve tabii ki çok itinalı bir çalışma şeklidir. Çünkü ben her zaman tam olarak ne aradığımı bilirim, ama duygularımla bilirim, aklımla değil. Bu yüzden insan hiçbir zaman dosdoğru da soramaz. Bu fazla kaba olur ve cevaplar da fazla bildik. Ne aradığımı bilirim ama anlatamam. Kelimeleri kendi haline bırakmayı ve büyük sabırla ortaya çıkartmayı tercih ederim. En güzel şeyler çoğunlukla en saklı olanlardır. Bunları almak, beslemek ve yavaşça büyümelerini sağlamak gerekir. Bunun için de karşılıklı güvene ihtiyaç vardır. Çünkü her zaman engel oluşturan eşikler vardır aşılması gereken. Bu yüzden, kendilerini kolayca dışarı vurmayan, belli bir ürkekliği ve belli bir mahcubiyeti olan dansçılarla çalışmayı tercih ederim. Çalışırken belli bir sınıra gelindiğinde bu mahcubiyetin ve tereddütün olması müthiş önemlidir. Kendilerini pazarlayan insanların bu çalışmada yeri yoktur. Mahcubiyet şunu garantiler; örneğin birisi çok küçük bir şey gösterdiğinde, bu çok ona mahsus, nadir bir şeydir ve bunu böyle de görmek gerekir. Zorluk işte tam da burada yatar: birisini -lafın gelişi- öyle bir baştan çıkarmak gerekir ki, o bu küçük gizli şeyini bulabilsin.” [9]
Pina Bausch, sorularına dansçıların verdikleri cevaplar konusunda da konuşmaz, arada sırada çok komik bir cevapsa gülümseyebilir ama bu, o cevabı sevdiği veya onayladığı anlamına gelmez. Bausch, bütün bu soru-cevapları kendi kafasındaki kurguya göre tekrar biraraya getirerek yapıtını oluştururken, onların sadece %5’ini kullandığını belirtir. [1] Zaten, istisnasız dansçılarının hepsinin belirttiği gibi, bütün bu süreç sonunda ortaya çıkan yapıtta, her ne kadar prova sırasında verdikleri cevaplardan izler bulsalar da o cevaplar bambaşka bir bağlama oturtulmuş, anlamları değişmiş veya pekiştirilmiştir. [1]
Hiçbir dansçı “kullanıldığını” düşünmemektedir, çünkü hepsi, “bir Pina Bausch yapıtı”nı benzersiz kılan sırrın bu çalışma tarzında gizli olduğunu bilmektedirler.
Dansçılara soru sorarak çalışma yöntemi günümüzde Alain Platel, Jan Lauwers gibi birçok koreograf tarafından da kullanılmaktadır. Ancak Pina Bausch’un çalışma tarzının diğer koreograflardan ayrılan başka önemli bir tarafı daha vardır. Bausch yapıtlarının oluşma ve sunum aşamalarını “work-in-progress” anlayışıyla ele alır; “Eğer bazılarının yaptığı gibi prömiyer tarihini çok ciddiye alıp, herşeyiyle bitmiş bir yapıt ortaya koymaya yeltenseydim, asla bu işi yapamazdım; çünkü ilk aşamalarında keyifli olsa da iş ciddiye binince çok zorlayıcı ve yıpratıcı bir süreç bu. Öyle zamanlar olur ki son genel provada bütün yapıtı yeniden kurgulayabilirim, bazı şeyleri çıkarabilir, yeni şeyler ekleyebilirim…” [1]
Pina Bausch topluma ayna tutar…
Şimdilerde her yeni yapıtının çoşkuyla karşılandığı Wuppertal’e Pina Bausch, 70’li yılların ortalarında, seyirci tarafından sevilen yerleşik klasik bale topluluğunun yerine, tabir yerindeyse bir gecede getirilir.
İlk yıllarda Pina Bausch’un gösterileri tepkiyle karşılanır; yüzüne tükürülür, saçları çekilir, gösteriler yuhalanır. Bausch, o yıllarda kesinlikle seyirciyi provoke etme amacı gütmediğinin altını çizer. [1] Bu şiddetli tepkilerin asıl nedeni, Bausch yapıtlarının topluma ayna tutuyor olmalarıdır.
Pina Bausch’un 70’li yılların sonları ile 80’li yılların başlarında verdiği ürünlere izleyiciyi sarsan, karamsar bir bakış hakimdir. Stravinski’nin, ilkel kurban ritüellerini betimlediği yabansı ve gerilimli müziğinin uyarlaması “Le Sacre du Printemps”, Brecht/Weill ikilisinin çeşitli oyunlarından derlenerek oluşturulan “Die sieben Todsünden”, Shakespeare’in “Macbeth” oyununun uyarlaması “Er nimmt sie an der Hand und führt sie in das Schloss, die anderen folgen”, Bela Bartok’un operasından uyarlanan “Blaubart. Beim Anhören einer Tonbandaufnahme von Béla Bartoks Oper “Herzog Blaubarts Burg””, “Kontakthof”, “Keuschheitslegende”, “Arien” ve “Walzer” bu döneme aittir.
Bausch’un yapıtları, 70’li ve 80’li yıllarda, günlük (şefkatli veya acı dolu, samimi veya riyakâr, acı veya mutlu, kırıcı veya verimli) ilişkilerin doğasını açığa çıkarmaya çalışırken, 90’ların ortasından itibaren daha çok her bir dansçısının yaratıcı potansiyelini teşvik eden ve seyircileri yaşadığımız dünyaya daha güvenerek bakmaya cesaretlendiren aydınlık, neşeli, sıcak ve çoşkulu bir atmosfere bürünürler [9]; bir anlamda, “daha kolay yenilir yutulur” olurlar. Hatta bu değişimden dolayı, temalarını hafifletiyor diye, Pina Bausch çoğu kez eleştirilmiştir de.
Ancak; Pina Bausch’un tek bir büyük yapıtı vardır aslında. İster karamsar, kasvetli ve ironik olsun ister aydınlık ve neşeli, bütün yapıtları bu büyük toplamı oluşturan parçalardır yalnızca.
Pina Bausch’un bu tek büyük yapıtının konusu ise insandır. Bausch, çağımız insanının sevgisizliğine, iletişimsizliğine ve yabancılaşmaına dair eleştirel portresini çizer; tereddütleri, hayalkırıklıkları, korkuları, çocukluk anıları, istekleri, beklentileri, özlemleriyle… tutkusu, acizliği, iktidarsızlığı, şefkat ihtiyacıyla… kaybettikleri, hayalleri ve rüyalarıyla… özgürlük hissiyle, takdir görme ihtiyacıyla, yakınlık ve güven isteğiyle… haşinliği, yılgınlığı ve kibriyle… sessizlikleri, mahrumiyetleri ve kırılganlıklarıyla kadın ve erkeğin portresidir Pina Bausch’un konusu.
Bausch kadına erkekten daha fazla eğilir; kadının doğasını, cinselliğini, erkek ile olan ilişkisini, bastırılmışlığını, çocukluğunu arayışını, özlemini, hiçbir zaman tatmin olamayışını, cilvesini, arzularını, kaprislerini, masumiyetini, korkularını, çaresizliğini, kapana kısılmışlığını sahne sahne önümüzden geçerir...
Pina Bausch, yapıtlarıyla bizi başka bir dünyaya götürür: kendi dünyasına. Onun penceresinden bakarız tekrar kendimize, etrafımıza ve ilişkilerimize…
Pina Bausch bizlere bizi anlatır. Yapıtları ister Macbeth’ten uyarlansın ister bir erken dönem Gluck operası olsun, ister dünyanın çeşitli kentlerinden ilham alsın, isterse de bol yağışlı Wuppertal’de yaratılmış olsun, sahnede anlatılanlar bizlere dairdir; dünyanın neresinde oturursak oturalım, hepimizin az çok, üç aşağı beş yukarı aynı duyguları, aynı üzüntüleri, aynı sevinçleri, aynı iktidar kavgalarını, aynı arzu ve kıskançlıkları, aynı acizlikleri yaşadığımızı, hissettiğimizi anlatır Pina Bausch.
Bütün önemli sanatçılar gibi, tek bir dünyası vardır Bausch’un. Ve bütün yapıtları, o tek bir dünyanın çeşitli yansımalarıdır.
Bazılarımızın, Bausch’un her seferinde kendini tekrar ettiğini zannetmesi de bu yüzdendir; aslında tekrara düşmüyordur Pina Bausch; derdi tektir ve o derdin binbir türlü yüzü vardır anlatılacak. Pina Bausch yıllar boyu önümüze bunları serer sabırla, bıkmadan…
Pina Bausch çok güzel bakar…
Pina Bausch hakkında yapılmış çeşitli tarihlerdeki belgesellerin istinasız hepsinden tanıdığım bir görüntü; Pina Bausch prova salonunda bir masanın arkasında oturmuş, pür dikkat dansçılarını seyrediyor; bir elinde sigara, diğeriyle de bir deftere durmaksızın notlar alıyor.
Pina Bausch çok dikkatli, belli ki mükemmelliyetçi, zor bir insan, ama kesinlikle otoriter, kırıcı, despot veya agresif değil. Ve Pina Bausch’un en önemli özelliklerinden biri, dansçılarını seyrederken onlara çok güzel bakması; anlamlı, düşünceli, içten ve derin bir bakış bu. Zaten o bakış değil mi, Pina Bausch’un yapıtlarını “bir Pina Bausch yapıtı” yapan.
Topluluğun istisnasız her gösterisinde, salonun arka sıralarında seyircilerin arasında bir koltukta oturup bütün yapıtı izleyen bir bakış Pina Bausch’unki.
Yapıt boyunca yanındaki asistanlarına fısıldayarak notlar aldıran, ertesi gün bu kritikleri dansçılarıyla tekrar gözden geçiren bir bakış.
Bir taraftan da, öyle alçakgönüllü bir bakış ki, her bir seyircisini, kendi öznel bakışını edinmesi için özgür bırakan.
Pina Bausch 1998’de İstanbul Tiyatro Festivali’ne ilk defa geldiğinde, AKM Oda Tiyatrosu’nda seyircilerle bir söyleşi yapmıştı. Siyahlar içinde, uzun saçlı, ince, narin, boynu hafif bükük bir kadın çıkmıştı sahneye; inanılmaz nazik, sanki çekingen, had safhada mütevazi bir kadın. Bir kaç soru sorulmuştu bir akşam önce seyrettiğimiz "Der Fensterputzer " ile ilgili; hiç unutmuyorum, "Ben ne anlatmak istediysem dün akşam sahnede seyrettiniz, söyleyecek başka sözüm yok, esas önemli olan sizlerin yorumlarınız" gibi bir cevap vermişti.
Sadece seyircilerine karşı değil, turnelere gittikleri kentlerde gösteri sonrasında sanatçıların, dansçıların ve entellektüellerin katıldığı toplantılarda bile Pina Bausch’un, akla gelebilecek her konudan konuştuğu halde yapıtları hakkında konuşmadığı bilinir.
Yapıtlarını kendi bakışıyla mükemmelleştirmeye çalışan Pina Bausch, yapıtları hakkında konuşmaya gelince, onları seyreden bakışları daha çok önemsiyordu.
Pina Bausch artık hayatta olmasa da, o ve yapıtları, onları seyreden seyircilerinin bakışlarında yaşamaya, soluk almaya devam edecek…
[1] Pina Bausch, yön: Anne Linsel, WDR, 2006.
[2] "Özel bir insan: Pina Bausch", Dikmen Gürün, Cumhuriyet Gazetesi, 10 şubat 2009.
[3] Was tun Pina Bausch und ihre Tänzer in Wuppertal?, yön: Klaus Wildenhahn, NDR/WDR, 1982.
[4] Coffee with Pina, yön: Lee Yanor, Wieseltier Productions, 2005.
[5] http://www.wuppertal.de/
[6] Dominique Mercy tanzt Pina Bausch, yön: Regis Obadia & Lisa Wiergazova, ARTE F, 2003.
[7] Pina Bausch, Guy Delahaye, Edition Braus, 2007.
[8] Pina Bausch “Tanz gegen die Angst”, Jochen Schmidt, List, 2002.
[9] Pina Bausch oder Die Kunst über Nelken zu tanzen, Leonetta Bentivoglio & Francesco Carbone, Suhrkamp, 2007.
3 Şubat 2010 Çarşamba
Pina Bausch çok güzel güler…
Etiketler:
alain platel,
anne linsel,
christiana morganti,
dikmen gürün,
guy delahaye,
in memoriam,
jan lauwers,
jochen schmidt,
koza tamdoğan,
lee yanor,
malou airaudo,
pina bausch,
ruth amarante
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder