31 Ekim 2009 Cumartesi

işsanat 09-10 : dar görüşlü bir sezon


dün akşam bir arkadaşla sohbet ederken, kendi kendime "boş ver yazma!" dediğimin bir konu tekrar alevlendi içimde ve sivriliklerimden birini daha yapmadan duramaz oldum!

arkasına türkiye'nin en zengin bankasını almış, türkiye'nin en prestijli konser mekanı olmaya soyunmuş ve türkiye'nin biletleri en pahalı konser salonu olan işsanat'ın sezon programı açıklananı bayağı oldu.

bazı köşeyazarları, ekonomik krizde böyle bir programın hazırlanmış olmasını çok önemsediler, beğendiler, salonu kutladılar.
programa itiraz olamaz tabii: gidon kremer, misha maisky, yuri bashmet, shlomo mintz, joshua bell defalarca da gelseler kaçırılmayacak "duayen" isimler; ancak, istanbul'a daha önce defalarca gelmiş bildik isimler!
[bell dışındakiler 4-5 yıldır istinasız her sezon istanbul'a geliyorlar, hem de; -nasıl oluyorsa- crrks'ye gelirlerse bilet fiyatı işsanat'ın yarısı oluyor.]

prestijli bir salonunun vizyonu, o şehre daha önce gelmemiş önemli sanatçıları getirerek hem seyirciye onları canlı izleme imkanı sunmak, hem de -ve bence daha da önemlisi- sanatçıya daha önce gelmediği bir kenti ve onun seyircisini tanıtmak. yoksa; salonu olabildiğince doldurmaya odaklanmış organizatör mantığı ile program hazırlanıyorsa, yazık!

işsanat'ın 2009-10 sezonunun en flaş -ve istanbul'a ilk defa gelecek veya geleli çok uzun zaman olmuş- isimleri philippe jaroussky ve academy of st.martin-in-the-fields oda orkestrası ile sir neville marriner.
gil shaham, andreas scholl, mikhail pletnev yönetiminde rusya ulusal senfoni orkestrası ve uzun zamandır istanbul'a konser vermeyen güher-süher pekinel [dün akşam aya irini'de idso ile konserleri vardı; demek ki, nihayet istanbul'un, tonları birbirine uygun iki piyanosu oldu] programın diğer -istanbul'da ender konser verme konusunda- öne çıkan isimleri.

işsanat'a kimler gelebilirdi sorusunun cevabı için sadece piyanistlerden gidersek: martha argerich, -istanbul'a yıllar yıllar önce, çok genç bir yıldızken gelmiş, sonraki bir iki konserini sağlık nedenlerinden dolayı iptal etmiş- hélène grimaud, maurizio pollini, maria joão pires...
diğer enstrümanları, oda müzikçilerini ve şancıları saymıyorum bile!

biletleri daha kolay satılan pop/dünya müziği kategorisinde ise; işsanat yine bildik, defalarca istanbul'a gelmiş isimleri getiriyor tekrar tekrar: fazlaca sağlamcı bir duruş!
pink martini, monica molina, mariza...

"niye programda yok" diye düşündüğümde; komşumuz yunanistan'ın sesi, yorumu, kişiliği ile efsanevi sanatçısı dimitra galani, pedro almodovar'ın vazgeçemediği şarkıcılardan melankolik luz casal, bueno vista socila club'ın tango versiyonu cafe de los maestros, beyrutlu ilahe fairouz ilk aklıma gelenler.
bunlar benim tanıdığım isimler; benim bilmediğim ve tanımak istediğim bir sürü başka değerli sanatçı da var bu dünyada.

neden illa da bildik isimlerden oluşturulur sezon programı! neden seyircimiz/izleyicimiz yeniliklere, bilmediği isimlere açık değildir!
arkasında türkiye iş bankası gibi güçlü finansman destek olan bir salon neden risk almaktan bu kadar ürker!

28 Ekim 2009 Çarşamba

kadınlık hallerini sergileyen palyaçolar

soru-cevap kısmında son soru/yorum sahibi genç hanımla aynı fikirdeyim: bir erkek olarak bana bile kadınlığa, kadınlık hallerine dair çok şey anlatan, seyrederken "kadın olmaya" dair çok kuvvetli bir alt metne sahip olduğunu düşündüğüm "gustavia"nın çıkış noktasının aslında "palyaço" fikri olduğunu öğrenmek beni de hayal kırıklığına uğrattı.
"lost in translation" mıydı yoksa genel bir yanlış anlama mı; ne benim sorumda ne de o genç hanımın sorusunda "feminizm" kavramı geçmiyordu; biz "kadınlık halleri"den, "kadın olmak"tan konuşuyorduk. mathilde monnier ise bize durmadan feminizm üzerinden cevap verdi ve doğal olarak, kavgası ondan önceki nesiller tarafından yapılmış bir davanın savunucusu veya yargıcı olmadıklarından ve feminizm ile ilgili herhangi bir şeye soyunmadıklarından bahsetti; çıkış noktaları "palyaço", anafikirleri burlesk dünyasının genellikle erkeklerden kurulu karakterlerinin yerine kadınları koymakmış.

"gustavia" sıkı bir 60 dakika boyunca, burlesk tarzı sinemanın bütün inceliklerini, -"monnier ile la ribot'un alışık olmadıkları kadar küçük"- bir tiyatro sahnesine taşıdı; iki kadın sanatçı, renkten arındırarak siyaha boyadıkları sahnede tahta kalas, kova, huni gibi burlesk'in bütün temel elemanlarını kullanarak oluşturdukları koreografiyle bizleri gülmek ile ağlamak arasındaki ince çizgide gezdirdiler.

mathilde monnier'i tanıyor ve ona zaten hayrandım da, "gustavia"yı beraber hazırladığı ispanyol koreograf-dansçı (maria) la ribot'un adını daha önce hiç duymamıştım. la ribot benim ve beraberimde bu gösteriye sürüklediğim dostlarım için unutulmaz bir keşif oldu.
la ribot, gösterideki yetkinliği bir yana, esas, soru-cevap kısmında monnier ile birlikte, sorulara cevap veriş şekli, rahatlığı, yüz mimikleri, endamı, "palyaço"nun fransızca ve ingilizce telaffuzlarını durmadan karıştırması, ispanyol aksanlı fransızcası ve şişeden yudumladığı birasıyla bizi büyüledi.

ne şanslıyız ki idans03 bize, "gustavia"nın yarın akşamki ikinci gösterisinden sonra, 29 ekim perşembe günü 16.00-20.00 saatleri arasında la ribot'un "laughing hole" adlı performans/yerleştirmesine tanık olma imkanı sunuyor.

27 Ekim 2009 Salı

bambaşka bir perspektiften woodstock

sen filmekimi'nde aldığın altı filmden dördünü yak, hemen filmekimi biter bitmez sinemaya git; olacak iş değil!

amerikan toplumunun farklı zamanlarını, farklı katmanlarını incelikle anlatan filmleriyle ("the ice storm", "ride with the devil", "hulk", "brokeback mountain") müstesna ang lee'nin, bir hafta önce sessizce vizyona girmiş filmi "taking woodstock" (özgür woodstock)'ın peşine düştüm dün akşam.

yıllar önce emek'te dört saatlik woodstock belgeselini seyretmiştim hayranlık ve hayretle. "özgür woodstock"da ise ang lee, woodstock'ın sıradan insanlar nezdinde sahne arkasında gerçekleşenleri anlatıyor; eğlenceli, iddiasız, rahat ve biraz da "dağınık" bir tarzla.
ang lee bir çok sahnede, 70'li yılların sinematografik bir fenomenini, perdeyi parçalara bölüp tek bir anın farklı görüntülerini birarada kullanmayı tercih etmiş.

woodstock ve 68 kuşağı ile özdeleştirilebilecek bildik temalar (serbest uyuşturucu kullanımı, özgür cinsellik, avant-garde tiyatro, vs...) dışında, tam da ang lee'den beklenecek bir çeşitlilikte, böyle bir dönem filminde anlatılması olağandışı gibi gözüken konular da, örneğin yahudi karşıtlığı, filmin geneline ustaca yedirilmiş.
belki de filmin en hoş buluşlarından biri insanoğlunun aya ayak basışı ile woodstock'un karın ağrısına dönüşen mekan/arazi bulma serüvenini örtüştürmesi.
insanoğlunun tarihi boyunca unutmayacağı iki olay; bir yanda uzaya dair en önemli ve büyük projelerden/adımlardan biri gerçekleşirken/atılırken, diğer yanda yeryüzünde, bambaşka bir projenin çevresinde gelişen "küçük insanların" durumları; kaygıları, çekişmeleri, sevinçleri, ihtirasları...

kanımca filmin en anlamlı tarafı (bir çok ang lee filminde alttan alta gelen bir temaya bağlanan) şu mesajdı: kişi kendini olduğu gibi kabul edebildikten sonra sorun yoktur, etrafındakiler de onu olduğu gibi kabullenirler.

25 Ekim 2009 Pazar

dunas / maria pagés & sidi larbi cherkaoui






geçtiğimiz ilkbaharda istanbul'da enfes bir flamenko gösterisi sunan maria pagés ile sidi larbi cherkaoui'nin ortaklaşa hazırladıkları, kum tepelerinden ismini ve esinini alan "dunas" adlı gösteri 23-24 ekim 2009 tarihlerinde singapur'da ilk defa seyirci karşısına çıktı.
yapıtın müziği, cherkaoui'nin son yıllarda beraber çalştığı leh besteci szymon brzoska'ya ait.

"loin..."; yaşadığımız coğrafyaya çok da uzak olmayan ruh dünyasının izlenimleri





(fotoğraflar: patrick imbert, EM, evi filahtou)


idans03 dün akşam çok önemli bir konuğu ağırladı: cezayir asıllı fransız rachid ouramdane.
ouramdane'nın "loin..." (uzak...) adlı solo performansını izledik. garajistanbul tıklım tıklım doluydu; seyircilerin çoğu istanbul'un alternatif dans sahnesinin koreograflarıydı.

"loin..." içerik olarak;
hem gösteri broşüründe hem de gösteri sonrası söyleşide ouramdane'nın belirttiği gibi, sürgün sorunsalı bağlamında;
otobiyografik/biyografik/belgesel ögeleri kullanmaktan kaçınmadan seyircilerin kişisel/duygusal/entellektüel dünyalarını harekete geçirmeye yönelik,
coğrafi yerellikten, coğrafi sınırlardan, resmi tarihten bağımsız olarak, insanların iç dünyasını oluşturan "duygulanımsal coğrafya"yı (affective geography) ve tarihle kişisel hesaplaşmayı ortaya çıkarmayı amaçlayan bir yapıttı.
bu amaçla; yapıt boyunca sert, keskin ve hızlı bir koreografi ile meditatif, adeta ayinsel anlar, soyut hareketler ile -kaynağı tahmin edilebilir- figüratif danslar bir arada kullanıldı.

biçimsel olarak ise;
gösteri sonrası söyleşisinin başlangıcında idans'ın sanat yönetmeni gurur ertem'in, yapıtın garajistanbul sahnesine uyarlanması konusunda L'A'nın ve idans'ın teknik ekiplerine özel bir teşekkür sunması boşuna değildi; 55 dakikalık "loin..." oldukça komplike ve kapsamlı bir ışık ve ses tasarımı içeriyordu.
[zaten, yurtdışından gelen çoğu sahne yapıtında (illa da robert wilson'ın rejisi olması gerekmeksizin) çok ustaca, kılı kırk yararak hazırlanmış ışık tasarımlarıyla karşılaşıyoruz. ancak, oyuncu/dansçı sayısı ve dakikasıyla "basit" gibi gözüken bir yapıtta bile bu kadar incelikle düşünülmüş, nüanslar içeren bir ışık tasarımını görmek, bunun yapıta ne kadar çok şey kattığını bir kere daha "uygulamalı olarak" seyretmek açısından önemliydi.]
bu sayede sahnede; ouramdane'nın, babasının izinden cezayir bağımsızlık savaşına ve oradan da çinhindi'nde vietnam ve kamboçya'ya yaptığı seyahatlerinin farklı coğrafi ve duygusal durakları, -koreografik olduğu kadar- ses, görüntü ve ışık yardımıyla canlandı.
her tarafı siyah sahne mekanında, zemine yerleştirilmiş farklı şekil ve büyüklükteki koyu sıvı adacıkları, kıvrılan ses kabloları ve yere monte edilmiş üç büyük megafon ouramdane'nın seyahat izlenimlerinin karanlık içsel dünyasını kurmaya yardımcı oluyordu.
sağ taraftaki kabaca insan boyutlarındaki siyah perde üzerine yansıtılan hareketli görüntüler de yapıtın içeriği kadar mekanın atmosferini kuvvetlendiriyordu.

fransa'da son yılların yükselen genç koreograflarından, geçtiğimiz yaz avignon ve atina festivallerine iki yapıtıyla birden ("loin..."ın yanısıra, son yapıtı "des témoins ordinaires" ile) katılan rachid ouramdane'ı nihayet (mayıs ayındaki idans02'ye mekansızlıktan gelememişti) şehrimizde izlemek büyük mutluluktu.
"loin..." çağımız insanının iç dünyasına dair zor, kasvetli, allak bullak edici, etkileyici ve zihin açıcı bir yapıttı.


22 Ekim 2009 Perşembe

haiku'ların soyut dünyası


meraklı, sabırlı ve sebatlı seyirci ile bildiği yoldan şaşmayan düzenleyiciler biraraya gelince en zor etkinlikler bile zamanla kendi çevresini oluşturuyor.
alışılmışın dışında, farklı anlatım ve sunum tekniklerini deneyen, dansın kuramsal yönüne ağırlık veren koreograf ve performans sanatçılarının festivali idans'ın üçüncüsü az ama öz programı ile garajistanbul'da devam etmekte...

ben idans03'e ancak bu akşam, zan yamashita'nın "it is written there." adlı çalışması ile dahil olabildim. temelde benzer bir anlatım biçimi kullanan idans02'deki juan dominguez'in performansına sonuna kadar katlananlar için yamashita'nınki kolay lokmaydı doğrusu.
kaldı ki; "it is written there." kesinlikle sıkıcı olmayan, çıkış noktası alçakgönüllü, küçük fikirlerden kurulu, biraz haiku'ları andıran çok hoş ve soyut sahneler/anlar/durumlar barındıran (bunlardan bazıları rahatlıkla pina bausch'un bir yapıtında yer alabilir nitelikteydi), ancak ilginç ama anlaması/idrak etmesi zor sahneler de içeren ve kısa kısa sahnelerin bazıları arasında kolaylıkla bağlantı kurmak mümkünse de, genel kurgunun omurgasını okumanın güç olduğu; son tahlilde, verdiğim iki saate pişman olmadığım bir performanstı.

idans3'ün ağır topları rachid ouramdane, mathilde monnier, la ribot ve ivo dimchev cumartesi'den itibaren ekim'in son haftasında garajistanbul'dalar. kaçırmamalı!

21 Ekim 2009 Çarşamba

sıradışı vampir öyküsü

"kan arzusu" (bakjwi/thirst) bir başyapıt değil, chan-wook sineması veya vampir edebiyatı meraklıları dışındakiler için seyredilmesi elzem de değil, ancak; tutulduğu takdirde serisi çekilemeyecek şekilde yazılmış dürüst ve -kanımca bir vampir öyküsünün barındırması gereken- dehşet, şehvet ve dozunda mizah ile intikam ve vicdan gibi chan-wook'un fetiş temalarını ustaca harmanlayan senaryosu, -yine chan-wook tarzının olmazsa olmazı- lirik anlatımı ve üst düzeyde estetik sinematografisi ile cesur, özgün ve sıradışı bir vampir/aşk öyküsü.
filmekimi'nde diğer gösterimleri cumartesi emek'te, pazar günü maçka g-mall'da.

19 Ekim 2009 Pazartesi

ben ordaydım, onlar yoktu!

geçen hafta konuşuyorduk; dostum k.'ya, çok güvendiği bir büyüğü şöyle öğütlemiş: "bir şeye ne çok sevineceksin ne çok üzüleceksin."
bu haftasonuki maceram, bu veciz söze -haddim olmayarak- şunu eklememe ilham verdi: "ne de çok isteyeceksin!"
altı ay önce büyük bir heyecanla bilet aldığım oyunun son iki gösterisinin iptal olduğunu, sırf bunun için geldiğim kente indiğim sabah öğrenmek, şimdiye kadar yaşadığım hayalkırıklıklarının en büyüğüydü. bu haftasonu başka bir sürü terslik daha oldu.
demek ki şansımı fazla zorlamışım!

14 Ekim 2009 Çarşamba

polonya'dan anlar 03: krakov 02


polonya'dan anlar 02: krakov 01

seyrettiğim en etkileyici carmen, schubert liedleri söyleyecek

"altın kızlar"ın sophia'sı gibi anlatırsam:
yıl 1985!
şimdinin "film festivali"nin adı, o zamanlar "sinema günleri".
gösteriler sadece beyoğlu ve çevresinde değil, osmanbey site'de ve kadıköy moda'nın yanısıra balmumcu'daki sinema-tv'de de yapılıyor.
gündüz seanslarında simultane çeviri var; film bir yandan oynarken, bet sesli çevirmenler mikrofondan salona bağıra bağıra çeviri yapıyorlar; bazen filmin sesi ile çevirmenin sesi birbirine karışıyor. simultane çeviri uygulaması sadece 21.30 seanslarında yapılmıyor.
14 yaşında bir yeniyetme olarak, hem yabancı dil bilgim hem de beyoğlu'nun o zamanki "sosyolojik yapısı" emek veya dünya'da akşam seanslarına kalmama geçit vermiyor. ben de çoğunlukla, haftasonları, evime 5 dakika mesafedeki sinema-tv'yi mekan tutuyorum.

o seneki sinema günlerinde "müzik ve sinema" adlı bir bölümde; eski yeni bir avuç müzikli film oynamıştı: "rembetiko", "a star is born", "west side story", "sweet charity", "all that jazz", "flamenco at 5.15", "beethoven"...
çocukluğumdan beri müziği seven ve müzikallerlerle ilgilenen [şan tiyatrosu'nda "hisseli harikalar kumpanyası", televizyonda "hello dolly"] biri olarak hiçbir filmi kaçırmamıştım. şimdi düşünüyorum; bu sayede kolay kolay sinema perdesinde seyredemeyeceğim 60'lı, 70'li yılların filmlerini de izlemişim.

o bölümde gösterilen yeni tarihli bir film ise "carmen"di; yönetmen italyan usta francesco rosi, başrollerde placido domingo, ruggero raimondi ve carmen rolünde julia migenes, orkestra şefi ise -o yıllarda tek kanallı televizyonda her yılbaşı yayınlanan viyana'daki yeniyıl konserlerinden adına ve sevimliliğine ailecek aşina ve hayran olduğumuz- lorin maazel.
bir kaç yıl önceki carlos saura'nın çok katmanlı "carmen"inin ardından, sadece "carmen" operasını sinemaya uyarlama iddiasında olan, gerçek mekanlarda, kalabalık bir kadro ve muhteşem görüntülerle çekilmiş 150 dakikalık -david lean sinemasını andırır tarzda- destansı bir filmdi "carmen". gelmiş geçmiş en iyi opera-filmlerinden biriydi.

julia migenes ise kısa boyu, küt ve dolgun vücudu, çıkık elmacık kemikleri, heybetli ağzı ve dolu dolu kara kıvırcık saçlarıyla carmen karakterinin içerdiği bütün şehveti ve cinselliği fiziğinde barındırıyordu. sesi, yorumu ve -o zamanlar operacılarda pek ender rastlanan- oyun gücü de çok kuvvetliydi.
çarpıldığımı hatırlıyorum!

işte, o julia migenes, kasım ayında schubert lied'leri söylemek üzere istanbul'a cemal reşit rey konser salonu'na geliyor.
1985'teki "carmen"den beri migenes'i yakından takip etme imkanım olmadı; ara sıra, operanın popüler tarafına dair organizasyonlarda, müzikallerde ve brecht-weill oyunlarında rol aldığını duydum uzaktan.
julia migenes, schubert lied'lerini nasıl yorumlar bilemem, ama yeniyetmeliğimin unutulmaz figürlerinden birini -nasıl olursa olsun- izlemek üzere 3 kasım'da crrks'de olacağım kesin.

şehrimin sokaklarında pina ile karşılaşmak

bu vefalı düşünce için idansçılara gönülden teşekkürler...

13 Ekim 2009 Salı

"hayat bütünüyle bir skandaldır!" -k.warlikowski

avrupa tiyatrosunun sivridilli, keskin bakışlı rejisörü krzysztof warlikowski'nin bir prodüksiyonuna kendi ülkesinde denk geldiğim için çok sevinçliyim: varşova operası'nda sahnelenen alben berg'in "wozzeck"i.

warlikowski'den, bir yıl önce atina festivali'nde arasız üç saat süren, lehçe, yunanca üstyazılı "krum"ı seyretmiştim.
o günlerde oyun dergisine yazdığım, ancak dergi geçici olarak kapandığı için yayımlanamayan atina festivali izlenimlerimden "krum" ile ilgili olan kısmı bu vesile ile buraya almak istedim.




"Atina Festivali’nin 16-18 Temmuz tarihlerindeki konuğu ise bu sene Avrupa Tiyatro Ödülü’nü almış olan tiyatronun son yıllardaki “yaramaz çoçuğu” Krzysztof Warlikowski idi. Tabuları yıkarak, Batı kültürünün mitsel karakterlerini alt üst eden sahnelemeleri (Hamlet, Macbeth, Bakkalar, Fırtına) ile ün yapan Warlikowski bu sefer sıradan karakterlerin sıkıcı aile-kasaba yaşamlarını anlatan bir oyun ile seyircinin karşısındaydı:
bir TR Warszawa yapımı olan ve 2005 yılından beridir Berlin’den Avignon’a, Moskova’dan Lizbon’a dolaşmış, New York’ta Warlikowski’ye bir OBIE 2008 ödülü kazandırmış, Hanoch Levin’in 1975 tarihli “Krum” adlı oyunu.

Warlikowski sahnede yaklaşık 10m. x 15m.’lik boş bir alan yaratmış. Etrafı pencereli duvarlarla çevrelenmiş, zemini parke kaplı bu alana farklı boyutlarda koltuklar yerleştirilmiş; tekli koltuklar, farklı renkte kanepeler, gerektiğinde yatak olabilen üçlü koltuklar ve bir dizi sinema koltuğu…
Warlikowski, bu boş alanda ışık kullanımı, pencereli duvarların önünde boyluboyunca açılıp kapatılabilen siyah perdeler ve koltukların düzeninin değişimi sayesinde farklı mekanlar yaratıyor.
Ayrıca tavanda asılı büyük boy perde, gerek dış mekan görüntülerinin gerekse oyunun farklı açılardan verilen canlı yayın görüntülerinin kullanılmasıyla oyunun atmosferinin yaratılmasında önemli bir rol oynuyor.

Warlikowski büyük boş sahne ile yetinmiyor, yer yer oyuncuların antrelerini seyirci tribününden yaptırıyor, seyirci koridorlarını oyun alanına dönüştürüyor. Bazı bölümlerde sahne ile birlikte salonun da bütün ışıklarını yakarak iki mekanı birleştiriyor.

Warlikowski daha da ileri giderek iki sahnede başrol karakterini direkt seyirciyle konuşturuyor; O ana kadar Leh dilinde ve Yunanca üstyazı ile oynanan oyunda Krum karakteri seyircilere dönüp İngilizce “Arkadaşım ölmeden önce mutlu bir çift ile fotoğraf çektirmek istiyor, gönüllü olanınız var mı?” diye soruyor. Tahminlerin aksine Yunanlı seyirci çekingen çıkınca, çaresizce “Tamam, illa da mutlu bir çift olması gerekmez, herhangi bir çift olabilir, gay veya straight de fark etmez!” diye devam ediyor.
Krum’ın seyircilere ikinci müdahelesi ölen arkadaşının anma töreninde gelen dilimlenmiş elmalı tartı olduğu gibi seyircilere sunarak elden ele dolaştırılmasını sağlaması.

Warlikowski’nin ustalığı; sıradan insanların sıkıcı günlük ritüellerinden kurulu hayatlarını anlatan ve arasız üç saat süren oyunu zekice kurgulanmış rejisi, mekan kullanımı ve özellikle de oyuncu yönetimi sayesinde nefessiz izlettirmesindeydi. Seyirciden de hak ettiği alkışı aldı."










varşova operası'nda seyrettiğim, 2006 yılı yapımı, ancak 09-10 sezonunun resmi açılış temsili olan warlikowski imzalı "wozzeck" tarzı ve sahneleme mantığı bağlamında bir çok açıdan "krum"a benziyordu.
warlikowski zaten uzun zamandır, ister paris ulusal operası, ister tr warsawa tiyatro topluluğu isterse de varşova operası ile olsun, her yapımında leh kadın sahne tasarımcısı malgorzata szczesniak ile çalışıyor.
"wozzeck"te ortada geniş bir boş alan var; bazı sahnelerde bu boş alana üstten üç tarafı kapalı seyirci tarafında açık duvarlar inerek mekan hissi yoğunlaştırılıyor; duvarın üzerinde büyük şeffaf pencereler var; aynı "krum"da olduğu gibi gözetle(n)me, seyretme, seyredilme, teşhir etmeye dair bir yorum kuvvetlendiriliyor. aynı "krum"da olduğu gibi aşağıdan, yani duvarların altlarındaki küçük yarıklardan verilen ışık ile tekinsiz bir ortam yaratılıyor.

alban berg'in müziği için söz söyleyecek kadar yetkin değilim; atonal tarzda, hiç bir melodinin olmadığı gibi, hiç bir izleğinin de olmadığı hem icrası hem de dinlemesi zor bir müzik; en azından benim kulağım için öyle.
ancak, ekspresyonist bir tavırla bestelenmiş müziğin "woyzeck"in içeriğine (woyzeck karakterinin tedirginliğine, gördüğü halüsinasyonların atmosferine, marie'nin onu aldatması karşısında duyduğu sinik/çaresiz öfkeye) ve warlikowski'nin seyirciyi rahatsız ve giderek te provoke eden yorumuna çok uyduğunu söylemeliyim.

"wozzeck"te beni daha çok ilgilendiren warlikowski'nin büchner'in oyununa getirdiği yorumdu.
warlikowski direkt çocuklar ve woyzcek'in gayrimeşru oğlu gözünden yorumlamıştı yapıtı; opera başlamadan 15 dakika önce, daha seyirciler koltuklarına oturmaya çalışırlarken sahneye yedi çift kzılı-erkekli çocuk geliyor; büyümüş de küçülmüş gibiler, fraklı ve tuvaletli. bu yedi çift, müziksiz olarak ve kusursuz bir şekilde vals yapmaya başlıyorlar. woyzeck'in gayrimeşru oğlu olduğunu tahmin edilen bir oğlan da kenardaki masanın başında tek başına oturmuş vals yapan çiftleri seyrediyor.
operanın ikinci perdesindeki bar sahnesinde de yine bu küçük oğlanlar ve kızlar, bu sefer salsa kıyafetleri içinde vals yapıyorlar.
"woyzeck"in, berg tarafından değiştirilmiş sonunda diğer çocukların gayrimeşru oğlanla dalga geçtikleri sahneyle de birlikte düşünülünce; aslında büyümüş de küçülmüş çocuklar üzerinden warlikowski'nin hem toplum eleştirisi yaptığını hem de bu yapıtı, burjuva toplumunun çocukluktan başlayan ikiyüzlülüğü, riyakarlığı üzerinden okuduğunu anlıyorsunuz.
woyzeck bir burjuva değil, ama onun kendisinden ve daha sonra da marie'den şüphe etmesine neden olan olaylar hep etrafındaki küçük-burjuva karakterler etkisiyle tetikleniyor.

"wozzeck" yaklaşık 1.5 saat arasız süren, perde aralarında 2-3 dakikalık video projeksiyon görüntülerinin kullanıldığı, 1950'lerin mobilya ve kıyafetlerinin kullanıldığı, ışık tasarımına çiğ ve sert renklerin hakim olduğunu, çıplaklık-transseksüellik-şehvet-pop kültür gibi geleneksel opera seyircilerini kolaylıkla tedirgin edebilecek (en azından opera sahnesinde seyretmeyi tercih etmeyecekleri) öğeleri büyük bir rahatlık ve özgürlükle kullanan cesur bir yapım.

warlikowski'nin herhangi bir yapımını önümüzdeki yıllarda istanbul'da izleme şansına erecek miyiz acaba?
son yıllarda efsane olmuş bir "angels in america" yorumu var mesela; tony kushner'in bu oyununu, yazıldıktan yıllar sonra tekrar sahnelere taşıyıp avrupa'da popüler olmasını sağlayan, ödüller almış bir yapım.
ya da şubat 2010'da paris théatre de l'odéon'da prömiyer yapacak isabelle huppert'li "ihtiras tramvayı".

12 Ekim 2009 Pazartesi

ilhamını chagall'den alan grotesk gösteri










teatr groteska'nın 13 eylül'de prömiyer yaptığı en yeni yapımı "hommage a chagall" krakov'daki bir akşamımı şenlendirdi.

"hommage a chagall" sözsüz, sadece müziğin eşik ettiği, farklı tiyatro teknikleri (kukla tiyatrosu, mim tiyatrosu, masklı tiyatro, video projeksiyon) ve farklı kukla tekniklerini (parmak kuklası, ipli kukla, sopalı kukla, gölge tiyatrosu) birarada kullanan disiplinlerarası, ufuk açıcı bir gösteriydi.

öyle bir hayalgücü ki; chagall'dan ilhamını alan, ona selam duran ama bir o kadar da özgün.
farklı tekniklerin bir arada kullanılması sayesinde chagall'in büyülü, masalsı dünyasının en önemli özelliklerinden biri olan ölçeksizliğin başarıyla yansıtılması sağlanmış; baş karakterler olan adam ile kadının iki farklı boyutta (biri 1 metrelik, diğeri 50 cm'lik) ipli, ayrıca sopalı ve parmaklı olmak üzere dört farklı ölçekte kuklası hazırlanmış, bir de bunlara oyuncuların başlarına maskeler geçirerek canlandırdıkları normal insan boyutu eklendiğinde beş farklı ölçekte durmadan gidip gelen; bir an normal boyutlarda bir odanın içi veya çiftlik bahçesi canlandırılırken, hemen ardından kırlar üzerinde uçabilecek kadar küçük bir ölçeğe inen, biraz sonra da bütün dünyanın sahneye sığdığı bir boyuta dönüşen bir sahnelemeyle karşı karşıya kalıyor insan.
bu ölçek çeşitliliği tabii ki hem müthiş bir hayalgücü hem kusursuz bir kurgu hem de anlatıma büyük bir özgürlük getiriyor.
aynı anda sahnede; üstten kumanda edilen ipli kuklalar hareket ederken, altta da yatay bir perde ile gizlenmiş platformun arkasından parmak kuklası oynatılıyor. ayrıca gerçek insan boyutundaki karakterler de aynı anda sahnede rol alıyorlar; tam da chagall'in dünyasındaki aynı karakterlerin tek bir resim içinde farklı boyutlarda bir kaç defa ortaya çıkması gibi yaratıcı, dinamik, sürprizli ve masalsı bir dünya yaratılmış.

75 dakika boyunca adam ile kadın'ın, adem ile havva'nın, chagall (ünlü yeşil ceketli erkek figürü) ile bella'nın (ünlü kırmızı elbiseli kadın figürünün); yani, görünmez eller tarafından neredeyse çırılçıplakken temizlenerek (yani yaratılarak) cennette gönderilen bir çiftin evlilik törenlerinde elmayı ısırmalarından dünyaya düşüşlerine, kötülük (grotesk kafa ve beden maskeleri ile temsil edilen beş karakter) ile savaşlarına, onları cehenneme yollamalarına rağmen kendilerinin de kaçınılmaz ölümle karşılaşmalarına, zamanın döngüselliğine ve mezarlarından tekrar doğuşlarına kadar bütün bir hayatı, chagall'in resimlerindeki atmosfer, renk ve figürler ile üç boyutlu olarak taşınmış sahneye.

adolf weltschek'in yönettiği gösterideki büyüyü gerçekleştiren 11 genç oyuncu; oyun boyunca durmadan değişerek farklı kılıklara giriyorlar, bazıları iki bazıları üç karakteri birden canlandırıyor. selama çıktıklarında kollarının altındaki maskelerden anlıyoruz bunu.



yolu krakov'a düşenler teatr groteska'nın herhangi bir gösterisini mutlaka izlemeli; topluluğun internet sitesi de çok yaratıcı.
yolu 22 ekim'den itibaren istanbul'a düşecek chagall sergisi kapsamında, keşke pera müzesi bu gösteriyi istanbul'a getirseydi; sergiyi müthiş bir şekilde tamamlardı...