30 Ağustos 2011 Salı

savaş filmlerim


hair, milos forman (1979)


coming home, hal ashby (1978)


born on the 4th of july, oliver stone (1989)


thin red line, terrence malick (1998)


apocalypse now, francis ford coppola (1979)


the deer hunter, michael cimino (1978)


kavkazskiy plennik, sergey bodrov (1996)


gallipoli, peter weir (1981)


no man's land, danis tanovic (2001)


skammen, ingmar bergman (1968)


la battaglia di algeri, gillo pontecorvo (1966)


idi i smotri, elem klimov 81985)


la notte di san korenzo, paolo & vittorio taviani (1982)


all quiet on the western front, lewis milestone (1930)


paths of glory, stanley kubrick (1957)


dr. strangelove or: how i learned to stop worrying and love the bomb, stanley kubrick (1964)


full metal jacket, stanley kubrick (1987)

29 Ağustos 2011 Pazartesi

tekinsiz filmlerim


le charme discret de la bourgeoisie, luis bunuel (1972)


der winterschlaefer, tom tykwer (1997)


caché, michael haneke (2005)


a history of violence, david cronenberg (2005)


crash, david cronenberg (1996)


lost highway, david lynch (1997)


mulholland drive, david lynch


match point, woody allen (2005)


mr. arkadin, orson welles (1955)


europa, lars von trier


rear window, alfred hitchcook (1954)


spellbound, alfred hitchcook (1945)


un chien andalou, luis bunuel (1929)

28 Ağustos 2011 Pazar

TEB oyun 10, yaz 2011


-GELENEKTE YİNELENENİ YENİLEME: HALDUN TANER VE SONRASI Ayşegül YÜKSEL

-YAŞAM – SANAT İLİŞKİSİ ÜZERİNE NOTLAR, Özdemir NUTKU

-GEÇMİŞ: HENÜZ UNUTULMAMIŞ OLAN, Funda ÖZŞENER

-İLK GÖRÜŞTE AŞK, Nedret GÜVENÇ

-SAHNELEME SÜRECİ : DÜĞÜN, Lâleper AYTEK

-KARANLIKTA SİGARA İÇEN YALNIZ SİLUETLER - PİNA BAUSCH, Kerem ÖZEL

-KÜLTÜRLERARASILIK VE DRAMA, Selen KORAD BİRKİYE

-"FETHİYEDE KÜLTÜR SANAT GÜNLERİ” VE TİYATRO, Tijen SAVAŞKAN

- İ.Ü. EĞİTİM FAKÜLTESİ “ULUSLARARASI EĞİTİMDE YARATICI DRAMA SEMPOZYUMU”, Nihal KUYUMCU

-SÖYLEŞİ: “YERİNDE DURAMAYAN FESTİVAL” (4. ULUSLARARASI TRAKYA KUKLA FESTİVALİ), Mesut SARIOĞLU

-DOSYA : TİYATRO VE GENÇLİK FESTİVALLERİ
.ORDU GENÇLİK TİYATROLARI FESTİVALİ, Üstün AKMEN
.İSTANBUL AMATÖR TİYATRO GÜNLERİ 20. KEZ SEYİRCİSİYLE BULUŞTU, Fırat GÜLLÜ
.İBBŞT GENÇ GÜNLER – DÜNYA HER GÜN HER SAAT DAHA DA GENÇLEŞSİN, Tolga YETER
.TERAKKİ VAKFI LİSELER TİYATRO FESTİVALİ, Orhan KURTULDU

-AVRUPA TİYATRO ÖDÜLLERİ
.14. AVRUPA TİYATRO ÖDÜLLERİ, Hasan ANAMUR
.ST. PETERSBURG İZLENİMLERİ, Canan SANAN

-KİTAP TANITIMI
.TİYATRODA YAŞAM – OYUN İLİŞKİSİ – SEVDA ŞENER, Gülşen KARAKADIOĞLU
.AYŞEGÜL HOCA ARA VERMİYOR Kİ…, Üstün AKMEN

26 Ağustos 2011 Cuma

l'inde fantôme / louis malle


"l'inde fantôme, réflexions sur un voyage" her biri 51 dakikalık yedi bölümden oluşuyor. louis malle, kameramanı étienne becker, sesçi jean-claude laureux ve bir de mihmandardan oluşan dört kişilik bir ekiple 1968 yılında beş ay hindistan'da dolaşıyor ve seyahat izlenimlerinden oluşan bu devasa belgesel ortaya çıkıyor.

yedi bölümün adları şöyle: la caméra impossible (imkansız kamera), choses vues de madras (madras'tan izlenimler), les indiens et sacré (hintliler ve kutsal), rêve et réalité (düş ve gerçek), regards sur les castes (kastlar hakkında), en marge de l'inde (hint toplumunun kıyısındakiler), bombay, l'inde future (bombay, hindistan'ın geleceği)

malle daha "imkansız kamera"nın ilk onbeş dakikasında bütün bir belgeselin fikrini, derdini ortaya koyuyor. bir kere; ingilizce bilen, çok konuşan, diğeri için en iyisinin ne olduğunu bildiklerini zanneden ve söyledikleri ona (malle'e) hiç de yabancı olmayan toplumun %2'sini ekrana taşımayacaktır bu belgeselde; derdi kırsaldaki, sokaktaki, kenardaki halk olacaktır. ve, baştan belirlenmiş, öngörülmüş bir omurga olmadan; karşılarına çıkanlara göre, tesadüflere göre çekecektir belgeseli.



ikincisi; hindistan'da izlenim edinmeye çalışırlarken aslında hep onlar (yani çekim ekibi) "izlenen"e dönüştü, çünkü halk onların varlığını hissettiği anda onları "seyreder" oldu. daha ilk çekim gününde bu durumdan kaçınılamayacağını/kurtulunamayacağını fark edince, bunun üzerine gitmeye ve onlara ilgi ve merakla bakan yüzleri olduğu gibi peliküle aktarma kararı veriyorlar. her bölümün başındaki bir dakikalık "l'inde fantôme" jeneriği de zaten sadece insan suretlerinden kurgulanmış.

malle'in üçüncü derdi ise; o bir yıl önce hindistan'da çekimlerini yaptığı görüntüleri şimdi (yani 1969'da) paris'te bir stüdyoda kurgulamaktadır ve ister istemez zaman ve mekan değişikliğinin onun bakış açısını yenilediğinin farkındadır. zaten, malle belgesel sırasında durmadan çekimleri yaptığı andaki "hisleri" ile o anda kurgularkenki "aklı arasında gider gelir. bence malle'in belgeselini biricik yapan en önemli özelliklerinden biri de bu.



ikinci bölüm madras sokaklarında açılır; 3-4 katlı bina yüksekliğinde ahşaptan kocaman bir araba yüzlerce insan tarafından çekilmektedir; binlercesi de sokaktadır. kentte her sene yapılan hindu festivalinde bu araba kapaleeshwar tapınağından çıkarılıp kentin içinde beş saat süren bir yolculuk yapılmaktadır. malle ve ekibi kah sokaktan, kah arabanın insan boyu yüksekliğindeki tekerlerinden birinin dibinden kah bina çatılarından yaptıkları çekimlerle aktarırlar bu ritüeli. malle bir yandan da üst ses olarak açıklamalar yapar. liz taylor'ın "cleopatra" filminde kleopatra'nın roma'ya giriş sahnesini fersah fersah geçen etkileyicilikte sahneleri büyülenerek izlerken, malle'in yaptığı bir yorum bir anda bizi hayranlıkla seyrettiğimize yabancılaştırır; mesafe yaratır.
malle film boyunca bunu hep yapar. dalıp gitmemize, egzotik olana kapılmamıza bir türlü izin vermez.



aynı şey, yine aynı bölümün yarısını kaplayan kalkashetra konservatuvarı çekimlerinde de "başımıza" gelir. malle büyülenmiş şekilde, bunu üst ses olarak da ifade ederek, okuldaki geleneksel bharatanatyam dans derslerini kaydetmektedir; son 10 dakika sadece iki mükemmel genç kız öğrencinin ders sırasındaki danslarını izleriz. tam, hiç bitmese keşke diye düşünürken, malle okulun hocaları tarafından gitmelerinin istendiğini üst ses olarak söyler önce. biz de seyirci olarak biraz sinirlenir, üzülürüz. malle ise ardından konuşmaya devam eder ve seyirci olarak kendimizi kaptırmış olan bizi de hizaya çeker: "şimdi düşününce hocalara hak veriyorum. biz orada onların kutsal anlarına tecavüz etmiş haydutlar gibiydik!"
altı saatlik belgeselin tek bir konuya/mekana ayrılmış en uzun sekansıdır dans okulu bölümü. ve genel olarak etkileyici olan belgeselin en samimi, en güzel, en derin, ve sanırım herşeyden önemlisi en "saf" görüntüleridir onlar.




her ne kadar "hintliler ve kutsal" başlıklı üçüncü bölüm inançlara ayrılmış olsa da, sözkonusu hindistan olunca kültler, kutsallık ve ritüeller belgesel bütününe hakimdir.
bu bölümde malle'in dili sivrilir; hindu rahiplerinin para ile olan ilişkisinden girer, veda'larda adı geçmeyen şiva'nın fallik kültünden çıkar.
bu bölümün en etkileyici sekansı, devasa madurai tapınağının loş iç mekanlarında ve kutsal havuzunda inançlıların ibadetlerinin kaydedildiği sahnelerdir.




"hayal ile gerçek" başlıklı dördüncü bölüm kerala kentinin ortasında bir kaç ağacı mesken tutmuş (ve halkın dokunmadığı) yarasa sürüsü, ıssız bir yolda masasıyla birllikte bir singer dikiş makinasını iterek götüren bir hintli gibi şaşırtıcı görüntüler içerir.
rüyayı andırırcasına absürd ve şiirsel olan, malle ve ekibinin bizzat şahit oldukları durumlara ayrılan bölümün özellikle ilk yarısı "l'inde fantome" belgeselinin bütününde en güzel görüntülerine sahip sekanstır.
belgeselin gerek gerçekleştirilme mantığına gerekse de görüntü tercihine damgasına vuran cinema vérité tarzı bu sekansta bir kenara bırakılmıştır; estetik, epik görüntüler, contre lumière fotoğraflar malle ve ekibi kadar bizleri de esir alır.
bölümün ikinci yarısı ise hindistan'daki komunist partilerin anlayışları hakkındadır ve bizi yıldırım hızıyla gerçeğe geri döndürür.



hindistan'daki ırk, dil, din çeşitliliği arasında, kıyıda kalmış, yok olmaya yüz tutmuş kabileleri, tarikatları konu edinen altıncı bölüm, belgeselin en ilginç, en ansiklopedik kısmıydı. bilmediğim pek çok şey öğrendiğim gibi, biter bitmez internete koşup, belgeselde konu edinilen toplulukların günümüzde ne halde olduklarına dair araştırma yapma isteği uyandırdı bende. 40 yıl önce 800 kişi kalmış olan toda kabilesi hala 800-900 kişi civarındalar. barışcıl ashram tarikatının, 40 yıl önce sadece bir anıt dikili auroville kent projesi ise bayağı bir almış başını yürümüş; bir sürü bina inşa edilmiş.
conchin'deki sadece 100-200 nüfuslu yahudiler, kerala'daki hıristiyanlar ve bondo kabilesi de hindistan'ın kıyısında kalmış diğer topluluklar olarak ele alınmış.



hindistan'daki kast sistemini bütünüyle delhi yakınlarında bir köyü örnek alarak anlatan beşinci bölüm kendi içinde en derli toplu, tek bir konu ve yere odaklanmıştı. malle ve ekibi bu köye seyahatlerinin en başında gelmişler. seyahatlerinin son durağı ise, aynı zamanda belgeselin de son bölümü oluşturmuş: bombay.
tek bir kenti konu edinmesine rağmen, beşinci bölümdeki parçalı yapı burada da hissediliyor. müslümanlar ve gel-gitde deniz ortasında kalan cami, küçük ve zengin bir zümre oluşturan farsiler, hindistan'ın başka hiç bir yerinde rastlanmayan, sadece bombay'a özgü red light bölgesi ve sona doğru bombay'daki farklı siyasi görüşe sahip genç politikacılar ve ekonomistlerle yapılan söyleşi ve malle'in yine üstses olarak hindistan'ın ruhuna ve geleceğine dair yaptığı çok kısa bir yorum ile belgesel noktalanıyor.



bütün belgeselin en çarpıcı izlenimlerinden biri malle'in beş aylık seyahatleri boyunca hindistan'da bir erkek ile bir kadını elele, öpüşürken veya sarılmış olarak hiç görmemiş olduklarını belirtmesiydi. tek bir istisna dışında; onu da kameraya almışlar. bombay'da genç bir kız ile erkek, sanki bina çatılarının arasında bir terasta, dar bir mekanda, karşılıklı duvarlara dayanmış olarak yatar vaziyette oturmuş sohbet ediyorlar; belli ki flört ediyorlar; ancak bu kadar masumane olabilir.
iki genç kızın bharatanatyam dansı yaptıkları sekans ile birlikte bu kısacık çekim, benim için bu devasa belgeselin en unutulmaz, en mutluluk verici anlarından biriydi.

...

bu yazı için internette görsel ararken the film sufi adlı bir bloga rastladım. sinemayla ilgilenenlere tavsiye ederim.

25 Ağustos 2011 Perşembe

calcutta / louis malle


363 dakikalık "l'inde fantome"a dalmadan önce, derinlik sarhoşluğuna alışmak için "calcutta" ile başladım malle'in hindistan izlenimlerine. "calcutta" ise; her yaştan erkeğin suda yıkanma görüntüleriyle başladı.

su ganj nehri değil, zira kalküta hindistan'ın doğu kıyısında bir liman kenti. ama malle hindistan deyince akla ilk gelebilecek imajlardan biriyle, ganj'da yıkanarak ibadet edenlerinkinin bir benzeriyle başlamayı yeğlemiş filmine.
aklıma pina bausch'un "nefes"i geldi; ne çok konu edilmişti hamam sahnesi; bausch'un oryantalistliğinden girip kolaycılığından çıkılmıştı. ama demek ki, en azından bir yerden başlayabilmek, içine girebilmek için güvenli bir su, insanların zihinlerine yerleşmiş genelgeçer imajlar. hele de belli bir izleği takip etmeyen, izlenimlerin kolaj mantığı ile arka arkaya yerleştirildiği bir kurgu tercihinde -ki malle'in belgeseli de aynı mantıkta-, usul usul bir kenarından örmeye/dikmeye/boyamaya başlamak için hiç de uygunsuz bir yöntem değil demek ki...

malle 99 dakika boyunca, belli bir anlatım çizgisi izlemeden kamerasını gezdirmiş kalküta'da; konudan konuya, mekandan mekana atlayarak, bazı konulara tekrar dönerek... kah geniş planlarla meydanlara odaklanarak... kah yakın plan portre çekimleriyle kalküta'nın atmosferini insan suretlerinin peyzajında arayarak.
yabancı bir gezginin kolayca kapılabileceği ilginç, egzotik görüntüler de takılmış kamerasına; ancak, içerden birinin samimiyeti de eksik değil.
25 katlı bir ofis bloğunun "zanaatkarane" inşa edilmesine tanık olmak ne kadar şaşırtıcıysa, bir ölüm evinde son saatlerini yaşayan hintlilerin görüntüleri, veya tecrit edilmiş lepralıların hikayesi de bir o kadar iç burkultucu.

"calcutta"yı seyretmesi oldukça zor; belgeselin büyük bir bölümü yoksul, harap, sağlıksız ve pislik içindeki mahallelerde geçiyor; slum'larda. çöpü üç aydır alınmamış sokaklarda gezinen çıplak çocuklar, lağımlardan beslenen domuzcuklar, bir deri bir kemik iskelet köpekler; sefaletin dibinde bir yaşam.
zaman zaman da vali konağının önündeki meydana dönülüp her türden protesto gösterileri kaydedilmiş. ve bunlara; yalıtılmış yemyeşil peyzajda kalburüstü hintli hanımların beyaz mini şortlarla golf oynadıkları görüntüler eşlik ediyor.

sözkonusu hindistan olduğunda inançlar da kapsamlı bir yer tutuyor belgeselde. ölü bir kadının yakılmasını seyrettiriyor malle bizlere; bütün detaylarıyla; ölü kadının yüzünü uzun uzun çekerek; kuru dalların nasıl kadının bedeninin altına ve üstüne yerleştirildiği; yapılan dinsel tören; kadının örgülü saçlarının bir sürü el tarafından açılıp dağıtılması, kocasının kadının yüzüne ve saçlarına sürdüğü yağ; ve önce kocasının, ardından diğer erkek akrabaların ellerinde alevli saman meşaleleri nasıl ateşe verdikleri ölü bedeni.

belgeseldeki başka bir ritüel ise bana fransa'nın akdeniz sahilinde saintes maries de la mer kasabasında çingenelerin azizesi koyu tenli "denizin meryemi" sara için yapılan yıllık ayini hatırlattı. kalküta'daki ise; brahma'nın karısı, bilgelik tanrıçası saraswati için; adları bile neredeyse aynı.
saraswati'nin süslü püslü heykelleri önce bütün bir gün boyunca kalküta'nın sokaklarında dolaştırılıyor ve akşama doğru deniz kenarına gelinip heykel suya yüzüstü atılıyor. tabii kalküta'da bu ritüel için her yıl sayısız heykel yapılıyor, her aile kendi saraswati'sini dolaştırıyor. fransa'da ise tek bir azize sara heykeli kiliseden alınıp denize kadar taşınıyor.
kökeni hindistan olan çingenelerin coğrafyalar aşarak taşıdıkları kültleri ve ritüelleri...

1969'dan 2011'e; 42 yıllık bir belge. belli ki daha da kalacak geleceğe; eskimeden, diri.
oralara gitmişliğim yok ancak seyrettiğim görüntülere hiç yabancı değilim; ne zaman ne yer olarak.
belgeselin anlatıcısı malle'in kendisi; sivri, eleştirel yorumları az ve öz; söz daha çok görüntülerin gücünde.
çarpıcı bir belgesel.


sokakta 17: sugar high / slinkachu




24 Ağustos 2011 Çarşamba

sokakta 16: florentijn hofman'ın hayvanları





stor gul kanin, örebro-isveç 2011



macaco gordo, sao paulo 2010


rubber duck, osaka 2009



musk rat, nieuwerkerk aan den ijssel 2004




max, leens 2003

florentijn hofman