sinema salonlarında hüküm süren ağustos rehavetinden yararlanıp kendime, uzun zamandır raflarımda bekleyen, zamansızlıktan bir türlü seyredemediğim filmlerden bir liste yaptım:
önce buñuel'in son döneminden sekiz film, ardından malle'in -içlerinde o ünlü 1968 yapımı dört saaatlik hindistan belgeseli de olmak üzere- bütün belgeselleri ve kapanış için de sergei parajadnov'dan üç film.
ağustos sinema programımı sonuna kadar gerçekleştirecek fırsatı bulabilir miyim, emin değilim. ne mutlu bana ki, ilk bölümünü geçenlerde bitirdim: her akşam ikişer filmden dört günde komprime buñuel! her filmin arkasından 20-25 dakikalık belgeseller de bonbon niyetine.
the young one (genç kız) 1960, le journal d'une femme de chambre (bir oda hizmetçisinin güncesi) 1964, belle de jour (gündüz güzeli) 1967, la voie lactée (samanyolu) 1969, tristana (1970), le charme discret de la bourgeoisie (burjuvazinin gizli çekiciliği) 1972, le fantôme de la liberté (özgürlük hayaleti) 1974 ve cet obscur objet du désir (arzunun şu karanlık nesnesi) 1977.
...
buñuel sinemasını 1997 film festivalindeki toplu gösteriden hayal meyal hatırlıyorum. "viridiana"ya bayılmıştım, "bir oda hizmetçisinin güncesi" ile "arzunun şu karanlık nesnesi" ise beni o zamanlar pek açmamıştı. iki sene önceki festivalde "çöllerin simon'u" ve "nazarin"den etkilendiğimi hatırlıyorum.
"endülüs köpeği" ve "altın çağı" ise çok önceleri izlemiştim. "endülüs köpeği"ni hatta, akbank caz kapsamındaki bir etkinlikte müzik eşliğinde, yanlış anımsamıyorsam.
ancak doğrusu buñuel ile gerçek tanışmam, bu kendi kendime düzenlediğim küçük yoğun festival sayesinde oldu; neredeyse, seyrettiğim bütün filmlerine hayran oldum. bir kaçı kişisel en iyiler listeme girdi. örneğin, sondan bir önceki filmi "özgürlük hayaleti" inanılmazdı.
şu son günlerde buñuel ile ilgili yaşadığım en ilginç tecrübeyse; çoktandır görmediğim veya gördüğüm halde hatırlamadığım rüyalarla geçen heyecansız uykularım, buñuel'in durmadan rüyalar gören karakterlerle örülmüş filmlerini seyrettikten sonra tetiklenmiş olmalı ki, son bir kaç gecedir rüyalarla yatıp kalkıyorum.
...
1974 tarihli "özgürlük hayaleti"ne, hele de günümüz türkiye'sinden bakınca; kaybolduğu "söylendiği" halde ailesiyle birlikte karakola kayıp başvurusu vermeye giden, herkes gibi komiserin de "kayıp kız bu mu, gel bakiyim, özelliklerini doğru yaziyim ki, seni ararken yanılmasınlar" diyerek sanki kayıpmış gibi davrandığı küçük kızın hikayesinde ülkemin bütün açıklığıyla ortada olduğu halde herkesin görmezden geldiği gerçeklerini; rastgele etrafa ateş eden katilin mahkemeden beraat edip, adliye çıkışında imza dağıtmasında ülkemin alkışlanan, omuzlar üstünde taşınan, bayraklar arasında fotoğraflanan "kahramanlar"ını gördüm.
birbirine serbestçe eklenen bölümlerden oluşan ve her bir sahnenin bir öncekinden komik olduğu "özgürlük hayaleti" sayesinde buñuel'in, gerçeküstü ve absürd atmosferleri ne kadar büyük bir başarıyla hiciv malzemesine dönüştürdüğünü fark ettim.
...
catherine deneuve'lü iki buñuel filminden ilki "gündüz güzeli" beni çarpmadı. gerçi deneuve'ün pek hazetmediğim soğuk tavırları séverine karakterine cuk oturmuştu, ama nedense beni etkilemedi.
işin ilginç yanıysa, senarist carrière'in anlattıklarına göre deneuve çekimler boyunca buñuel'in direktiflerinden hiçbirini anlamadan, karakterine giremeden dolanıp/oynayıp durmuş, buñuel de durumun farkındaymış, elinden bir şey gelmemiş. ne zaman ki kaba kurgusu bitmiş filmi izlemişler, buñuel deneuve'ün şaşkın ve anlamsız hal ve tavırlarının tam da istediği şey olduğunu görmüş ve memnun olmuş.
beni esas çarpan bir sonraki deneuve-buñuel işbirliği oldu: "tristana". deneuve sarışın gündüz güzelliğinden karanlığın koyu saçlı kraliçesine mükemmel bir evrim geçirmişti.
hele filmin ikinci yarısında, olağanüstü makyajın da katkısıyla (kesinlikle abartılı değil, müthiş doğal) deneuve iyice karanlık, rahatsız edici, bambaşka bir karaktere büründü. [deneuve'ü bu makyajıyla zuhal olcay'a çok benzettim]
tabii filmin başarısında toledo kentinin de etkisi büyük. "tristana" buñuel'in bütünüyle ispanya'da çektiği iki filmden biri. olayların geçtiği toledo ise buñuel için hayatı boyunca tam bir haç şehri olmuş; gençliği boyunca her hafta mutlaka bir kere bu şehre gelir, vakit geçirirmiş; yanındakilerse dali ve lorca'ymış.
gizemli, kasvetli, tedirgin edici ve ezici toledo'nun sokakları, yıllanmış duvarlarının tekstürü, avluları, meydanları filme müthiş bir arkaplan oluşturmuşlar.
"gizem" diyorum çünkü film, bitmesine 20 saniye kala öyle bir u-dönüşü yapıyor ki, bu ancak toledo'da ve buñuel yapıyorsa kabul edilebilir oluyor!
buñuel'in deneuve'le "gündüz güzeli"nde yaşadığının tam tersi jeanne moreau ile "bir oda hizmetçisinin güncesi"nde gelmiş başına. çekimlerin bir haftası dolmuşken moreau bakmış buñuel artık ona hiç bir direktif vermiyor senariste gidip "ne oldu, neyi yanlış yaptım" diye sormuş, senarist bu durumu buñuel'e söyleyince "moreau'ya ne söyleyebilirim ki! karakterin içine girmemi sağlayan kendisi" cevabını almış.
...
usun, bilincin ve mantığın bir kenara bırakılıp tahmin edilemeyenin, tesadüflerin, öngörülemeyenin başrolü devraldığı sürrealist akımın sinemadaki temsilcisi buñuel, filmlerinde hep burjuvaziyle, orduyla, kiliseyle, konformizmle didişmiş; tabuları, kabulleri altüst etmiş; neredeyse her filmi olay olmuş, yasaklanmış; örneğin 1930'da çektiği "altın çağ"ın fransa'daki yasağı ancak 1981'de kalkabilmiş.
en çok nefret ettiği şey filmlerinin eleştirmenler ve psikanalistler tarafından yorumlanmasıymış. "bay buñuel şu filminizdeki şu sahne şunu mu anlatıyor" diye sorulduğunda, "onu anlattığımı bilseydim öyle çekmezdim" diye cevap verirmiş. filmlerinde her sahnenin ne gösteriyorsa onu anlattığını, altında başka anlamlar aramanın gereksiz olduğunu, sahne anlamsızsa da anlamsız olsun diye çekilmiş olduğunu söylermiş.
ancak doğrusu, herhangi bir buñuel filmi izleyip de, simgeleri, göstergeleri, alt anlamları düşünmemek olası değil. örneğin; buñuel'in en çok sevdiği hayvanın örümcek olduğunu bilip de, "genç kız"da evalyn'in tüylü siyah bir örümceği ayağıyla ezmesi gibi... veya çocukluğunda sıkı bir cizvit eğitimi almış din karşıtı buñuel'in "samanyolu"nda kurşuna dizilen papa rolünü bizzat kendisinin oynaması gibi... ve hatta cücelerden çok hoşlamasına rağmen, son filmi "arzunun şu karanlık nesnesi"nde trendeki yolculardan psikiyatrist olanı bir cüceye oynatması gibi...
...
...
"genç kız"da masallardan esinler buldum; bir adada geçmesi açısından "robinson crusoe", zencinin klarinetiyle evalyn'i cezbetmesi açısından "fareli köyün kavalcısı", evalyn'in içlerinde bir bambinin de bulunduğu hayvanlar arasında mutlu mesut ve dış dünyadan habersiz yaşaması açısındansa disney filmlerinin masalsı havası hakimdi "genç kız"a.
buñuel'in "genç kız"dan bir önceki filminin "robinson crusoe" uyarlaması olması, ayrıca "sineklerin tanrısı"nın uyarlaması üzerine uzun süre çalışmış olması da hem filmlerinin çocuk/masumiyet dünyasına eğilmeleri hem de bunuel'in "ada" temasına yatkınlığı açısından ilgimi çekti.
"bir oda hizmetçisinin güncesi"nde ise kırmızı başlıklı kız masalından esini bariz sahne, filmde bir replikle de açık ediliyor zaten.
masallar, adalar, ormanlar tam da insankızı ile insanoğlunun yerleşik değerlerinin ve içgüdülerinin sınanacağı ortamları yaratıyorlar.
...
buñuel'in filmografisinin neredeyse tamamı "lolita" teması üzerine çeşitlemeler. geçkin erkek ile genç kızın ilişkisi; yaşlı erkeğin bakire genç kıza duyduğu şefkat ve koruma içgüdüsü her seferinde arzu ve şehvetle noktalandı.
her ne kadar kendisi psikiyatrist/psikanalist yorumlarından hoşlanmasa da herhalde buñuel'in bu fetişi üzerine daha önce yazmış olan çok olmuştur.
...
catherine deneuve, jeanne moreau, michel piccoli, fernando rey, carol bouquet, angela molina gibi ünlüler dışında, buñuel'in fransızca filmlerinin neredeyse hepsinde ikinci hatta üçüncü derece rolleri oynayan, genellikle de benzer karakterleri canlandıran kemikleşmiş bir oyuncu grubu fark ediliyordu. hepsi birbirinden iyi bu oyunculardan ikisi özellikle dikkatimi çekti.
bunlardan muni en ilginciydi. bet sesi, patates gibi yamru yumru suratı, kamburumsu bedeni, ve herşeyden önemlisi yüksek sesli, vurgusu bozuk konuşması ile buñuel filmlerinde sadece hizmetçi rollerine çıkan bir oyuncu muni. internette fotoğrafını bulmak bile çok zor oldu. muni'nin buñuel filmlerine belli bir otantiklik kattığı gibi, gerçeküstü bir hava da kattığı aşikar.
julien bertheau ise genellikle ya yargıç ya da polis komiseri rolüne çıkan çok başarılı bir oyuncu. yıllardır peşinde koştuğumuz bir uluslararası atatürk filmi vardır ya; bir aralar banderas ikna edilmeye çalışılmıştı. 70'lerde böyle bir proje olsaydı julien bertheau bence atatürk rolü için biçilmiş kaftanmış.
1977'de çevrilen "arzunun şu karanlık nesnesi"nde conchita karakterini oynayan iki oyuncu, carol bouquet ile angela molina ise daha kariyerlerinin başındaydılar; bouquet'nin ilk sinema filmiydi.
bu filme kadar, sinemada bir karakteri iki oyuncunun oynadığı vaki değildi. buñuel'in çaresizlikten, maria schneider'den memnun kalmayıp neredeyse çekimleri iptal edecekken, başta şaka niyetine düşünüp sonradan yapımcısı silberman'ın desteğiyle ciddiye alması sonucu gerçekleşen bir durum; yani baştan böyle düşünülmüş değil. ama zaten buñuel de tesadüflere, öngörülmeyene açık bir sürrealist değil mi. anlaşılan tam buñuel'e layık bir work-in-progress süreci yaşanmış. ve tabii, conchita'nın gelgitli ruh halini iki oyuncunun canlandırması hem analitik olarak bakılırsa karakterin çözümlenmesine uyuyor hem de filme müthiş bir gerçeküstü atmosfer kazandırıyor.
...
buñuel'in filmlerinde hikaye anlatış şekli de oldukça ilginç. rüyalarla dolu filmlerinde, bazen bir karakter rüyasını anlatmaya başlıyor, anlıyorsunuz rüya olduğunu; bazense sanki filmin "gerçek" zamanıymış gibi çekilmiş sahneleri izlerken birden bir karakter yatağından sersemsepelek doğrulup gördüğü rüyanın garipliğinden bahsedince farkediyorsunuz o zamana kadar seyrettiklerinizin aslında "rüya" olduğunu.
"burjuvazinin gizli çekiciliği" bütünüyle bu "gerçekmiş gibi olan rüyalar" ile döşeli, bir "bilmece" film. rus matruşka bebekleri misali; bir karakter başka bir karakterin rüyasına uyanıyor, o da bir başkasınınkinin.
o ünlü; tarlalar arasındaki yolda nereye varılacağı bilinmeden, öylesine ilerlenen yürüyüş sahnesiyse, gerçekten etkileyici. her ne kadar buñuel "görüntülerimin arkasında saklı anlamlar aramayın" dese de, bu görüntü nelere gebe; kendi de farkındaydı herhalde.
"samanyolu"nun anlatım kurgusu da bayağı ilginç. film "güya" günümüzde geçiyor ve filmin omurgasını, katolik haç kenti santiago de compostela doğru yürüyen iki hacının başından geçenler oluşturuyor. ancak buñuelşaşırtıcı bir kıvraklıkla, zaman ve mekan sınırı tanımadan bizi serbestçe dolaştırıp duruyor yüzyıllar ve coğrafyalar arasında. en güzeli de, bir dönemin (örneğin ortaçağın) karakterleri kıyafetlerini çıkarıp, yolda buldukları başka bir dönemin (örneğin günümüzün) kıyafetlerini giyip, o döneme geçiyorlar ve hikaye devam ediyor.
böyle bir trük, buñuel bu filmi çektiğinde tiyatroda çoktan beri kullanılıyor olmalı, ama sinemasal anlatımda daha önce yapılmış mıydı emin değilim; buñuel ilk olabilir.
benzer anlamda; aynı karakteri birden fazla kişiye oynatmak da tiyatroda daha önce denenmişti, ancak sinemada bunu ilk defa buñuel yaptı; 1977 yılında çektiği son filmi "arzunun şu karanlık nesnesi" ile.
bütün bu yeniliklerin yanında, örneğin, 1960'da çektiği siyah beyaz "genç kız", hikaye anlatım kurgusu açısından oldukça konvansiyonel bir yapıya sahip. ancak bu filmde de buñuel'in yaptığı başka hoş bir şey var.
hani "amadeus"da mozart'ın krala "figaro'nun düğünü" operasının müziğini heyecanla anlattığı bir sahne vardır: "önce bir düet olarak başlar sahne, ardından birisi onlara katılır, müzik üçlüye döner, ardından diğerinin sevgilisi girer, müzik dörtlüye evrilir, sonra iki kişi daha girer ve müzik altılı bir kompozisyonda devam eder" diye.
işte, "genç kız"da da aynen böyle: önce genç kız evalyn ile orta yaşlı adam miller'ı tanırız, bir adada komşu evlerde yaşayan iki kişidirler, film başladığında genç kız dedesini kaybetmiştir. sonra hikayeye, adanın dışından bir karakter girer: beyaz bir kadına tecavüz suçlamasıyla aranan zenci kaçak traver. caz müzisyenidir. miller bir günlüğüne adadan ayrıldığında evalyn ile traver tanışırlar. ardından miller'ın adaya geri dönmesiyle ilişkiler ağı üçlüye dönüşür. filmin ikinci yarısında adaya genç kızın vesayetini üstlenen papaz ile miller'ın avcı arkadaşı gelirler; tansiyon artar, hikaye beşliye dönüşür. bir oda tiyatrosu gibi yoğunlaştırılmış bir atmosferde; dış dünyadan soyutlanmış bir adada beş kişi iki temel sorunsal üzerinden, her bir hamlede birbirleriyle olan ilişkilerini tekrar tanımlarlar: miller'ın çocukluk ile ergenlik arasındaki evalyn'i cinsel olarak suistimal etmiş olması ve aslında suçsuz olan zenciye karşı miller ile arkadaşının önfikirli ırkçı tavırları.
"genç kız"ın bence en zayıf yanıysa; hikayesi ustaca örülmüş, gerilimi gittikçe tırmandırılmış ve cesurca tartışmaya açılmış iki bıçaksırtı sorunsalına rağmen, buñuel'in biraz fazla iyimser bir sonu tercih etmiş olması.
...
buñuel ile son altı filminin senaryosunu beraber yazmış jean-claude carrière'in yaptığı bir yorum çok etkiledi beni. carrière diyor ki:
"buñuel son yıllarda her filminden sonra "bu son filmim" derdi, 1977'deki "arzunun şu karanlık nesnesi"ni de çekerken aynı sözleri etti ve gerçekten de son filmi oldu, öldüğü 1983'e kadar bir daha film çekmedi.
planlamış olduğunu zannetmiyorum ancak şu tesadüf çok ilginçtir: buñuel'in 1928'de çektiği ilk filmi "endülüs köpeği"nin ilk sahnesi, herkesin bildiği gibi, bir kadın gözünün ustura tarafından ikiye yarıldığı sahnedir. 1977'de son çektiği film "arzunun şu karanlık nesnesi"nin son karesi ise bir kadının kucağında bir kumaşın yırtığını dikme sahnesidir. buñuel bir daireyi kapatır; 50 yıl önce açtığı yarığı dikerek sonlandırır sinemasını."
...
1920'lerin sonunda sürrealizmi "sokakta kalabalıklara rastgele ateş açmak" oalrak tanımlayan andre breton'un takipçisi buñuel, bir çok filminde uzun namlulu silahla ateş eden erkek figürünü kullanır. hatta 1974 tarihli "özgürlük hayaleti"nde breton'un tarif ettiğini bire bir beyazperdeye taşır.
1970'lerde buñuel terörizm konusunda şöyle düşünmektedir: "günümüz toplumunun dili terörizm oldu. bu toplumu çözebilmek, deşifre edebilmek ancak terörün dilini kavrayarak mümkün olabilir."
"özgürlük hayaleti", etraftan gelen savaş seslerini şaşkın bir ifadeyle, hayır belki de şaşkın değil, "kayıtsız" bir ifadeyle seyreden bir devekuşunun yakın plan yüz çekimiyle sonlanır.
2011'deyiz. ne değişti!...
...
son söz olarak:
"gündüz güzeli"nde içinde ne olduğu seyirciye gösterilmeyen kutuda tarantino'nun "pulp fiction"daki bond çantasını, lynch'in "mullholland drive"ını,
"tristana"daki catherine deneuve'un balkon sahnesinde kieslowski'nin "aşk üzerine küçük bir film"ini,
"arzunun şu karanlık nesnesi"nde fernando rey'in hüzünle savrulduğu sevilla'nın köhne sokaklarında wong kar wai'nin "aşk zamanı"nın duvarlarını
ve benim için herşeyden öte; pina bausch'un yapıtlarında buñuel sinemasını buldum...
Ne güzel olmuş yazı.
YanıtlaSilSon nefesim kitabı da bunuel'in hayatını kendi ağzından anlatıyor. (tam olarak otobiyografi değil sanırım, kitabı başkasına yazdırmış çünkü). Okumak çok zevkli, tavsiye ederim.
yazıyı beğendiğinize sevindim. öneriniz için de teşekkür ederim...
YanıtlaSilsevgili danzon,
YanıtlaSilbu kadar olur ben de bugün son nefesim kitabını bitirip kendi blogumda paylaşmak üzere pastalı kekli :) fotoğrafını çekmiştim.edülüs köpeği ve altın çağ'ı seyrettim daha önceleri. bu hafta kedime şöyle bunuel haftası yapayım diyordum diğer filmlerini bularak.sonra senin yazın karşıma çıktı, nasıl da tamamladı planlarımı:)
tesadüfün bu kadarı; tam buñuellik!
YanıtlaSilsize keyifli seyirler dilerim; bol rüyalı :)
Hoş bir yazı. Buñuel filmlerini ihmal etmişim. Notlarımı alıp en kısa zamanda edineyim. Emeğinize sağlık. Sağolun.
YanıtlaSilyazıyı beğendiğinize memnun oldum. umarım bunuel filmlerinden keyif alırsınız...
YanıtlaSil