20 Haziran 2024 Perşembe

Zoraki Güzellik'ten...



Bu kitabın pek çok yerinde gerçeküstücülüğün genel olarak sadece bastırılanın geri dönüşü üzerine kurulu olmadığını, bilhassa iki tekinsiz fantezi arasında salındığını öne sürdüm. Bunlardan ilki annedeki bolluğun, herhangi bir ayrılık ya da kayıp yaşanmadan evvelki bedensel yakınlık ve psişik birliğin hâkim olduğu bir mekân-zamanın fantezisi; ikincisi ise baba tarafından cezalandırılma, böyle bir ayrılık ya da kaybın travmasının fantezisiydi. Ayrıca gerçeküstücülüğün, kökleri büyük ölçüde orada olan öznellik ve temsil yapılarını yıkmak için bu fantezileri yeniden canlandırmaya çalıştığını da savundum.
Gerçeküstücüler dünyaya tekinsiz bir canlandırma yansıtırken (örn. Breton, De Chirico ve Ernst için muammalı işaretler, nesneler ve takipçiler şeklinde), dünya da karşılığında bakışını onlara çevirir ve bu bakış da iyilikseverlik hanesiyle iğdiş edicilik hanesi arasında salınır, ki bu salınım da farklı öznel etkiler ve uzamsal anlayışlar meydana getirir. Burada bu iki tip bakışı, etkiyi ve mekânı, tekinsize bağlı olan ayrıca ya gerçeküstücülük döneminde ya da o evrede kafa yorulan iki kavram bağlamında kısaca düsünmek istiyorum: Benjamin' in aura kavramı ve Freud'un kaygı kavramı.
Kaygıyla tekinsiz arasındaki bağlantı ortada. İlki ikincisinin etkilerinden biri. Aura ile tekinsiz de ilintilidir; çünkü tekinsiz nasıl bastırılma yoluyla yabancılaştırılmış tanıdık bir şeyin geri gelmesiyle alakalıysa, aura da "Zaman ve mekândan örülü tuhaf bir ağ; bir uzaklığın emsalsiz biçimde yakınlarda belirmesi"yle ilgidir. O zaman tekinsiz bir bakıma aura ile kaygının, gerçeküstücülüğün meydana çıkardığı ortak menşei ya da kesişim noktasıdır.
Freud en azından iki farklı kaygı anlayışı ortaya atmıştı. İlkinde kaygıya neredeyse fizyolojik bağlamda, cinsel gerilimin ego tarafından atılması olarak bakıyordu. Oysa, Ketlemeler, Belirtiler ve Kaygı'da (1926) kaygının kaynağı olarak egoyu göstermiştir. Burada kaygı, homeopatik bir tehlike sinyaline; egonun beklenen travmayı uzakta tutmak veya hiç değilse zırhını kuşanmak üzere tertiplediği geçmiş bir travmanın bellekte hafifletilmiş bir biçimde tekrarına dönüşür. Bu anlatı kısmen, Doğum Travması'nda (1924) kaygıyı tamamen bu ilk-travmaya bağlayan Otto Rank'e bir cevaptır. Freud bunun aksine travmanın şu gibi pek çok biçim aldığını savunur: Anneyle yaşanan diğer ayrılıklar, iğdiş tehditleri, cinselliğe erken adım atma, hatta ölümlü olmayı hissettiren durumlar. Ancak tıpkı doğum gibi bu travmalar da, bir muhtaçlık (Hilflosigkeit), kaygı üreten bir muhtaçlık yaratır. Tekrara zorlanmanın psişik kuralına göre, ilk olarak doğumun yarattığı muhtaçlıktan hasıl olan kaygı, sonradan travmatik durumlarda, örneğin cinselliğin çocukluk yaşta uyanması halinde, tekrar eder: "Tuhaftır ki cinselliğin gereklilikleriyle erken temasa geçmenin ego üzerinde, dış dünyayla vaktinden önce temasa geçmenin yarattığına benzer bir tesiri olur." Gerçekten de özne ne zaman aşırı uyarıcılara engel olamasa, bu tekrar gerçekleşir. Bu uyarıcılar harici, dış kaynaklı, dünyevi ("gerçekçi" kaygı); ya da dahili, iç kaynaklı, içgüdüsel ("nörotik" kaygı) veya - dahilinin harici gibi görünecek şekilde yansıdığı travmatik durumda olduğu gibi- her ikisi birden olabilir. Demek ki esasında kaygı, tıpkı fort/da oyunu gibi, evvelden algılanmış kayba dair travmatik bir durumu hafifletmek üzere tehlikeye tetiklenen bir tekrar aracıdır.
Bu anlayış benim "travmatik' gerçeküstücülük yorumuma uyuyor, zira gerçeküstücü sanatın çoğunu, başlıca duygu tonu tam da kaygı olan, travmayı dışa vurma girişimleri olarak okudum. Kuramsal düzeyde, travmanın bellekte bir sembole dönüşmesi, belirtileşme ile sembolleşme arasında kurulan gerçeküstücü analojide de sezilir. Psişik düzeyde ise, gerçeküstücülüğün içinde muhtelif külliyatlar travmanın Freud'un değindiği şu farklı anların yineler: Korkulan anneden ayrılık (özellikle Breton' da), travmatik cinsel uyanış (De Chirico'da), cinsel farklılığın şok edici idraki, (Ernst'de), penisin hayal ürünü kaybı (Giacometti'de), mazoşistçe talepler karşısında duyulan ayrıştıran çaresizlik (Bellmer'de) vesaire. Ayrıca gerçeküstücü tecrübede kaygının sıfatları öne çıkar: Örneğin içerisiyle dışarısının karıştırılması yoluyla içten gelen ya da "zoraki" uyarıların dışarıya, çırpınmalı güzellikte olduğu gibi dış kaynaklı ya da "sarsıntılı" işaretler olarak yansıması; içerisinde geçmisle geleceğin, hafızayla kehanetin, sebeple sonucun nesnel rastlantıda olduğu gibi birleştiği bir tekrar ve beklenti vardiyası; ayrıca genel olarak da, bundan önce bahsi geçen bütün gerçeküstücülerin yapıtlarında göze çarpan, ilk olma niteliği taşıyan bir aşk nesnesinin kaybının travmanın, muğlak bir savunması ya da çözümlemesi olarak yeniden canlandırılması. Son olarak, gerçeküstücülükte bu şekilde savuşturulan travmalar, yalnızca bireysel tecrübeden değil, kapitalist toplumdan da hasıl olur: Yani şehrin haddinden fazla sayıdaki uyarıcıları, bedenin makine ve/veya metalaşmasi vs üzerinden. Breton'un "Yorumsal deliryum ancak hazırlıksız yakalanan adam semboller ormanında ani bir korkuya kapıldığında başlar" formülü bunların çoğunu akla getirir. Bu formül pek çok gerçeküstücü kavramı tam da kaygı bağlamında yakalar: De Chirico'nun uyandırdığı "şaşkınlığı ", Ernst'ün savundugu çırpınmalı kimliği, Dali'nin paranoid-eleştirel metodunu, daha genel olarak ise, muğlak işaretlerle dolu bir dünya karşısında disponibilité [müsait olma] vaziyetini.

- Hal Foster
Ayrıntı Yayınları
(Çeviri: Şebnem Kaptan)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder