21 Ekim 2022 Cuma

Teselliye ihtiyaç duyan bütün canlılar hakkında: Thorsten Lensing'ten "Verrückt nach Trost"

©Mehmet Kerem Özel

Alman tiyatro yönetmeni Thorsten Lensing'in adını, geçtiğimiz yazki Salzburg Festivali programına bakıncaya kadar duymamıştım. Salzburg Festivali ilk bakışta klasik müzik ve opera gösteriyle öne çıkıyormuş gibi gözükse de, festivalin 102 yıl önce ilk defa gerçekleştirildiğinden beridir önemli bir özelliği de Almanca konuşulan ülke tiyatrolarının önde gelen veya ileriye dönük tanınacak olan yazar ve yönetmenlerini programına alıyor olmasıdır. Başka bir deyişle, Salzburg Festivali her yaz az sayıda da olsa, Almanca konuşulan ülkelerdeki tiyatro sanatının, tabiriri caizse "creme de la creme" örneklerini dünya tiyatro camiasına sunar. 1920 yılındaki ilk festivalin programında sadece, Max Reinhardt’ın Salzburg Katedrali’nin önündeki meydanda sahnelemesiyle tiyatro sanatında metin-mekan ilişkisi açısından tarihe geçen, Hugo von Hoffmanstahl’in “Jedermann” oyunu vardır. 1970’lerden itibaren Thomas Bernhard’ın oyunlarının Claus Peymann rejisiyle dünya prömiyerleri, Peter Stein, Frank Castorf, Martin Kusej, Michael Thalheimer, Thomas Ostermeier, Milo Rau gibi önemli tiyatro yönetmenlerinin yapıtları festivalin tiyatro ayağının önemli gösterileri olmuştur. Ayrıca festivale Ingmar Bergman, Giorgio Strehler, Andrzej Wajda, Deborah Warner, Luc Bondy, Peter Sellars, Robert Wilson, Simon McBurney ve Ivo van Hove gibi dünya tiyatrosunun önemli isimleri de davet edilmişlerdir. Dolayısıyla daha önce adını sanını duymadığım Lensing bende ciddi bir merak uyandırdı. Hakkında biraz araştırma yapınca ona olan ilgim daha da arttı ve bunlar beni onun yapıtları ve sanatı hakkında daha da merak ettirdi. Tabii ki şu sıralar canlı olarak seyredebileceğim tek yapıtı, yukarıda yazdığım gibi geçtiğimiz yaz Salzburg'da prömiyer yapmış ve güz boyunca Avrupa sahnelerini turlamakta olan "Verrückt nach Trost" (Teselliye delicesine) idi. Kendime oyunu bu ayın başında Berlin’de izleme şansı yarattım.

©Mehmet Kerem Özel

Oyun hakkındaki izlenimlerime geçmeden önce, benim gibi onu tanımayanlar olabilir diye, kısaca Lensing'in kendisini anlatmak istiyorum. Lensing 1969 doğumlu ve 1994’ten beridir toplamda 16 yapıt sahneye koymuş.
Bence onun en ilginç özelliği bu kadar yıldır hiçbir ödenekli kurumla bağlantısının olmaması. Almanca konuşulan ülkelerdeki tiyatro dünyasına biraz aşinaysanız, Lensing gibi önemli tiyatro insanlarının genel sanat yönetmenleri olarak ödenekli tiyatro kurumlarının başlarına getirildiklerini, o kurumların her şeylerinden sorumlu oldukları gibi her şeyleri hakkında söz sahibi de olduklarını, ayrıca her yıl iki-üç de yapıt ürettiklerini biliyorsunuzdur. Lensing ise bırakın bu kadar yıldır ödenekli bir kurumun başına geçmeyi, herhangi bir kurum bünyesinde çalışmak yerine, kendi yapımlarını her seferinde farklı yapımcılarla (genellikle festivaller ve bağımsız kurumlarla) işbirliği ile finanse eden bir sanatçı. Örneğin "Verrückt nach Trost", içlerinde Salzburg Festivali ve Berlin-Sophiensaele’nin bulunduğu sekiz kurumun ortak yapımı.
Lensing her 2-3 yılda bir, bir yapıt üretiyor; Çehov’un “Vişne Bahçesi”, “Vanya Dayı”sı ve Shakespeare’in “Kral Lear”i gibi doğrudan tiyatro için yazılmış ve ünlü oyunların yanı sıra, özellikle son yıllarda edebiyat uyarlamaları sahnelemiş. Lensing’in, Dostoyevski'nin "Karamazof Kardeşler" ve David Foster Wallace'ın "Infinite Jest" uyarlamaları ile aldığı ödüller ve Almanca konuşulan ülke tiyatroları için en prestijli etkinlik olarak kabul edilen Berliner Theatertreffen'e davet edilmişliği var.
Ve Lensing’in, birlikte çalışmaktan keyif aldığı ve uzun zamandır birlikte çalıştığı oyuncular var. Bunlar arasında, bu son yapıtının kadrosunda da bulunan Ursina Lardi (ki kendisi aynı zamanda bir Schaubühne oyuncusu) ve Devid Striesow gibi Almanca konuşulan ülke tiyatro ve sinemasının kalburüstü sanatçılarını sayabilirim.


©Armin Smailovic

Gelelim oyuna: 
 Lensing'in ilk defa bizzat kaleme aldığı bir metinden sahnelediği "Verrückt nach Trost"; yarım saat arayla ayrılan 1.5 saatlik iki bölümde, biri kız diğeri erkek iki kardeşi, Charlotte ile Felix'i, çocukluklarından (10'lu yaşlarından) yetişkinliklerine, parçalardan oluşan bir yapıya sahip ve de rüyalar alemi ile iç içe geçen bir anlatıda takip ediyor.
Kardeşler ilk bölümde birlikteler; kumsaldalar, denizden yeni çıkıyorlar ve ebeveynlerini taklit oyunu oynuyorlar. Bu oyun sırasında bir çok şeyi öğreniyoruz; en önemli ikisi: Ebeveynlerinin ölmüş olması ve Felix'in dokunma hissinin olmaması. Bir zaman sonra denizden bir dalgıç karaya vuruyor ve hikayeye dahil oluyor. Bir noktada, kardeşler başlarını havlulara yaslayıp uykuya daldıklarında, anlatı çok yumuşak ve belli belirsiz bir geçişle Felix'in rüyasına evriliyor.
İkinci bölümde ise Charlotte ile Felix’in başlarından geçenleri ayrı ayrı izliyoruz, çünkü hayat onları ayrı yollara sürüklemiş.

Sahnenin en gerisinde boydan boya, insan yüksekliğini aşan demir bir boru var. Sahne tasarımı, aynı zamanda mimar olan Gordian Blumenthal’e ait. Devasa boru ilk bölümde denizi, dalgaları temsil ediyor gibi, ama aynı zamanda bir tehdit unsuru da. Bende, her an önündeki hayatları (insanları ve canlıları) ezip geçecekmiş duygusu yaratıyor. Ama Lensing daha iyimser. Yine de, ara sonrasında boruyu bir parça öne yerleştirilmiş buluyoruz, böylece kardeşlerin yetişkinliklerini anlatan ikinci bölümdeki oyun alanı daraltılmış oluyor. İkinci bölümün son çeyreğinde, yani kardeşler artık ölüme çok yaklaştıklarında ise, bu sefer oyun sürerken boruyu sabit tutan takozlar bizzat iki oyuncu tarafından sökülüp, boru iyice öne sürülüyor. Böylece oyun alanı daracık kalıyor, anlatının duygusu daha da yoğunlaşıyor: Bakımevinde ölümü bekleyen yaşlı Charlotte bir merdivenin en üst basamağına çıkıp doğrudan seyircilerin gözlerinin içine bakarak, seyircileri adres göstererek, seyircilerin hayatlarından olası örnekler vererek bahsettikten sonra her seferinde, endişelenmeyin vurgusuyla "Hepimizin günahları bağışlanacak" diyor. Artık anlatı seyircileri de kapsıyor, oyun alanı seyredenlerin de alanı, duygu bütün.

©Armin Smailovic

"Verrückt nach Trost"ta Ursuna Lardi ile Devid Striesow başroldeler. Charlotte ile Felix'i onlar canlandırıyorlar. 10’lu yaş hallerini oynayış şekilleri tam bir ustalık gösterisi; ne yapmacık konuşma var, ne çocuksu mimikler. Jestlerle, özellikle beden dilleriyle 10’lu yaş çocuğu oluyorlar ikisi de. Lardi oyunun son çeyreğinde ölüme merdiven dayamış, ve bizzat bir merdivenin üzerine çıkıp hepimize yukardan baktığı yaşlı Charlotte'ta da aynı çizgiyi devam ettiriyor, yaşlı bir insanmış gibi yapmıyor, yaşlılığı canlandırıyor. Striesow'un ise, ikinci bölümde sadece havanın farklı hallerini arka arkaya sıraladığı bir sahnesi var ki, bazı oyuncular için derler ya telefon rehberini okusa bile etki yaratır diye, aynı öyle, müthiş inceliklerle örülü. Velhasıl ikisi de müthiş ölçülü oyunculuk gösterileri sergiliyorlar. Ayrıca Lardi'nin, onu daha önce canlı olarak üç farklı Schaubühne yapımında seyretmiş biri olarak, her bir oyunda farklı oyunculuğu, ses tonu ve vurgusuyla ve her şeyden önemlisi ölçülülüğü ve sakinliğiyle beni her seferinde büyülediğini belirtmeliyim.
Diğer iki oyuncu, Andre Jung ile Sebastian Blomberg ise, özellikle ilk bölümdeki rüya sahnesinde ilki maymun, ikincisi kaplumbağa rolünde muhteşemler. Jung ile Blomberg maymun ile kaplumbağayı canlandırırken hiç replikleri yok, sadece beden dilleriyle o hayvanlara bürünüyorlar. Lardi ise ikinci bölümdeki bir parçada bir ahtapotu canlandırırken şöyle soruyor: “Bir ahtapotun ortalama ömrü sadece dört yılsa, dokuz beyni ve üç kalbinin olması ne işe yarar ki!”

©Armin Smailovic

Lensing "Verrückt nach Trost"ta, ahtapota sordurduğu bu sorudan da anlaşılacağı üzere, sadece insanların değil hayvanların da teselliye delicesine muhtaç olduklarını, hüzün dolu ve her an ölümü hatırlatan, ama aynı zamanda her anında güldürerek rahatlatan bir tarzda anlatıyor; ne müzik, ne de göze çarpan, kendini fark ettiren bir ışık tasarımı kullanıyor, bunların yerine özlemlere, korkulara ve ilişkilere dair olan hikayesine, ince ince işlediği oyunculuklara ve gittikçe yoğunlaştırdığı mekan duygusuna odaklanmış bir anlatı ortaya koyuyor. "Verrückt nach Trost" konuşkan, duygusal, komik ve etkili.

©Mehmet Kerem Özel

[Bu yazı Tiyatro Tiyatro Dergisi'nde yayınlanmıştır.]

18 Ekim 2022 Salı

on soruluk sohbetler 78: inez wolters

Türkiye’den ve dünyadan tiyatro, dans ve performans disiplinlerinde üretilen alternatif işlerin yanı sıra atölyelerin, konuşmaların, partilerin yer aldığı ve bu yıl tekrar tamamen fiziksel olarak 17-24 Eylül tarihleri arasında gerçekleşen Istanbul Fringe Festival programının açılış akşamının konuğu LaPiratesse idi. David Bowie’nin farklı karakterlerinden, Benjamin Clementine’in yoğunluğundan ve Sigur Rós’un gerçeküstü büyüsünden etkilenen LaPiratesse İstanbul'lu sanatseverleri de derinden etkileyen performanslarında müzik, konuşma, dans ve görsellerle zengin bir sound yaratıyor. Grubun baş vokalisti Inez Wolters profesyonel bir dansçı ancak kendi deyişiyle "şarkı söylemiyor ama [birçok konuda] söyleyecek bir şeyi var"; örneğin (cinsiyet) eşitliği ve kadınlık hakkında, ama aynı zamanda yoksulluk, yalnızlık, teknolojik ve doğal devrimler hakkında da. Sözü Inez Wolters'e bırakıyoruz...
La Piratesse & Claroscuro Concert Extravagant @ Concertzaal Tilburg, Fotoğraf: Chris Heijmans

Performansın özü sizce nedir?
LaPiratesse bir canlı müzik grubu, ancak biz ona performans grubu da diyoruz çünkü izleyicilere çoğu canlı müzik grubunun sunduğundan farklı bir deneyim yaşatmak istiyoruz. Performans, gösteriye bir müzik konserinden daha fazlasını sunan unsurlar ekliyor. Karakter değişimleri ve kendi yapımımız abartılı kostümler, görseller, konuşulan sözler ve dans gösteriye daha fazla katman ekliyor. Dolayısıyla performansın özü, izleyicinin gözlerini açmak, onları şaşırtmak, onlara düşünecek bir şeyler vermek ve onları yolculuğumuza dahil etmeye çalışmak oluyor.

Sanatın dönüştürücü gücüne inanıyor musunuz? Nasıl?
Hayır demek neredeyse imkansız! Ama evet, aslında LaPiratesse'nin sanatsal imzası dönüşümün gücüne dayanıyor: Her kostümü ve karakteri sahnede canlı olarak değiştirerek sihrin kırılganlığını gösteriyoruz ki bu da, aynı zamanda seyirciyi güçlendiren bir şey.

Bir iş üretirken hangi kaynaklardan beslenir, nelerden ilham alırsınız? Rüyalarınızın işlerinizde etkisi olur mu?
Rüyalardan çok değil, daha çok gündüz rüya görürken ortaya çıkan düşüncelerden etkileniyoruz. Diğer sanatçıların performanslarını izlemek, bir film veya bir duygu çok ilham verici olabiliyor. Öte yandan haberler, politika ve diğer şeyler de, sanatımız aracılığıyla belirli endişeleri veya düşünceleri ifade etmek için bir ilham kaynağı veya enerji motoru olabiliyor.

Sanatınızı etkilediğini düşündüğünüz biri veya bir sanatçı var mı, varsa kim?
David Bowie, özellikle kariyeri boyunca yarattığı tüm farklı sahne karakterleriyle bizim için önemli bir ilham kaynağı. Ayrıca Sigur Ros'un gerçeküstü sihri, sözlerinin ne hakkında olduğunu bilmeseniz bile şarkılarını hissetmenizi sağlıyor olmaları da bize ilham veriyor. Benjamin Clementine de harika bir ilham kaynağı; çok "derin" olan sesi ve melodileri ile bizi sezgisel bir düzeyde güçlendiriyor.

Sohbetin devamını okumak için tıklayın.

12 Ekim 2022 Çarşamba

on soruluk sohbetler 77: joisy amorim

Türkiye’den ve dünyadan tiyatro, dans ve performans disiplinlerinde üretilen alternatif işlerin yanı sıra atölyelerin, konuşmaların, partilerin yer aldığı ve bu yıl tekrar tamamen fiziksel olarak 17-24 Eylül tarihleri arasında gerçekleşen Istanbul Fringe Festival programının Brezilya'dan gelen konuğu Giro8 Cia. de Dança idi. Kuruluşundan bu yana topluluğun sanat yönetmenliğini ve koreograflığını yapan Joisy Amorim ünlü Brezilyalı ve uluslararası öğretmenler ile yaratıcılardan kurslar aldı. İlk gösterisini 2011 yılında sahneleyen Giro8 Cia. de Dança beş yıl içinde Goiás Eyaleti Hükümeti'nin (Brezilya) Kültürel Liyakat Madalyası'nı aldı. Istanbul Fringe Festival kapsamında 22 Eylül'de Enka Oditoryumu'nda sahneledikleri son gösterileri Sr. Will, prömiyer yaptığı Haziran 2017'den bu yana Goiânia'da (BR) ve dört İspanyol şehrinde sahnelendi. 




Performansın özü sizce nedir? 
Performans, gerçekliğin temsilini sahneye taşır, onu yeniden yaratır ve izleyiciyi, yaşamın olduğu kadar varoluşun kendisini de takdir etmeye yönlendirir. Performansın içinden dans ederek geçmek, bir insanın en mahrem arzuları ve hayalleriyle bağ kurmasına yardımcı olur. Ayrıca, daha iyi bir gelecek inancına bağlı olarak, değişim arzusunu büyüterek, mutluluk ve tatmin duygusuna neden olur.

Sanatın dönüştürücü gücüne inanıyor musunuz? Nasıl?
Evet. Sanatın derin düşünmeyi desteklediğine ve hayatın eylemlerine yeni anlamlar getirdiğine inanıyorum. Sanat, yaşam sürecine içkin. Onun sayesinde fikirleri ve dolayısıyla bir bütün olarak insanları ve toplumu dönüştürebiliriz.

Bir iş üretirken hangi kaynaklardan beslenir, nelerden ilham alırsınız? Rüyalarınızın işlerinizde etkisi olur mu?
Hayallerim işimi besliyor. Dans benim için bedenimi kullanarak daha iyi bir dünyayı hedefleyebileceğim bir araç. Yaratıcı süreçlerimde bana en çok ilham veren şeyin hayat olduğunu düşünüyorum. Çağdaş toplumun karşılaştığı dönüşümler, dayatmalar ve zorluklar araştırma süreçlerimi doğrudan etkiliyor. Böylece, hafızamla, kendimi içinde bulduğum zaman ve mekânla bağlantılı beden işleri geliştirmek bir çeşit “direnç bedeni” kazandırıyor. Her gösterinin kendine ait özel bir bağlamı oluyor. Bu nedenle benim için dans hayal etmek, kavranabilir, duyarlı, anlaşılır ve halkla paylaşılabilir bir dil geliştirmek demek.

Sanatınızı etkilediğini düşündüğünüz biri veya bir sanatçı var mı, varsa kim? 
Evet, birkaç sanatçı sanatsal çalışmalarımı etkiledi. Öncelikle, çocukluğumdan profesyonel eğitimime kadar sahip olduğum öğretmenlerim. Daha sonra çokça çalıştığım ve her gün bana ilham veren iki koreograf: dansın bir dil olarak büyüklüğüne şahit olduğum Dans Tiyatrosu ile Pina Bausch ve beden araştırmamı doğrudan etkileyen Ohad Naharin.

Sohbetin devamını okumak için tıklayın.

7 Ekim 2022 Cuma

roma'da sidi larbi cherkaoui'den "alceste"

©Mehmet Kerem Özel

Yanılmıyorsam Sidi Larbi Cherkaoui'ye ilk opera yönetmenliği teklifi getiren Bayerische Staarsoper (Münih Devlet Operası) idi. Cherkaoui 2016'da sahneye koyduğu Jean-Philippe Rameau'nun ünlü barok operası Les Indes Galantes'ı çok etkileyici şekilde yorumlamıştı. Çağdaşlaştırmış; günümüzün toplumsal ve politik olaylarıyla bağlantılar kurmuştu. Cherkaoui'nin çıkardığı iş koreografik olarak da doyurucu idi. 

Cherkaoui daha sonra Cenevre Operası'yla Philip Glass'ın Sathagayara, Damien Jalet ve Marina Abramovic ile birlikte ise Claude Debussy'nin Pelleas et Melisande operalarını da sahnelemişti. İki yıl önce Bayerische Staatsoper Cherkaoui'ye başka bir barok opera emanet etti: Bu sefer Christoph Willibald Gluck'un Alceste'sini. Bu ay o prodüksiyon, diğer ortak yapımcısı Roma Operası'nda sahneleniyor. Dekor, kostüm, ışık, Cherakoui'nin dans topluluğu Eastman 12 dansçısı sabit, orkestra ve koro Roma Operası'ndan. Ve tabii ki şef ve solistlerin çoğu serbest çalışan sanatçılar.

©Mehmet Kerem Özel


Cherkaoui'nin bu seferki opera yorumu politik veya toplumsal olarak pek suya sabuna dokunmuyor. Maalesef estetik olarak da, örneğin Jalet ve Abromovic'le işbirliğinde olduğu gibi, kusursuz değil. Sahneyi ikiye bölüp, yüksek basamaklar yaratmak koronun hareketini zorlamış. Protagonistlerin hareket düzeninde de bazı sorunlar var. Koreografi kalburüstü ancak benzersiz değil; kollarla başın etrafında hızlıca yapılan hareketler, dansçıların arka arkaya tek sıra dizilip kollarını oynatması gibi çoğu fikir eski Cherkaoui işlerinde çok daha yetkin işliyordu. Cehennem sahnesinde dansçıların ayak ve ellerini uzatan ekstra sopalarla ve siyah bol kostümlerle dört el üzerinde hareket ettirmek bence çok iyi fikir. Akrobasiye de göz kırpan bu fikir, cehennemin zebanilerinin etkili bir şekilde canlandırılmasını sağlayabilirdi, ama Cherkaoui bu fikrin de potansiyelinden yeterince yararlanamamış sanki. Roma Operası'nın orkestrası ve şef Gianluca Capiano temiz iş çıkartıyorlar. Gösterinin esas yıldızları şancılar: Alceste'de Marina Viotti, Admete'de Juan Fransicso Gatell ve Hercule'de Luca Tittoto.

©Mehmet Kerem Özel

Roma'da seyrettiğim bu son gösteri sonrasında bir şeyi fatk ettim. Farklı kurumların düzenlediği diğer iki gösteri öncesindeki, klasik "Lütfen telefonunuzu kapatın" anonsuyla birlikte gösterinin kaç dakika süreceği ve arasız olup olmadığı da söyleniyordu. Roma Operası'nda da iç mekanda çoğu yere her perdenin ve araların süreleri yazan afişler asılmış. Daha önce ne Almanya'daki operaevlerinde ne Paris'tekilerde rastladığım bir uygulama bu. Fuayeye o akşamki gösteride rol alan sanatçıların yazılı olduğu bir A4 yapıştırılır (ki Roma Operası'nda o da vardı ayrıca), ama gösteri ve ara sürelerini içeren bilgisi program kitapçığında bulunur.
Algıda seçicilik olsa gerek, bugün Roma sokaklarında dolaşırken bir sürü saatçi dükkanına rastladım. 
Seyrettiğim hiç bir gösterinin vaktinde başlamadığı bir ortamda, bu anonslar ve açıklamalar İtalyanların saatle imtihanı olsa gerek...

roma'da marcos morau'dan "opening night"

©Mehmet Kerem Özel

Gösteri sanatlarının Kabe'si sayılan Avignon Festivali'nin programındaki bir sanatçının adını daha önce duymamışsam, merak ediyorum. Hele de o sanatçı festivalin en prestijli mekanı Papalar Sarayı Avlusu'na davet edilmişse. Geçenlerde, çok sevdiğim bir dostumun beni tanımladığı gibi "profesyonel seyirci" olarak merak etmesem olmazdı zaten. (Hoş, ben hayatta hiç bir şeyin profesyoneli olmaktan yana değilim, hep amatör, hep biraz naif, hep heyecanlı kalmayı tercih ediyorum, neyse...)

Dönelim konumuza: Genç İspanyol koreograf Marcos Morau La Veronal isimli topluluğu ile geçen yılki festivalde Papalar Sarayı Avlusu'nda Sonoma isimli yapıtının dünya prömiyerini yapmıştı. Merakımı arte'nin yaptığı yayın kesmedi (ki, hala seyredilebiliyor, ilgilenenler baksın), hatta Sonoma'yı beğenmediğim halde. Ben de Roma'nın, aynı ünlü Paris Güz Festivali gibi, Eylül-Kasım aylarında düzenlenen ve gösteri, müzik ve görsel sanatları kapsayan Romaeuropa Festivali'nin programında Morau'nun adını ve fragmanlarını görüp merak ettiğim Opening Night adlı yapıtını görünce kaçırmadım. 

©Mehmet Kerem Özel

Operatik bir yapıtın açılış gecesinde sahne arkasını konu ediniyor Opening Night, ama öyle doğrudan anlattığı bir hikaye yok. Operatik yapıtın sahnelendiği alanın arka duvarını görüyoruz. Bazıları gerçek bazıları dansçılar tarafından canlandırılan sahne teknisyenleri ve tiyatronun cinleri sahne arkasında cirit atıyorlar. Sahne kapıları açılıyor, kapanıyor, hava mazgallarından cinler çıkıyor, kapılardan Morau'nun sanırım her işinde mutlaka kullandığı devasa kukla kafası giymiş figürler çıkıp giriyorlar, ışıklar açılıp kapanıyor, ışık barları inip kalkıyor, zemin kapaklarından kaybolanlar, belirenler, mazgallardan sızan dumanlar, prop arabalarında akrobatik hareketler yapanlar, elektrik kutusuyla dans edenler, devasa bir taşı (yükü) çekenler, bir piyanoyu içine girmiş olarak tersten çalan ve sürükleyenler, sahne duvarını geriye itenler; 70 dakika boyunca tam bir kargaşa hakim sahneye. 
Yapıtın koreografisinde bir fevkaladelik yok, ama dansçıların hareket kalitesi yüksek. Yapıtta, son yıllarda moda olduğu üzere bol bol konuşmalı kısım da var.
Morau'nun bu yapıtta yarattığı atmosfer ve estetik Peeping Tom'u anımsattı bana biraz; Carrizo ve Chartier'in dünyaları kadar etkileyici ve gizemli değildi ama maalesef. 

©Mehmet Kerem Özel

©Mehmet Kerem Özel

©Mehmet Kerem Özel

Gösterinin sahnelendiği 1732 tarihli Teatro Argentina hem Roma'nın hem dünyanın en eski tiyatro/opera binalarından biri. Çağdaş estetik ile sahnelenmiş bir gösteriyi orada seyretmek hoş bir kontrast oldu. 

Fuayede basın masasında biletimi almak için adımı söylediğimde, görevlinin "Haa, Türk gazeteci" diyerek gösterdiği samimiyet hoşuma gitti, hele de yaklaşık bir hafta önce Paris'te bir türlü listelerde adımı bulmakta zorlanan, tekrar tekrar soran Fransızlardan sonra.

6 Ekim 2022 Perşembe

roma'da jan fabre'dan "resurrexit cassandra"

©Mehmet Kerem Özel

teatro vascello, roma'nın merkezine uzak, tiber'in diğer yakasında bir tepede, nezih bir semtte, bahçe içinde 5-6 katlı apartmanların arasında, bir apartmanın alt katına yerleşmiş bir tiyatro salonu. sezon programında barba, terzopoulos (en yeni işi "godot'yu beklerken" ile) gibi tiyatro sanatının demirbaşlarının işleri olduğu gibi, tiyatronun kendi yapımları, ünlü spoleta iki dünya festivali yapımları, geçen yıl crr'de seyrettiğimiz spellbound'un vivaldiana'sı gibi dans gösterileri ve yeni sirk örnekleri de var.

ben bu akşam teatro vascello'da jan fabre'ın "resurrexit cassandra"sını seyrettim. fabre yunan mitolojisindeki geleceği gördüğü halde kimseyi buna inandıramayan ünlü karakter kasandra'yı yeniden hayata döndürdüğü 55 dakikalık bu yapıtında; çeşitli şekillerde ve boyutlarda kobra yılanı heykellerinden oluşan bir sahnenin içinde, arka planı bütünüyle video projeksiyonla kaplayarak, ingilizce şarkılarla bölünmüş beş bölümde kasandra'yı bir yılanın deri değiştirmesi gibi siyah gelinlikten, sırasıyla kırmızı, mavi ve yeşil gece kıyafetlerine ve son olarak ta beyaz geceliğe soyundurarak beş evreden, beş ruh halinden, beş duygudan geçiriyor. italyan oyuncu sonia bergamasco, fabre'ın bir tiyatro oyunundan çok şiirsel bir yerleştirme gibi tasarladığı yapıtta kassandra'nın durumlarını ölçülü ve sakin bir oyunculukla canlandırıyor.

©Mehmet Kerem Özel

çoğunlukla beyaz saçlılardan oluşan ve salonu tıklım tıklım olmasa da azımsanmayacak ölçüde dolduran seyirci bergamasco'nun performansına hayran oldu, onu beş kere alkışa çağırdı. 

seyirciler oyunu sadece alkışlamakla kalmadı, tiyatronun önündeki otobüs durağında beklerken fark ettiğim kadarıyla çıkışta tiyatronun önündeki kaldırımda uzun süre oyunu tartıştılar, izlenimlerini birbirleriyle paylaştılar. bizde genellikle festival gösterimleri sonrasında yaşadığımız bu ortam roma'da beğenilen her oyun sonrasında yaşanıyor belki de.

  
©Mehmet Kerem Özel

4 Ekim 2022 Salı

on soruluk sohbetler 76 : rachel lum

Türkiye’den ve dünyadan tiyatro, dans ve performans disiplinlerinde üretilen alternatif işlerin yanı sıraatölyelerin, konuşmaların ve partilerin yer aldığı Istanbul Fringe Festival bu yıl tekrar tamamı fiziksel olarak gerçekleşti. Programın Singapur'dan gelen konuğu, Deca.Dance Co topluluğunun ortak kurucularından koreograf Rachel Lum idi. Lum 2011 yılında Nanyang Güzel Sanatlar Akademisi'nden Dans Diploması ile mezun olduktan sonra çeşitli dans topluluklarında dansçı ve koreograf olarak çalıştı. Re:Dance Theatre (RDT) adlı topluluğun da kurucu üyesi olan Lum M1 Contact Dance Festival, CDE Springboard Dance Festival Macau ve DANCESTAGES Şanghay'a katıldı. Bracknell-Birleşik Krallık'taki Lift Off Dance Festival'e de davet edilen No Corners adlı ise İstanbul Fringe Festival kapsamında 21 Eylül'de Alan Kadıköy'de seyirciyle buluştu.




Performansın özü sizce nedir?
İlham vermek, kendini ifade etmek ve en önemlisi izleyiciyle bağlantı kurmak.

Sanatın dönüştürücü gücüne inanıyor musunuz? Nasıl?
Kesinlikle! Singapur’da yaşlı topluluklarla yakından çalışıyorum. Sanat ve hareketin bir insanın hayata bakışını nasıl değiştirebileceğini ilk elden gözlemliyorum. Hatta, sanatla ilgilenerek, insanların nasıl daha olumlu kişilik değişiklikleri yaşadıklarına bile tanık oldum.

Bir iş üretirken hangi kaynaklardan beslenir, nelerden ilham alırsınız? Rüyalarınızın işlerinizde etkisi olur mu?
Hayatın hangi mevsiminde, evresinde, yaşam evresindeysem, sanatsal dil olarak ortaya koyduğumdan, etrafımdaki her şeyden, içinde bulunduğum andan ilham alıyorum.

Sanatınızı etkilediğini düşündüğünüz biri veya bir sanatçı var mı, varsa kim?
Korku filmlerinin büyük bir hayranıyım. Bu filmlerin sebep verdiği duygulanımlar, yönetmenlerin izleyicilerini nasıl gergin tuttukları, aynı şeyi zanaatımda nasıl kullanmak ve yaratmak istediğimi etkiliyor.

Sohbetin devamını okumak için tıklayın.

2 Ekim 2022 Pazar

on soruluk sohbetler 75 : dana naim hafouta




Performansın özü sizce nedir?
Bunu eğer bir başlığa indirgemem gerekseydi, "aşkınlık" derdim. Benim için bu, bir performansçının belirli bir anda başına gelenlere tamamen kendini teslim etmiş olduğu ve bu olayların gerçekten zihinsel ve fiziksel olarak onu değiştirmesine izin verdiği anlamına geliyor. Bence bu teslimiyet, performans sırasında sahip olmanız gereken kontrolün yanı sıra, bir "yükseliş", bir aşkınlık getirebilir. Ama bunun öğretebileceğiniz bir şey olmadığına inanıyorum, insanlar farklıdır (aynı ama farklıdır) ve her sanatçı kendi aşkın içsel merdivenini aramak zorundadır.

Sanatın dönüştürücü gücüne inanıyor musunuz? Nasıl?
Gerçekten inanıyorum. Bir sanat uygulayıcısı ve bir sanat tüketicisi olarak her iki açıdan da büyük bir güce sahip olduğuna inanıyorum. Bir uygulayıcı olarak, zihnimde ve stüdyoda araştırma yaparken yarattığım alan, benim için bilinçli ve çoğu zaman bilinçsizce, bedensel eylemler yoluyla derin psikolojik ve nörolojik süreçleri geliştirmeye teşvik eden sihirli bir küre gibi. Beni bir insan olarak gerçekten dönüştürdü, çözülmemiş gibi görünen iç karmaşıklıkları anlamamda ve onlarla, sanat ve yaşamın içinde farklı şekillerde ilgilenmemde yardımcı oldu. Bir sanat tüketicisi olarak sanatı, bir el hareketiyle sizi değiştirebilecek sihirli bir varlık olarak görüyorum. Gösterilerden, kitaplardan ve müzikten aldığım çok fazla "eureka!" anı ömür boyu bedenimde ve zihnimde yer ediyor. Bazılarını o anda hissettim, bazıları ise günler, aylar ve yıllar sonra bana yıldırım gibi çarptı. Alman Filozof Walter Benjamin tam olarak bundan bahsediyor; sanat, bilinçaltınızın derinliklerine girme ve zihinsel yapılarınızı değiştirirken onlara tutunma gücüne sahip.

Bir iş üretirken hangi kaynaklardan beslenir, nelerden ilham alırsınız? Rüyalarınızın işlerinizde etkisi olur mu?
Kendimi bilgiler etkileşimlerinden ilham alırken buluyorum. Daha doğrusu, düşünceler, anılar ve psikolojik yapılar gibi içsel bilgiler ile popüler medya, sanat, bilim ve sosyal-antropolojik araştırmalar gibi dışsal bilgiler arasındaki etkileşimin kavşaklarından yoğun ilham alıyorum. Tabii ki, bu ikisi birbiriyle derinden bağlantılı, çünkü biz insanlar kültürü yaratırız ve kültür bizi şekillendirir, bu yüzden bu etkileşimler büyüleyici. Biz karmaşık yaratıklarız, bu yüzden bu etkileşimler çok doğrusal veya doğrudan değiller. Daha basit bir düzeyde, dizilerden ve filmlerden, müzikten (David Bowie, Kate Bush, Sussane Sundfor), okuduğum kitaplardan ve makalelerden ve bunların bende uyandırdığı şeylerden ilham alıyorum.Ve hayır, rüyalar bana ilham vermiyor, keşke onlardan bir şeyler alabilsem ama çoğu zaman içeriklerini unutuyorum. Belki de bilinçaltı bir düzeyde beni etkiliyorlar.

Sanatınızı etkilediğini düşündüğünüz biri veya bir sanatçı var mı, varsa kim?
Birçok farklı fikirden etkileniyorum; belirli bir ilham kaynağım yok. Ben büyük bir Glam-Rock hayranıyım, bu yüzden Queen ve David Bowie ile Kate Bush'tan etkileniyorum ama doğrudan değil, onların hayal gücü yüksek vokal ve performatif dünyalar yaratma yeteneklerinden. Dansta öğretmenlerimden etkilendim, sadece üslup olarak değil, yaklaşım ve niyet olarak harika hocalarım oldu. Kültür alanında olduğu gibi kültür açısından da, hepimiz bilinçaltında büyük sanatçılardan etkileniyoruz elbette. Bunun yanı sıra Benjamin, Galen Strawson (günümüzde bir filozof) ve yazar David Grossman gibi yazarlardan etkileniyorum.

[Sohbetin devamını okumak için tıklayın]