dün bir sanatçı tanıdım: koreograf faustin linyekula.
adını biliyordum, duymuştum gerçi ama hiç bir yapıtını seyretmemiştim. adı ilk defa karşıma, milo rau'nun ntgent'te başlattığı histoire(s) du theatre dizisinin ikincisinin yaratıcısı olarak çıkmıştı. dün onu tanımam, düsseldorf tanzhaus nrw'nin düzenlediği volume up festivali kapsamında "statue of loss" adlı yapıtının ve gösteri öncesi söyleşisinin naklen yayınlarını izlemem sayesinde oldu.
"statue of loss" (kaybın anıtı) birinci dünya savaşı’nda sömürgesi olduğu belçika'nın ordusunda savaşmak zorunda bırakılıp ölen kongolu askerler için 1923 yılında kongolu paul panda farnana tarafından önerilen ama o gün bugün inşa edilmeyen bir anıt hakkında.
kendisi de kongolu olan linyekula bu yapıtı 2014’te, birinci dünya savaşı’nın başlangıcının 100. yılı etkinlikleri dolayısıyla kendisine hannover theaterformen festivali tarafından gelen sipariş üzerine hazırlamış. yapıt başta paul panda farnana hakkında olacakmış.
farnana'nın hayatı oldukça ilginç: hizmetçisi olduğu beyaz aile ile belçika'ya dönerken ailenin hepsi ölüyor, belçika'ya tek başına varan farnana'yı ölen babanın piyanist kızkardeşi sahipleniyor, onu üniversitede okutuyor ve farnana 1908'de belçika'da bir üniversiteden mezun olan ilk kongolu oluyor. belçika hükümeti farnana'yı kongo'ya üst düzey bir konuma yolluyor. oradaki beyazlar başlarında bir kongolu olma durumundan rahatsız oluyorlar, kongolular ise farnana'ya hain gözüyle bakıyorlar. farnana 1930 yılında zehirlenerek öldürülüyor, beyazlar tarafından azmettirilen siyahlar tarafından.
linyekula bu proje için arşivlere girince, savaştaki kongolu askerler hakkındaki bilgilerle ve özellikle de kongolu bir askerin alman esir kampında kaydedilmiş şarkı söyleyen sesiyle karşılaşınca, rotasını değiştirmiş ve farnana yerine bütünüyle o ses kaydı üzerine kurgulamış yapıtını.
40 dakikalık yapıtta sahnenin uzun bir süre ortası aydınlığa, kenarları ise tepeden sarkan ampul ışıklarının aydınlattığı kadar bir karanlığa sahipti. dansçı olarak sahnede olan linyekula’ya bir müzisyen, düsseldorf'daki gösterimde bir trompetçi eşlik etti.
iki figür sahnenin ortasında hep büyük bir boşluk bıraktılar; çoğunlukla kenarlarda, sınırlarda gezindiler.
ortadaki boşluk işte o kayıp olandı, o artık var olmayanlardı. adeta o boşluğun kendisi bir heykel, bir anıttı; maddeden değil, maddesizlikten yaratılmış ve her an, linyekuda ve müzisyenin kenarlardaki hareketleriyle varlığı tanımlanan.
o boşluğa sahnenin arka duvarına yansıtılan, farnana'nın anıtın yapılmasını önerdiği kongo ırmağının denizle buluştuğu ağzını farklı açılardan gösteren renkli film görüntüleri hakimdi.
o boşluğu savaşın ortasında kaydedilmiş o kongolu askerin şarkı söyleyen sesinin cızırtılı kaydı dolduruyordu; bütün ağırlığıyla.
anlayacağınız, yer ve hafıza sahnedeydi. onları bugünle ve "şimdi"yle bağlayan ise linyekula'nın bedeni, sesi, hareketleri ve trompetçinin notalarıydı.
linyekuda gösterinin başında bedeninin üst kısmının, sırtının ve yüzünün üzerine beyaz boya ile birinci dünya savaşında belçika adına hayatlarını kaybetmiş kongolu askerlerin soyadlarını yazdı. siyah bedenin üzerinde, beyazların politikası yüzünden ölmüş siyah insanların beyazla renklendirilmiş adları..
linyekula koreografisini sanki mermilere maruz kalıyormuş gibi bedenini titreterek, bükerek, elllerini kollarını yukarı aşağıya sallayarak, ayaklarını çarpıtarak oluşturmuş sanki. koreografiyi huzursuz ruhların savruluşu gibi de yorumladım, ölen askerler için bir ayin gibi de. tabii bunların hepsi kişisel yorumum, linyekuda'nın bu konudaki herhangi bir açıklamasını okumadım/dinlemedim.
linyekuda söyleşinin bir yerinde, hikaye anlatıcılığından bahsetti, seyirciyi içine alan/katan niteliklerinden dolayı geleneksel hikaye anlatıcılarını ne kadar önemsediğinden. "hikaye anlatıcısı hikayesini anlatırken her an nerede, nasıl bir mekanda olduğumuzu bize hatırlatır" dedi, sehpanın üzerindeki su dolu bardağı gösterip "o anda orada olan şeylerden bahseder", elindeki mikrofonu gösterip "mikrofonu bir uzay gemisine dönüştürür mesela, bizi aya götürür" dedi, ve "yolculuğu birlikte yaptığımız için hikaye anlatıcısı bizi hiç bir zaman ayda bırakmaz, dünyaya, kendimize, almamız gereken sorumluluklara geri getirir" diye bitirdi.
linyekuda da "statue of loss"da aynı bahsettiği hikaye anlatıcıları gibi bizleri kongo'ya, kongo nehrinin denize açıldığı ağıza, avrupa'ya, birinci dünya savaşı'na götürdü ve getirdi. gösteri başladıktan bir süre sonra üzerindeki beyaz gömleği çıkarmıştı, gösteri boyunca üstü çıplak bedeniyle hareket etmiş, şarkı söylemiş, tarihten, olaylardan bahsetmiş, ölen kongolu askerlerin isimlerini saymış, "bir siyah olarak bir istatistiğe gömülü olmak istemiyorum" diyerek savaşla ilgili istatistiki bilgiler vermiş, ve gösterinin sonuna doğru tekrar gömleğini giyerek şimdiye, bugüne döndürmüştü bizi. ışık tasarımı da linyekuda'nın bir hikaye anlatıcısı gibi maddesel olmayan anıt için açtığı parantezi yalın ama ustaca imledi: gösterinin başı ve sonu, sahnenin ortasındaki büyük boşluğu aydınlatan beyaz ışık yerine sadece yanlardaki sıcak ışıklı ampullerin aydınlattığı yarı karanlıkta sahnelendi.
"arızalı bir dünyadayız" diye başlamıştı dünki söyleşide ilk söz aldığında linyekula: "dünyanın tamamı arızalı, dış dünyamız kadar iç dünyalarımız da arızalı, geçmiş ve şimdiki zamanlar arızalı, tarih arızalı ki o tarih zaten hep galip gelen tarafından yazılıyor, kaydı tutuluyor, arşivleniyor, o yüzden arşivler de sorunlu, arızalı yerler."
bir kaç yıl önce minneapolis'teki bir dans gösterisinin hemen öncesinde ise "yıkıntılar yığınımda şiiri nasıl hayal edebilirim?" diye sormuşmuş.
işte "statue of loss" tam da bu dünyada ve bu sorunun cevabını veren bir yapıt. her türden arızalarla dolu dünyanın herhangi bir yerindeki harabeleri kelime anlamıyla fiziki yıkıntılar olarak almayıp, fiziki olmayan, içlerimizdeki harabelerde maddesel olmayan bir duyguyu, bir şiiri yazıyor linyekula; ve o duyguyu, o şiiri bir ekran aracılığıyla da olsa karşı tarafa geçiriyor, bana geçirdi en azından. herhalde dün akşam gösteriyi deneyimleyen düsseldorf seyircisi benim ekran karşısında yaşantıladığımdan çok daha yoğun duygularla ayrılmış olmalı salondan...