salona girdiğimizde sahnede bizleri karşılayan görüntü şöyle:
alçak tepeleri olan simsiyah bir peyzaj; ön tarafta yere uzanmış bir adam,
simsiyah bir takım elbise içinde ama ayakları çıplak; hemen önünde bir çift
simsiyah bot.
koltuklarımıza yerleşmeye çalışırken adam önce belli belirsizce
gözlerini açıyor, sonra kollarını başının arkasına koyuyor; sanki göğü
seyretmeye başlıyor.
salonun ışıkları sönerken adam yerinden kalkıyor, önündeki botları
giyiyor; sahnenin sağında yukardaki tek bacaklı yuvarlak siyah taburenin yanına
gidiyor; önce ayakkabılarını çıkarıyor, sonra teker teker üzerindeki herşeyi;
çırılçıplak kalıyor. bir yandan bizleri süzerken sahnenin ortasına geliyor,
zemindeki siyah panolardan birini ters çeviriyor, panonun diğer yüzü krem renginde,
ve üzerine uzanıyor.
kısa bir an sonra sağ üstten bir adam yaklaşıyor ona, elinde beyaz
bir çarşafla; iki sert ve kararlı kol hareketiyle onun üzerini bütünüyle
örtüyor. adam geldiği noktadan çıkıp gittikten kısa bir süre sonra bu sefer sağ
alttan başka bir adam giriyor sahneye; üstü çarşafla örtülmüş olanın yan
tarafına gidiyor, yerden bir panoyu kaldırıp onun tarafına doğru bırakıyor.
panonun kendi ağırlığıyla yere düşme hareketinin çıkardığı rüzgar çıplak adamın
üzerindeki çarşafı bu sefer bütünüyle yana uçuruyor. bu gitgel bir kaç kere
tekrarlanıyor...
dimitris papaioannou'nun son yapıtı "the great tamer"
(büyük terbiyeci)'nin peyzajını oluşturan bu simsiyah yer bir yanardağın yamacı
da olabilir, santorini'nin siyah taşlı kumsalı da, "küçük prens"in gezegeni
de, ay da.
yapıt devam ettikçe aslında anlıyoruz ki, bu dikdörtgen alan
yukarıda saydığım gibi kendinden daha büyük bir yere referans veren, oradan
kesip alınmış bir parça değil; bu alan kendi başına bir bütün, bir
"yer". çünkü bu yer'den sahne arkasına düşülüyor, bazı nesneler bu
yer'in önünde kalan sahne alanına atılıyor, konuyor. bu yer aslında hayali bir
"hiçbiryer".
bu hiçbiryer yapıt boyunca insanın köklerinden bağımsızlaşıp
özgürleşmesi için bir tabula rasa olarak kullanılıyor. ama diğer yandan, o
köklerden kurtulmak da imkansız aslında; özgürleşmek ancak, o kökleri red
etmek, kesmek koparmakla değil, kabullenmek ve dönüştürmekle, bakış açısını
değiştirmek ve genişletmekle, hayal etmekle mümkün. o yüzden ilerleyen bir
sahnede o botları giyen diğer genç adam önce hareket edemiyor, çünkü zemine kök
salmış botlar onu engelliyor, ama genç adam ayağındaki botları kökleriyle
birlikte zeminden çekip kurtardıktan sonra yoluna devam etmeyi ancak amuda kalkarak başarıyor;
daha ileriki bir sahnede ise o kök salmış botlar ayağında olduğu halde havada
uçarak hayatta kalıyor.
bu hiçbiryer'in toprak altı sayısız cevher barındırıyor, çok
bereketli, çok köklü.
bu hiçbiryer bir çok şeye gebe: ilk insana, ilk tohuma,
ilk döle, ilk hasata, ilk kaynağa; törenlere, şölenlere ve sürprizlere..
bu hiçbiryer kazıldıkça altından insanoğlu çıkıyor, insankızı
çıkıyor, bedenlerden bağımsız uzuvlar çıkıyor. hepsi de canlı bunların;
bütünlenmeyi, bir olmayı, tamamlanmayı bekliyorlar; bütünlenmeye, birleşmeye,
hayata tutunmaya çalışıyorlar..
ve bu hiçbiryer kaçınılmaz olarak iskelet de barındırıyor
bağrında; ölüyü, ölümü ve geçmiş zamanı..
bu hiçbiryer'de sadece mitolojik yaratıklar yok, astronotlar da
var; insan görünümlü tanrılar, kırılgan insancıklar, gölgelerde kaybolup
beliren figürler, su birikintisinde vakit geçiren eşorfmanlı ölümlüler de.
papaioannou son yıllardaki yapıtlarında kullandığı malzemeleri,
durumları, teknikleri tekrar tekrar ele alarak onları yeni anlamlar üretmek
için dönüştürüyor;
.2013 tarihli "primal matter"daki tek panoyu burada
çoğaltıyor, ama sadece arka-ön, alt-üst koordinatları yoluyla illüzyon yaratmak
için değil, yeri geldiğinde panoların sürtünmesinden çıkan sesi kullanmak için.
bir sahnede okyanusun kumsala vuran dalga seslerine dönüşüyor panoların zeminle
yaptıkları sürtünmeden çıkan sesler; okyanus, suyun sadece kuyu benzeri bir
delikte varolduğu kupkuru sahnede sesle yaratılan bir tahayyül sanki;
.2014 tarihli "still life"da kalın sünger pano
yüzeylerini katman katman kaplayan ve her darbe aldığında unufak olan alçı
malzeme burada insan bedeninin kırılan kemiklerini onaran kabuğa dönüşüyor. bir
önceki sahnede arkadaki boşluğa düşen adam bütün bedeni alçıya alınmış şekilde
dönüyor, bir diğeri kendi bedenini kullanarak kırıyor onun alçılarını, özgürleştiriyor
onu;
.2015'te bakü'deki birinci avrupa olimpiyatı'nın
"origins" başlıklı açılış gösterisinde tek bir sahnede altından toz
saçan dansçılar çıkarttığı zemini burada bütünüyle geçirgenleştirerek bütüne
yayıyor. papaioannou "the great tamer"da zeminin altını, neredeyse
üstüyle yarışan ikinci bir mekana dönüştürüyor; oradan çıkanlar ve
çıkarılanlarla, oraya tıkılanlar ve gömülenlerle anlamları çoğaltıyor...
"the great tamer" insanın hayal gücü yoluyla elini
uzattığı uzaklıkta, ulaşmaya çalıştığı uzaklarda kendini bulmasını anlatıyor.
"the great tamer" insanın, uzay denen kara ve geniş boşluğu keşfetmek
için katettiği büyük mesafeler sonucunda vardığı yerin, yine kendi hayal
dünyası, kendi zihni, kendi tahayyülü olduğunu söylüyor sanki bizlere. o yüzden,
astronotlar bu simsiyah yere vardıklarında goya'nın, cranach'ın, rembrandt'ın,
hollandalı rönesans ustalarının, bosch'un, el greco'nun tablolarından fırlamış nesneler,
figürler ve yaratıklar çıkıyor karşılarına; o yüzden chaplin'in, kubrick'in
filmlerine referans veren durumlarla; vanitas'larla, mitolojik yaratıklarla,
buğday tarlalarıyla, bereket tanrılarıyla karşılaşıyorlar. insan kendi
tahayyülünde yaratıyor, tasarlıyor etrafındaki dünyayı; ve gidebildiği en uzak
mesafe aslında kendi hayal gücüyle sınırlı.
"the great tamer" doğmak ile ölmek, yaşam ile ölüm
arasında; bir yandan bedenin içinde saklı cevheri ve nefesi her an canlı ve uyanık
tutmaya gayret edip, diğer yandan ölümü bilerek ve bekleyerek; ölüme karşı durarak, ama zamanı gelince ölüme yatarak da geçen nefeskesici bir yolculuk.
dimitris papaioannou, belki de onun alter egosunu temsil eden, ilk
sahnede yere uzanmış elleri başının arkasında göğü seyreden adamın tahayyül ve
terbiye etmeye çalıştığı dünyayı resmediyor bizlere; bir simyacı edasıyla
elinin altındaki malzemeyi, yani objeleri, bedenleri ve mekanı, dönüştürerek;
her anına, az çok ama mutlaka belirli bir ironi dozu zerk ederek; ve insanın
düşüyor, zamanın geçiyor ama mirasın kaybolmuyor olmasına dikkat çekmeyi ihmal
etmeden...
-
hamiş:
"the great tamer"a dair genel bilgiler, fotoğraflar ve
amsterdam'daki 70. hollanda festivali kapsamında 18 haziran 2017 tarihinde
gerçekleşen dimitris papaioannou söyleşisinden izlenimlerim bir sonraki
yazıya..