geçen akşam can sıkıntısıyla baş etmeye çalışırken, esti birden ve bir müzik festivali düzenleme kudretim olsaydı, daha önce istanbul'a gelmemiş kimleri davet ederdim diye hayal ettim.
işte 1. hayalperest müzik festivali programı:
.yıllar önce paris que brainly müzesi'nin salonunda tesadüfen denk gelip dinlediğim iranlı topluluk ve şarkıcı: salar aghili & dastan ensemble
konser yeri: arkeoloji müzesi bahçesinde çinili köşk'ün önü
https://www.youtube.com/watch?v=0-EHnqqIp7g&feature=youtu.be
.yıllardır ister rembetiko ister pop ister hadjidakis olsun bütün şarkılarını hayranlıkla dinlediğim, her yunanistan seyahatimden cdleriyle döndüğüm dimitra galani
konser yeri: boğazda seyir halinde bir arabalı vapur
https://www.youtube.com/watch?v=Cr2bBmmNX5w&feature=share
.ilk defa sidi larbi cherkaoui'nin "apocrifu" işinde canlı olarak sahnede izlediğim korsikalı acapella topluluk a filetta
konser yeri: yerebatan sarnıcı
http://youtu.be/tYBaiCCm-WA
.13 yıl önce paris'te arkadaşımın yanında kalırken, kapağına bakıp dinlemeden aldığım cdsiyle başlayan hayranlığım, her yeni çalışmasıyla devam etti; uzun yıllardır fransa'da yaşayan yunan kadın ozan angelique ionatos
https://www.youtube.com/watch?v=t87UL1X6LYg
.önce bir kaç şarkısını güney kore filmlerinde, özellikle de park chan-wook'un "sympathy for mr. vengeance"da duyduğum, sonra pina bausch'un yapıtlarında da karşıma çıkan koreli indie rock topluluğu uhuhboo project
konser yeri: çıplak ayaklar kumpanyası stüdyosu
http://youtu.be/xGvym-l4ens
.pina bausch'un yapıtlarında dinleyerek hayranı olduğum japon müzisyen jun miyake
konser yeri: tekfur sarayı bahçesi
http://youtu.be/EECh0UVsGV8
.kemanın macar büyücüsü felix lajko
konser yeri: tophane-i amire
http://youtu.be/94W7wNzaaBI
.festivalimin, sanırım uzun zaman önce istanbul'a gelmiş olan tek topluluğu balanescu quartet; ama onları o kadar çok seviyorum ki, hele de pina bausch'un "vollmond"unda kullandığı müzikleriyle, listeme almadan edemedim
konser yeri: yedikule zindanları
http://youtu.be/7WQOeZRLVI4
.geçen yıl paris'te deneme amaçlı aldığım albümüyle tanıdığım lübnan'lı kadın şarkıcı dorsaf hamdani
konser yeri: ıhlamur kasrı bahçesi
http://youtu.be/40-Jasw9KWQ
.sidi larbi cherkaoui'nin "myth"inde ve daha sonraki bir çok işinde sahnede canlı olarak müzik yapan, ortaçağ müziği uzmanı patricia bovi ve topluluğu ensemble micrologus
konser yeri: aya irini müzesi
http://youtu.be/-Y6Tf_scgBY
.1920'lerin, 30'ların alman kabare şarkıları konusunda uzman; ayrıca 40'lı 50'li yıllardan amerikan standartlarını da çok güzel yorumlayan yaşayan efsane max raabe & palast orchester
konser yeri: süreyya operası
http://youtu.be/5oVcBiIe93A
.pina bausch'un "masurca fogo"sunun erkeklerle kadınların yavaş yavaş birbirlerini soyarak, öpüşerek yere yatarken bütün sahneyi kaplayan projeksiyonda farklı farklı bir çok çiçeğin hızlandırılmış açılma görüntülerinin yansıtıldığı o muhteşem son sekansındaki müziğin sahibi topluluk bau; almodovar da "konuş onunla" filminde aynı besteyi kullanmıştı.
konser yeri: mimar sinan üniversitesi rıhtımı
http://youtu.be/r9TXfGdByRg
29 Ağustos 2015 Cumartesi
28 Ağustos 2015 Cuma
"barbarın kahkahası"ndan
"Bu toprağın sırlarında alçaklık var. Sadece hakikati sussam bir derece, bir de üstüne hıncımı susuyorum ben. Bizim sırlarımızda hikmetli söz, ruhu incelten ezgiler yok. Bizim sırlarımız asitlidir. Kökünden kurutur ağaçları. Utanç fışkırır topraktan. Bırak büyülenmeyi, dinlemeye tahammül edemezler. Ahlaksızca inkar ederler. Kanıt göstersek de inanmazlar. Sen daha cümleni bitirmeden zalimleşirler. Şuursuzca öyle bir şey olmuş olamaz derler. Namertlik kaldığı yerden devam eder. Bugün sırdaşlık nedir biliyor musun? Saklanmaktır. İçin için delirdiğini herkesten saklamaktır. Gördüğün kabusu anlatmamaktır. Tırnağın kadar güvenmediğin puştlarla iç içe yaşamaktır."
- Sema Kaygusuz
Metis Yayınları, 2015
21 Ağustos 2015 Cuma
sasha waltz'in "orfeo"su
fotoğraf: monika rittershaus
bilindiği gibi monteverdi'nin "orfeo"su müzik tarihinin ilk operası kabul edilir. barok dönem operalarında aryalar kadar arya aralarındaki dans müzsiklerinin önemli bir rol oynadığı da bilinir. bildiğimiz başka bir şey ise orfeus'un, sevdiği euridike ile olan hikayesinin yanısıra en önemli özelliğinin yunan mitolojisinde ozanların ve müzisyenlerin piri olmasıdır.
şu kısacık paragraf bize gösteriyor ki, monteverdi'nin "orfeo"su gerek türü, gerek içeriği, gerekse de biçimiyle üç sahne sanatını birleştirir: operayı, dansı ve müziği.
20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren koreografların opera sahnelemeye başlamasıyla birlikte, özellikle barok opera sahnelemerinde şancıların sahnede daha aktif rol üstlenmeye başladığı görülür. bu konudaki öncü isimlerden biri pina bausch'tur. bausch'un 1974'te sahnelediği gluck'un "orpheus ve eurydice" yorumunun açtığı yoldan son 40 yılda bir çok koreograf geçti; zamanla, şancıların orkestra ile birlikte sahne dışında tutulması yerine sahnedeki koreografinin bir parçası haline getirilmesi olağan oldu.
dans alanındaki başka bir gelişme ise dansçıların sahne üzerinde hareket ederken bizzat şarkı söylemeleriydi. çok emin olmamakla birlikte bu konuda belçikalı koreograf alain platel'in öncü olduğunu zannediyorum. onunla çalışmış olan sidi larbi cherkaoui ise şarkı da söyleyen dansçı çıtasını iyice yükseltti.
bir opera mizanseninde geriye bir tek orkestranın, yani müzisyenlerin sahne trafiğine dahil edilmesi kalmıştı. sasha waltz 2014 ekim'inde amsterdam'da prömiyerini gerçekleştirdiği monteverdi'nin "orfeo" yorumuyla bunu da gerçekleştirmiş oldu.
waltz'in bu altıncı opera sahnelemesi ve baştan beridir sahnelemelerine verdiği bir isim var: "koreografik opera". waltz'in ilk opera denemesi "dido ve aenas"ı ve geçen yıl berlin staatsoper'da sahnelediği wagner operası "tannhaeuser"i kayıttan, ondan bir önceki denemesi "matsukaze"yi "orfeo"dan bir hafta sonra yine berlin schiller tiyatrosu'nda canlı olarak seyretmiş biri olarak, waltz'in koregrafik opera tanımının hakkını "orfeo" ile verdiğini söyleyebilirim.
öncelikle fiziki konum olarak freiburger barockconsort orkestra ikiye bölünmüş ve sahnenin üstünde iki yanda ön tarafa yerleştirilmiş; şef seyirci koltuklarının ilk sırasında ortada oturarak herkesi yönetiyor. dolayısıyla orkestra çukuru-sahne ayrımı kalkmış; müzisyen, şancı, dansçı herkes sahnenin üstünde. müzisyenler oturdukları konumlardan mizansenin bir parçasına dönüştürülmüşler; solist ve koroyla birlikte davrandıkları, sahnede olan olaya dahil oldukları, el kol hareketleri ile solistlere laf attıkları sahneler dışında bizzat çalgılarıyla ayağa kalkıp sahnede hareket edip koroya karışarak bütünün bir parçası da oluyorlar.
dansçılar hareket etmek dışında koro olarak şarkı söylüyorlar; kim vocalconsort berlin'in şancısı kim sasha waltz & guests topluluğunun üyesi ayırt etmek imkansız çünkü koro da dansçılarla birlikte hareket ediyor.
başrolleri oynayan beş solist şancının her biri ayrı ayrı göz kamaştırıyor, kulak okşuyor, duyuları esir alıyor; onları seyrederken insan yaşama sevinci ile doluyor, hatta çoşuyor. orfeo'yu canlandıran bariton georg nigl ise müthiş sesi, yorumu, oyunculuk kabiliyetinin yanısıra sanki eğitimli bir dansçı gibi kıvrak, atik, nüanslı ve akrobatik dans edişiyle de akşamın yıldızı.
yapıtın sonunda orfeus'un eurydike ile yeniden buluşmasının kutlandığı son sahnede şancı, dansçı, müzisyen, hatta şef torsten johann dahil olmak üzere herkes sahnede hareket halinde, dans ediyor; müthiş çoşkulu ve etkileyici bir final!
sasha waltz'in "orfeo"su üç sanat dalını hareketle birleştirme fikriyle ve bunu başarıyla gerçekleştirmesiyle öne çıkıyor. yoksa waltz koreografik olarak maalesef önceki işlerinin çok altında bir iş çıkarmış.
hareketli insanlardan oluşan müthiş estetik tablolar seyrediyoruz; bazılarının referansları çok açık (örneğin meyva ve sebzelerle yaratılan görüntülerin archimboldo'ya selam çakması gibi), bazıları fazlaca ilüstratif (çiçek saplarıyla yaratılan çayır); ancak yüzeydeki bu estetiğin ötesine geçen, bu estetiği taşıyan, "orfeo"nun ruhuna dokunan, derinliği olan (hemen akla ister istemez pina bausch'un "orpheus und eurydike"sinin soloları, duoları, topluluk dansları geliyor) bir koreografik tasarım yok maalesef.
"orfeo" amsterdam, bergen, baden-baden'den sonra 2015'te en son temmuz başında berlin gösterimlerini yaptı. 2016'da gözüken ilk tarih mayıs'ta opera de lille'de..
19 Ağustos 2015 Çarşamba
gece göğünün ateşinde
berlin schaubühne'nin mart 2015'te sahnelemeye başladığı sofokles'in friedrich hölderlin çevirisiyle "ödipus der tyrann" (zalim oidipus) oyununun broşüründe yönetmen romeo castellucci ile yapımın dramaturgları florian borchmeyer ve piersandra di matteo'nun yaptıkları söyleşiyi, sadece almanca olduğu için, belki ilgilenenler olur diye türkçeye çevirdim.
(parantez içindeki kelimeler çevirinin daha iyi anlaşılması için alternatif olarak verilmiştir.)
florian borchmeyer: "empedokles'in ölümü"nden esinlenen "the four seasons restaurant" (2012) ve aynı adlı mektup-romana dayanan "hyperion" (2013)'dan sonra "zalim oidipus", friedrich hölderlin'in yapıtlarını bir sahnelemenin malzemesi yaptığın üçüncü işin. şimdiye kadarki işlerinde hiç bir yazara bu kadar ağırlık vermedin. seni bu alman şairle birleştiren nedir?
rc: özellikle şiirinin temelinde yatan dil felsefesi son yıllardaki deneyimimin merkezi oldu. hölderlin'in dili, iletişimin hükümranlığını elinden alır; dilin tekeline aldıklarına mesafe koymasını sağlayan bir asimetri yaratır. bu çelişkili bir tekniktir; söz burada bir tür radyoaktif güç kazanır. hölderlin'de beni etkileyen, onu benle çağdaş yapan çağdışılığıdır. çağdışılık burada anakronik olmak anlamına gelmez - tam tersine, çağdaşlık vizyonuna imkan sağlayan ufacık bir kaydırma ve mesafe sayesinde zamanı "dışardan" düşünmektir.
fb: çağdışılığı sahnelemek, hem de kendiyle iletişimi red eden bir dilin otoritesiyle bağlantılı olarak bunu yapmak bana bir tiyatro sahnesi için zor bir misyonmuş gibi geliyor; hele de bir yunan tragedyasına yaklaşmak söz konusuyken. nasıl ilerleyeceksin?
rc: hölderlin'in dünya görüşüne göre bakışın politikliğini değiştirmek zaruri. hölderlin'in dilini güncelleştirmeyi hedefleyen bir tiyatral pozisyon almak imkansız. onunla birlikte onun zamanını, düşüncesini anlamaya çalışmak gerekir; ışıkla aydınlanmaya izin vermeyen karanlık enerjilerle ilişkiye girmek gerekir. bunlar alt edilemez güçlerdir. bu nedenle psikolojik dramanın ve ilüstratif olanın alanını bütünüyle terk etmek gerekir. trajik ifade, iletişi kurmak için uygun değil. hikaye, mitos yoluyla gerçekleşir: efsaneler zaten bilinmektedir. o daha çok, insanlar ile dil arasındaki arızalı ilişkiyi işaret etmeye hizmet eder. krizin ortaya çıktığı, seyredildiği bir alandır.
piersandra di matteo: hölderlin, çağdaşları tarafından kabul görmemiş ve alaya alınmış "dönüştüren çevirisi"nde gösterir ki, yunan dünyası sadece schiller ve winckelmann'ın armonik ve ışıldayan yorumu değildir, aynı zamanda yeraltı dünyasına ait, karanlık ve çözülemeyen çelişkilerle örülüdür..
rc: hölderlin'in sofokles'in tragedyasına baktığı prizmayı betimlemem gerekirse; doğu düşüncesi yönünde bir hareketten söz edebilirim. tiresias'ın duygularına yakın olan bir düşüncedir bu. insanları
ölülerin ayrıksı dünyasına çeken ve başlangıçta oidipus'un derin başdönmelerinin nedeni olan doğanın gücünün bekçisidir tiresias.
yunan dünyası hölderlin için her zaman bir kaynak noktasıdır. ancak bu ilişkiden temel bir yanılgı ortaya çıkar. tam da bu yanılgı onu temelde besleyen, hatta belki de onu deliliğe sürükleyen boyuttur. ama onun yanılgısı bizi tragedyanın alanına geri taşır, ki bu da bizlerin yanılgısıdır. yunan tragedyası alanların en berbat olanını tasvir eder, çünkü yaşamın en derin sarsıntısını ortaya çıkarır. bu öfkedir, utançtır.
hölderlin, çevirisiyle yunanistan'ın gözden düşmüş pelagik (açık deniz kaynaklı), helen öncesi kültürünün hakkını teslim etmek; yeni alman filologlar tarafından da çalışılmaya başlanmış bu karanlık ve kuvvetli boyutu devreye sokmak istemiştir. bu aynı zamanda çok önemli antropologlar tarafından da araştırılmıştır. walter burkert'in "homo necans"ı aklıma geliyor. hölderlin için sofokles çevirmek aynı zamanda yunanlıları, hölderlin'in zamanının düzen odaklı alman aklının heybetli heyecansızlığının yok saydığı, sacrum pathos'a, "göklerin ateşi"ne geri yollamaktır.
onun diline yunanistan'ın eleusis ve samothrake gizemleri sızmıştır; dünyadan uzaklaştırılmış ve dağların içlerinde kendi kendilerine büyüyen ne varsa. yunan tragedyasının kaynaklandığı dünyanın ilk tasvirleri telesterion'da, mistik köklerin var olduğu dağların mağaralarında ortaya çıkar.
pdm: böhlendorff'a yazdığı bir mektupta hölderlin trajik teknikle ulaşılan heyecansızlığın dil yoluyla kaotikleştirilmesi gerekliliğinin altını çizer.
rc: yunan tragedyası estetik olarak had safhada pürüzsüz bir formdadır. aischylos'un "oresteia"sı daha fazla pürüzsüz hale getirilemez. benim gördüğüm kadarıyla, aşılamayacak seviyede mükemmel bir sentezdir. ayrıca aşmak istemek de anlamsızdır. daha çok, tragedya içinde kaybolarak kendini onun tarafından emilmeye bırakmayı denemek lazımdır. bu nedenle yunan tragedyasına nostaljik bir bakışla yaklaşmamak gerektiğini düşünüyorum; aynı zamanda akademik bir yaklaşım da faydalı değildir: o şekilde ancak atina tiyatrosu'nun mezarı kazılmış olur; bence daha çok uzamda bir nirengi noktası olarak ele alınmalıdır, kuzey yıldızı gibi. tragedya her türlü temsil şeklinin referans noktasıdır. kendisini ona göre yönlendirmesi gerekenler bizleriz. ondan daha radikal olan başka bir şey yoktur - bunun nedeni bir arketip olduğu için değil, aşılamayacak bir form olduğu için.
pdm: şu anda burada söylenen şeyin hölderlin'in "kral oidipus"u neden "zalim oidipus" olarak çevirdiğiyle de alakalı olduğunu düşünüyorum.
rc: hölderlin "kral" kelimesi için, belli bir amaç güderek yunancadaki kökeni "zalim"i kullanır. oidipus akıl, dil ve rasyonel düşünme şekli sayesinde sfenksin bilmecesini çözen kişidir. oidipus ile gerçeğe daha yakın olan karanlık güçlerin temsilcisi tiresias arasındaki karşılaşmada "söylenen, söylenmeyen" ikilemi doğar. böylece sofokles psikoanalizden çok önce insan ruhunun (psişenin) en derin ve karanlık köklerini sezmiştir. bu, titanlar arası bir karşılaşmadır; ikisinin fikir alışverişi iki monadın karşılıklı savaşı gibidir. oidipus, kaldırabileceği ve anlayabileceğinden daha fazla bilmek için "fevkalade hiddetli bir merak"la sürüklenir. bilgiden kaynaklanan kibri onu yaşayan bir kirliliğe dönüştürür. suçu annesiyle birleşmesi ve babasını öldürmesinde değil, kendisini özellikle usun açığa çıkaran ışığına bırakarak daha derin bir tasavvurun parçasını sansürlemesinde yatar.
fb: senin sahnelemende oidipus sanki mechul bir objeymiş gibi bir rahibe manastırında ortaya çıkar - ensest ve baba katli hakkındaki bir tragedya için düşünülebilecek en kötü yerde. bahsettiğin yanılgının boyutundan dolayı mı yapıtı bu arızalı mekâna yerleştirdin?
rc: burada söz konusu olan başlangıç stratejisi; ilüstratif olanı elemeyi sağlayan bir tür kapan. bu bağlama oturunca yunan tiyatrosu tam anlamıyla yabancı bir madde haline geliyor. onunla uyumlu olmayan bir mekândayız ve dildeyiz. bu durum, ölümcül bir hatayı işaret etmek için bir şeyi başka bir şeyin içine yerleştirmekle ilgili. vucüt ve anti-vücut aynı yerde bulunuyorlar. oidipus metnini bir manastıra yerleştirmek çelişkilerle baş etmeye çalışmanın, objeye baktığınız optik enstrümanı değiştirmenin bir yolu. resimlerin (görüntülerin) üstesinden resimlerle (görüntülerle) gelmek. aynı, hölderlin'in kelimeler yoluyla söylenmeyenin iktidarını dillendirebilmesi gibi. derdim bu tragedyayı başka gözlerle okumak; 70'li yıllardan italyan sanatçı giuseppe penone'nin muhteşem işiyle izah etmem gerekirse: kendi gözlerini tersyüz etmek.
schaubühne'deki seyirciler hölderlin'in kelimelerini duyacaklar ve muhtemelen de oidipus'un hikayesinin farkına varacaklar. ama bir şeyler yerli yerinde olmayacak. sözün bastırıldığı manastır, oidipus'la karşıtlık yaratması için düşünülmüş bir evren. bu aynı zamanda derine inen temas noktaları sağlayan bir asimetriyi aktive ediyor: örneğin ikisi de günahkârlık üzerine temelleniyorlar. katolik ikonografinin içindeki/karşısındaki yunan mitolojisi: tiresias vaftizci yahya'nın kıyafetini giyer, yokasta meryem'in; oidipus muhtemel bir isa'dır ve kreon da sen piyer. "zalim oidipus" çifte anlamlı figürleri gözler önüne serer: birisi ışığın içine yerleştirilmiştir ve birisi de gölgenin kuytusunda saklanır. çünkü sadece biri artık yetmez. bu bir anlamda, sadece dilin içinde değil benliğin kavramsal tasarımında da bir "tereddüt" mefhumu ile hesaplaşmaktır. aynı zamanda, sürekli olarak kendini yansıtan çifte bir kod da vardır ve bu yabancılaşma sayesinde objeyi gerçekten yakalayabiliriz.
pdm: tragedyanın dili yapılandırılmış ve düzenlenmiş bir formda "sadece söylev vermeyi bilir", ama susmak kahramanların gerçek dilidir, ki bu hölderlin için sadece "kendi içinde değersiz = 0 olarak konduğu" tadirde ifadeli olabilir. sahnelemenin son görüntüsünde sadece şekilsiz bedenler görünür, yani yenilenmiş yabancı cisimler, bunlardan biri de kitaptır. tragedyanın ve logos'un çözülüşüne mi işaret ediyorsunuz...
rc: eğer franz rosenzweig'ın "stern der erlösung" (selamet yıldızı)'nda yazdığı gibi trajik kahramanın sessizliği yaratmak için konuştuğu doğruysa, o zaman bu süreç hölderlin tarafından da hala bir dereceye kadar desteklenmiştir. dolayısıyla biz sonunda sadece sessizliğe, yokluğu çekilen sonsuz bir derinlik olarak tekrar kavuşmayız; bu sonsuz derinlik aynı zamanda hikayenin bütün seyri boyunca mevcuttur. derinlik çoktan oradadır, ve biz onun farkına varabiliriz. dolayısıyla hölderlin'le yüzleşmek için onun tekniğinin aynısını kullanmak gerekir. trajik olan mefhumu, olabilecek en uç sonuca ulaştırmak için etkinleştiriciyi etkinleştirmek.
şekilsiz cisimler adipoz (etin yağına ait) kütlelerdir, ağızları yoktur, sadece ifraz için delikleri vardır ve buna rağmen kelimeler telaffuz etmeye gayret ederler. tabi ancak bağırsak sesleri çıkar ortaya. onlar yoluyla tanımsızlığa dönüş şekle bürünür; dehşet ve arzu bir aradadır. benim için bu, genetik olarak tragedyaya ait olan insan varlığının portresidir. bu, bir bedene hapsolmuş olma halinin gizemli derinliğini örten bir görüntüdür. varolmanın maddeselliğidir. bu görüntü biraz dehşetengizdir, aynı medusa'nın kafası gibi. ama burada hiç bir sinizm yok. daha çok, utanç duymanın ilkel şekilde tekrar etkinleştirilmesi var. bu, ricat stratejisi yoluyla dile veda etmek için büyük bir mesel. bu kitap bu manastırda bulunmaktadır. bu kitaba rastlanır ve bu kitap yoluyla tekrar geri dönülür: artık başka bir söz olmayacaktır, çünkü sözler o manastırda bulunanlar tarafından güneş sisteminden dışarıya atılmıştır. insan sesi nasıl bir varlıksa, cisimler de varlıklara dönüşürler. bu, sonunda -her türlü erotik çağrışımdan soyutlanan- cinsel organlara indirgenmiş cisimlere dönüşerek kendinden geriye doğru gitme ve kurtulma sahnesidir. bunu belki paradoks bir yalancı (pseudo) katharsis görüntüsü olarak da anlayabiliriz.
fb: bu mitosa ve bu tragedyaya yaklaşmanın başka bir yolu daha var: onu günümüz dünyasına uyarlamak. örneğin, başka bir italyan sanatçıdan bahsetmemiz gerekirse, bunu pasolini yaptı, insanlar için daha anlaşılır kılmak için mitosu güncelleştirdi.
rc: derdim tiyatroyu insanlara yaklaştırmak değil. diğer yazarların kendilerininkini nasıl düşünmüş olduklarını görmek için ben de bugünün zamanı hakkında bir yorum getirmek istemiyorum. aynı zamanda, geçmişin hikayelerini kostümler yoluyla güncelleştirmiyorum da. benim için bir tiyatral yaşantı her zaman belirli bir oranda "gerilim (gerginlik)" üzerine kuruludur. seyirci kendi birikimiyle, sadece onun için yaratılmış olan bir kurmaca sorunsalın içinde yalnız bırakılır. tiyatro, paylaşılan yalnızlığın içe işleyen, derin yaşantısıdır. yeniden farkına varılacak ya da yorumlanacak hiç bir şey yoktur; ne haksızlık teşhir edilir, ne de kötü cezalandırılır. ben, burjuvazinin sinsiliğini damgalamakla ilgilenmiyorum. çünkü kendim bu kötülerden biriyim. parmakla başkalarını işaret edecek ve "adaletsizsiniz" diyecek durumda değilim. hiç bir zaman "bir sanatçıyım, bütün gizemleri bilen bir rahibim" diyemeyeceğim. bir sanatçı için azap ve selamet aynı şeydir.
-------------------
romeo castellucci ile "the four seasons restaurant" hakkında yapılmış söyleşinin türkçe çevirisi için tıklayın.
18 Ağustos 2015 Salı
thasos/taşoz'da dört gün, 07: son
taşoz adası izlenimlerime adanın ve kavala'nın hayvanlar alemine ayırdığım bu fotoğraf bandıyla son veriyorum.
ipsala sınırından 2.5 saat keramoti, yarım saat feribot geçişi; yani türkiye'ye toplamda 3 saat uzaklıktaki bu adayı herkese bir kere gitmelik için bile olsa tavsiye ederim..
bu vesileyle şu duyuruyu da yapmış olayım:
her seyahat izlenimimi maalesef burada yazarak paylaşacak vaktim olmuyor, ama fotoğraflarımı https://instagram.com/danzon_/ adresinde paylaşıyorum.
Etiketler:
adalar,
hayvanlar alemi,
kediler,
seyahat,
taşoz,
thasos,
yunanistan
16 Ağustos 2015 Pazar
thasos/taşoz'da dört gün, 06: heykeltraş vagis ve dağ köyü panaghia
hani şu nefret ettiğim potamia sahiline geri dönersem;
sahilin üst kısmında, dağlarda iki köy var: biri potamia, diğeri panaghia.
potamia doku olarak öyle çok görülesi bir köy değil, ama içinde, hemen kilisenin yanında -eskiden okul olarak kullanılan bina- yunanistan'ın en ünlü heykeltraşlarından birinin müzesi haline dönüştürülmüş: polygnotos vagis müzesi.
vagis taşoz-potamia doğumlu ama 11 yaşında yunanistan'dan ayrılmış, bütün eğitim hayatını ve yaşamını a.b.d'de geçirmiş, orada ünlenmiş, bütün önemli amerikan müzelerinde yapıtları olan bir heykeltraş. vasiyeti, kendisine ait heykellerin doğduğu thasos adasında bir müze yapılarak orada sergilenmesiymiş; yunan hükümeti de bu vasiyeti gerçekleştirmiş.
enfes bir müze. küçücük, iki katlı; zaten ne olacak, köy okulundan dönüştürülmüş. ancak içindeki yapıtlar birbirinden güzel. belki gezmek yarım saat ancak sürüyor ama yapıtların etkisi sizde uzun bir süre devam ediyor.
vagis'i taşoz'a gelmeden önce tanımıyordum; favori sanatçılarım arasına girdi; ilerde bir tarihte vakit bulursam, blogumda onunla ilgili daha geniş bir yazı paylaşmak istiyorum.
potamia'nın aksine panaghia tarihi evleri, dokusu, sakinleri ve hayatıyla tam bir tarihi rum köyü. yeşillikler içine gizlenmiş bir mücevher.
tam ortasından adanın otoyolu geçiyor ama olsun; trafik zaten öyle çok fazla değil. bu yolun üzerinde köyün ana meydanı var. bir köşedeki dört ağızlı çeşme köyün merkezi gibi. hemen arkasındaki kahvehanelerden birine oturup bütün gün çeşmeye gelip su içen, yüzünü yıkayan, pet şişesini dolduran çocukları, gençleri, büyükleri, akan suya uzanıp susuzluğunu gideren köpekleri izleyerek vakit geçirebilirsiniz.
kahvehane dediysem, buralarda içki ve aperatif yiyecekler de servis ediliyor. ayrıca; meydanın diğer tarafında çok güzel lokantalar var; her gece tıklım tıklım doluyor.
bir köşede de öyle bir pastane var ki, bütün mamülleri birbirinden lezzetli. biz dönüş sabahımızda buradan ıspanaklı-peynirli ve vanilya kremalı böreklerden alıp, kahvehanelerden birine oturduk; üzerimizde sarmaşıklar; çayımızı ve frappemizi de söyledik. büyük bir keyifti..
sahilin üst kısmında, dağlarda iki köy var: biri potamia, diğeri panaghia.
potamia doku olarak öyle çok görülesi bir köy değil, ama içinde, hemen kilisenin yanında -eskiden okul olarak kullanılan bina- yunanistan'ın en ünlü heykeltraşlarından birinin müzesi haline dönüştürülmüş: polygnotos vagis müzesi.
vagis taşoz-potamia doğumlu ama 11 yaşında yunanistan'dan ayrılmış, bütün eğitim hayatını ve yaşamını a.b.d'de geçirmiş, orada ünlenmiş, bütün önemli amerikan müzelerinde yapıtları olan bir heykeltraş. vasiyeti, kendisine ait heykellerin doğduğu thasos adasında bir müze yapılarak orada sergilenmesiymiş; yunan hükümeti de bu vasiyeti gerçekleştirmiş.
enfes bir müze. küçücük, iki katlı; zaten ne olacak, köy okulundan dönüştürülmüş. ancak içindeki yapıtlar birbirinden güzel. belki gezmek yarım saat ancak sürüyor ama yapıtların etkisi sizde uzun bir süre devam ediyor.
vagis'i taşoz'a gelmeden önce tanımıyordum; favori sanatçılarım arasına girdi; ilerde bir tarihte vakit bulursam, blogumda onunla ilgili daha geniş bir yazı paylaşmak istiyorum.
potamia'nın aksine panaghia tarihi evleri, dokusu, sakinleri ve hayatıyla tam bir tarihi rum köyü. yeşillikler içine gizlenmiş bir mücevher.
tam ortasından adanın otoyolu geçiyor ama olsun; trafik zaten öyle çok fazla değil. bu yolun üzerinde köyün ana meydanı var. bir köşedeki dört ağızlı çeşme köyün merkezi gibi. hemen arkasındaki kahvehanelerden birine oturup bütün gün çeşmeye gelip su içen, yüzünü yıkayan, pet şişesini dolduran çocukları, gençleri, büyükleri, akan suya uzanıp susuzluğunu gideren köpekleri izleyerek vakit geçirebilirsiniz.
kahvehane dediysem, buralarda içki ve aperatif yiyecekler de servis ediliyor. ayrıca; meydanın diğer tarafında çok güzel lokantalar var; her gece tıklım tıklım doluyor.
bir köşede de öyle bir pastane var ki, bütün mamülleri birbirinden lezzetli. biz dönüş sabahımızda buradan ıspanaklı-peynirli ve vanilya kremalı böreklerden alıp, kahvehanelerden birine oturduk; üzerimizde sarmaşıklar; çayımızı ve frappemizi de söyledik. büyük bir keyifti..
15 Ağustos 2015 Cumartesi
thasos/taşoz'da dört gün, 05: aliki ya da bir arkeolojik alanda denize girebilmek
aliki küçük bir yarımada; ana adaya ince bir toprak parçasıyla bağlanıyor; bağlantı noktasının iki tarafındaki koylardan denize girilebiliyor.
büyük koy
küçük koy
büyük olanda lokantalar, bir-iki pansiyon var, tekneler de buraya demirliyor; denizi kumlu. küçük koyda ise konaklama veya yeme-içme olanakları yok; deniz ise taş ve kayalık; dolayısıyla daha tenha.
aliki yarımadası'nın tamamı arkeolojik sit alanı; ücretsiz gezilebiliyor. çok güzel yürüyü şgüzergahı hazırlamışlar; yarımadadaki bütün kalıntılara uğruyor; hızlı gezilirse 40 dakika bitirilebilir; bana kalsa bütün bir gün.
burada yunan döneminden bizansa uzanan çeşitli kalıntılar var; m.ö. 7. yüzyıldan adak tapınakları, m.s. 5. yüzyıldan kiliseler ve..
evet bu "ve" çok önemli, çünkü herhalde dünya üzerinde bu "ve" sonra yazacağım işleve sahip bir arkeolojik sit alanı yok: denizin içinde mermer madeni, m.ö. 6. yy ile m.s. 6. yylar arasında, tam 12 yüzyıl boyunca kullanılmış..
çok geniş bir alana yayılmış bu madenin geniş bir kısmı da deniz seviyesinin hemen altında; kesilip de çıkarılmış parçaların izleri çok net bir şekilde görülebiliyor.
yarımadanın tepe noktasında bütün bu maden alanı ayaklar altında; muhteşem bir görüntü!
dahası; burada denize girmek, dalmak ve hatta mermerlerin üzerinde güneşlenmek serbest. burası dünyanın üzerindeki en keyifli yerlerden biri olsa gerek..
aliki'deki lokantalarda yemek yemediğimiz için, nasıllardır bilemiyorum, ancak birinin tabelasında aile işletmesi yazıyordu ve masalarda yemek yiyenler memnun gözüküyorlardı; aklım kalmadı değil..
biz aliki'den kuzeyde bir tavernada yemek yedik: taverna agorastos.
müge akgün'ün radikal'deki taşoz yazılarında bahsettiği bir lokantaydı; övüldüğü kadar memnun kalmadık..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)