1 Aralık 2010 Çarşamba

herşey biraz tesadüfen gelişti, planlamadan...


istanbul’dan ayrılmadan önce annem pina’nın mezarına tekrar gidecek misin diye sorduğunda; ocak’ta karlar altında gittiğimizde ne muhteşemdi ve tek defalıktı, herhalde gitmem, hem güz yaprakları da dökülmüştür, 10-15 gün önce olsaydı belki gibisinden bir cevap vermiştim.

wuppertal’in merkezine otobüsle 15 dakika, konakladığım barmen operası’nın yakınındaki otele yarım saat mesafedeki orman mezarlığına, geçen seferden hatırlıyordum, 611 numaralı otobüs gidiyordu. ne tesadüf; 611 otele 2 dakikalık uzaklıktaki duraktan geçiyormuş.

istanbul’a döneceğim pazar günü wuppertal’den duisburg’a geçecek, uçak saatine kadar lehmburck müzesini gezecektim. sabah 7.00’de uyandım, kahvaltımı yaptım.
saatime baktım, çok erkendi. birden karar verdim; bana "sweet mambo" ile iki muhteşem akşam yaşatmış pina’yı ziyaret etmeden wuppertal’den ayrılmamalıydım. durağa gittim.
yarım saatte bir geliyormuş otobüs, fazla bekletmedi.

waldfriedhof varresbeck’in kapısından girdiğimde saat 9’u biraz geçiyordu. hava buz gibiydi; çok hafif, minik minik kar tanecikleri geziniyordu havada. ortalıkta ise, köpeğini gezdirmeye çıkarmış yaşlı bir hanım dışında kimsecikler yoktu.

ocak ayında bellediğim karla kaplı patikayı bulmak sorun olmadı. tahmin ettiğim gibi, ağaçlarda yaprak kalmamıştı. ama tahmin edemediğim üzere, toprağın üstü bütünüyle güz yapraklarından kahverengi-kızıl bir örtüyle kaplıydı. ocak’taki karlı manzara ne kadar "pinavari"diyse, kurumuş yapraklardan örtü de pina’nın yapıtlarından çıkmış gibiydi. hayalkırıklığı ne kelime, büyülenmiştim.

mezara yaklaştım. küçük göl, upuzun ağaçlar, başındaki kaya, çiçekler. hepsi tanıdıktı.
gölün yanına, tam mezarın karşısına ahşap bir bank yerleştirilmişti yeni olarak. bankta oturunca pina’yla karşılıklı birbirini seyrediyor oluyordun; çok hoş, ince bir düşünceydi. tam da pina’ya yakışırcasına.

oturdum. kimse yoktu. sadece kuşlar.
kuşların kuru yapraklar üzerindeki en narin adımları bile sabahın sessizliğinde duyuluyordu. müthiş bir manzaranın (sanki bir pina bausch yapıtının) içerisinde, pina’yla karşılıklı öylece oturuyorduk.
birden uzaklardan sesler gelmeye başladı. başta anlamadım. biraz zaman geçince fark ettim ki, noel’in habercisi advent’in ilk sabahını, başlangıcını kutluyor kentin kiliseleri, çanlarıyla.

işte, pina yine yapmıştı yapacağını. sen misin, gitmem herhalde diyen, karlar altındakinden daha mı etkileyici olacak diye düşünen. öyle bir sürprizle, öyle bir tesadüfle karşılaşmıştım ki orada o anda, ayarlamaya kalksam, böylesini beceremezdim.

orada, pina’nın mezarının karşında, gölün kenarındaki ahşap bankta uzaktaki kentten gelen çan sesleri ve hemen yakınımdaki kuş cıvıltıları arasında dakikalarca oturdum.
neden sonra, yaşadığımın hayal olmadığını öncelikle kendime ispatlamak için o anları filme almayı akıl ettiğimde çanlar hala çalıyordu...

2 yorum:

  1. Size hayranlıkla şapka çıkarıyorum. Ayrıca bu yazı her şeyin ötesinde çok güzel bir kısa öykü olmuş.

    YanıtlaSil