23 Aralık 2010 Perşembe

oyun atölyesi'nin "macbeth"i hakkında


günümüz tiyatro yönetmenlerinin klasik oyunları, çok uzun oldukları gerekçesiyle budadıklarına sıklıkla rastlarız. sırf günümüz seyircisini sıkmamak, oyuncusunu “gereksiz yere” yormamak için klasik metinlerin kısaltılarak sahnelenmesi doğru mudur?
kısaltmalar bazen, yönetmenin oyundan çıkardığı yorumu ve iletmek istediği mesajı daha yoğun ve öz bir şekilde verebilmesiyle de gerekçelendirilir. belki çıkarılan kısımların oyunun anafikriyle doğrudan ilişkisi olmayabilir; ancak sadece ana olay örgüsünü koruyup, nerdeyse diğer bütün yan olayları ve karakterleri oyundan çıkarmak yazara ve metne saygısızlık değil midir? üç ciltlik “karamazof kardeşler” istenirse tek bir cilde indirgenebilir; bütün yan hikayelerinden arındırıldığında dostoyevski’nin “karamazof kardeşler”inden ne kalır geriye?

kemal aydoğan’ın yönetmenliğini yaptığı oyun atölyesi yapımı “macbeth” ara dahil iki saati biraz aşan bir sürede tamamlanıyor. bu “macbeth”te, shakespeare’in -bence- kaleme aldığı en hoş sahnelerden biri; kralın öldürüldüğü gecenin sabahında ısrarla çalan şato kapısını açmak için zar zor uyanan, akşamdan kalma, kırmızı burunlu, şişman kapıcının benzersiz monologu yok mesela. dördüncü perdede lady macduff ile oğlunun katledilmeden önceki namus-namussuzluk üzerine diyalogları da yok, hemen ardından gelen macduff ile malcolm’un kötülük üzerine konuştukları sahne de -sanırım- kısaltılmış. oyun atölyesi’nin “macbeth”i bayağı bir budanmış.

buna karşılık, kemal aydoğan doğudan (şamanizm), batıdan (angelus novus) ve ikisinin ortasındaki bu topraklardan (hrant dink) esinlenen figürler ve kavramlarla beslemiş yorumunu.
ön oyun niteliğindeki ilk sahnede; üstü gazete ile örtülü, siyah ayakkabılarının altı -ve birinin delik olduğu- gözükür şekilde yerde yatan fotoğrafıyla ülkemizin katledilenler/kayıplar tarihine geçmiş hrant dink’in, ve ayrıca ceylan önkol’un ve uğur kaymaz’ın ölmüş ruhlarının canlanıp cadılara dönüşmesi ilk akıl karışıklığını yaratıyor.
“macbeth”in cadıları kötücül yaratıklar değil miydi; hrant dink özdeşleşmesi nerden çıktı demenize kalmadan, anlıyorsunuz ki bunlar cadı değil şaman.

ne idüğü belirsiz, “bu kadar sakallı olmasalar kadın denebilecek yaratıklar” olan shakespeare’in cadıları kemal aydoğan’ın yorumunda şamanlara çevrilmiş; shakespeare’in kehanetle, kötülükle, intikamla uğraşan cadıları, en önemli özellikleri iyileştirici güçleri olan ve doğaüstü duyarlılıklara sahip şamanlarla bir tutulmuş. batı toplumlarında dışlanan -veya ötekileştirilen- cadılar, doğu toplumlarında baştacı edilen şamanlarla yer değiştirmiş.

oyunun ilk beş dakikasında gerçekleşen bu iki dönüştürmeyi, oyun devam ettikçe de yerli yerine oturtamadım.
zaten bu ikisiyle yetinilmeyip, ilerleyen dakikalarda bir çalım daha atılıyor seyirciye: şaman davullarının üzerine çizilmiş figüt ile daha sonra üç şaman sahnede olup biteni seyretmek üzere sahnenin gerisindeki yerlerine konumlandıklarında oluşturdukları figür walter benjamin’in yorumu ve paul klee’nin çizimiyle canlanan "angelus novus" figürü.
kehanet yetili cadılardan dönme; tanrılardan haber getiren, insanları iyileştiren şamanlar ile “yüzünü çevirdiği geçmişte gördüğü felaketlere müdahele edemeyip cennetten gelen ve adına “ilerleme” denen fırtınayla geleceğe sürüklenen tarih meleği” angelus’un ne ilişkisi var?
şamanlar tanrılardan haber getiriyorlar, insanları iyileştiriyorlar; cadılar gelecekten haber veriyorlar, kehanetlerde bulunuyorlar, insanları kötülüklere teşvik ediyorlar; “tarihin meleği” angelus novus ise geçmişi, geçmişte kalmış felaketleri görüyor, geleceğe müdahele edemiyor, sadece geleceğe doğru sürükleniyor.
bu iki -hatta üç- zıt olgu nasıl örtüşebilir ki! yoksa; örtüşerek bir bütün mü oluşturmaları, tamlaşmaları mı isteniyor? öylese; haksız yere katledilmiş hrant dink, ve dahası 14 yaşında, lice'nin bir köyünde hayvanları otlatırken karnına isabet eden patlayıcı sonucu ölen ceylan önkol ve 12 yaşında sayısız kurşunla öldürülen uğur kaymaz neresinde duruyorlar bu bütünün?

oyun hakkında internette rastladığım bir yazıda özdeş özbay “cadılar Shakespeare'in yaşadığı dönemde farklı düşünen, farklı davranan kişilerdi ve devlet ve kilise tarafından farklı olmaları nedeniyle yakılıyorlardı. Hrant'ın bu anlamda Türkiye'de farklı düşünen ve devletin resmi ideolojisine muhalefet eden kişiliği ve bunun sonucunda egemen medyada başlatılan bir cadı avı sonucu katledilmesi Shakespeare döneminin cadı avı ile benzerlik gösteriyor.” diye kurmuş bağlantıyı. iyi de kemal aydoğan’ın “macbeth”indekiler cadı değil ki şaman. [özder özbay'ın makalesi, hepsine katılmasam da, kemal aydoğan'ın "macbeth"i hakkında hiç bir yazıda rastlamadığım ilginç ve zihinaçıcı düşünceler içeriyor.]

kemal aydoğan, mimesis’teki söyleşisinde cadıların günümüzdeki karşılığını ararken “somut hali ile iktidar tarafından “kıyılmışlar”, politik cinayet mağdurları üzerinden gittik. Bunun da günümüzdeki karşılığı Hrant Dink diye düşündük. Birebir benzetme değil ama Hrant Dink’in kıyıldığı andaki fotoğrafını düşünün. Bir cadı gelir üzerinde gazete kapatılmış olan diğer iki cadıyı, iki şamanı kaldırır, canlandırır.Şamanların bir görevi de ölüleri öbür dünyaya taşımaktır ya. Oyunu seyrederler, baştan sona sahnededirler ve iktidara kendini gösterirler. İktidar hırsı, duygusu taşıyanlara küçük müdahalelerde bulunur. Zaten cadılar da “öldüreceksin” demezler, “kral olacaksın” derler. Ortada cinayete teşvik filan yoktur. Onlar sadece kötülüğü açığa çıkarır ve ortak kötümüzü gösterirler.” diye anlatıyor.

işin tuhafı; cadılar şaman olmuş ama kötülükleri baki.
sahnedeki olayları da sadece seyretmekle kalmıyorlar ki; kehanetleriyle yerleştirmiyorlar mı macbeth’in içine kötülük tohumunu. hadi, "“öldüreceksin” demediler, “kral olacaksın”" dediler ve aslında sadece “küçük müdahelelerde bulunan” varlıklar, o zaman neden kestanelerinden vermeyen kadının kaptan kocasının peşinden intikam almak için gittiklerini anlattıkları sahne çıkarılmamış, olduğu gibi duruyor.
sırf biri size kestane vermedi diye intikam peşine düşmüşseniz, “kötü” değil misinizdir! hadi kadın kestanesini vermedi, size de “defol cadı karı” dedi diye intikam peşindesiniz; o zaman macbeth’ten ne istiyorsunuz: oyunun sonunda macbeth’in ölü bedeninin üzerine attığınız kestanelerin anlamı ne? hrant dink’in, uğur kaymaz’ın, ceylan önkol’un intikamını mı almış oldunuz böylece; onlar intikam peşinde koşarlar mıydı!

eğer; genelgeçer algılayışın (resmi söylemin) aksine cadıları kötülükle özdeşleştirmeyip, aslında sadece ötekileştirildikleri için dışlanmış, horlanmış, ezilmiş varlıklar olarak yorumlamışsanız, hatta onları şamanlara dönüştürmüşseniz; o zaman kestaneli kadından intikam alma hikayesini de oyundan çıkarmanız gerekmez miydi. roman polanski’nin “macbeth” filminde olduğu gibi.

...

1.perde 3. sahne, banquo: “gördüğümüz şeyleri gördük mü gerçekten?
1.perde 3.sahne, macbeth: “insanın düşündükleri gördüklerinden daha korkunç olurmuş meğer.
4.perde 1.sahne, macbeth: “cadıları gördün mü?", lennox: “hayır, efendimiz.”, macbeth: “yanında geçmediler mi?” lennox: “hayır, geçmediler, efendimiz”, macbeth: “binip gittikleri yellere lanet! cadıya inananın canı cehenneme.”

kemal aydoğan’ın söyleşide ve program kitapçığında belirttiği gibi; şamanlar sadece “oyunu seyretme” ve “iktidar hırsı, duygusu taşıyanlara küçük müdahalelerde bulunma” görevi yüklenmişseler; dolayısıyla cinayetleri işleme kararını kendisi dışındaki bir kötülüğün etkisiyle değil, kendi içinden kaynaklanarak veren macbeth ise, ve; “insanoğlu (özellikle oğlu)”nun “yıkım, vahşet, erkeklik, iktidar ve çöküşün trajedisi” macbeth’in kişiliğinde cisimleşmişse; oyun bu yorumlara zemin hazırlayan -ama kemal aydoğan’ın kullanmadığı- ipuçları barındırıyor.

oyunda bir kaç defa gerçek ile tahayyül arasındaki belirsizlikten bahsolunuyor: macbeth -ve banquo- cadılarla ilk karşılaşmasının gerçek olup olmadığını sorgular; macbeth kralı öldürmeden önce hançer’in, banquo’yu öldürttükten sonraki şölende banquo’nun hayaletini görür, ya da “hayal eder”.
acaba iktidar hırsı ile gözü dönmüş macbeth, bilinçaltının oyununa mı gelmiştir; nasıl hançer ve banquo onun zihninde oluşan hayallerse, ona kehanetlerde bulunan cadılar da tahayyülden başka bir şey olmayabilir. belki de macbeth kendi tahayyüllerinin kurbanıdır; tek suçlu, tek gerçek kötü kendisidir; cadılar, hekate ve lady macbeth kendi yarattığı bahanelerdir; kötülüğü gerçekleştirirken mesuliyetten ve vicdan azabından kurtulmayı sağlayan.

yok, eğer oyunun önemli damarlarından biri olan gerçek-tahayyül üzerine gitmeyip, cadıları ve lady macbeth’i macbeth’in tahayyülü değil kendilerinden mesul karakterler olarak göreceksek, o zaman da: shakespeare’in “macbeth”inde cadıların bir de başı yok mu, kemal aydoğan’ın silip attığı: kader tanrıçası hekate.

1.perde 7.sahne, macbeth: “bir insana yaraşan her şeyi yapmaya varım. Ondan ötesini yaptım mı insan olmaktan çıkarım.

kemal aydoğan, broşürdeki yazısında vahşeti, kavgayı, savaşları “insanoğlu (özellikle oğlu)” ile özdeşleştiriyor, ve bu doğrultuda oyundaki çoğu dişil kötülükleri tırpanlıyor; üç cadıdan birini erkeğe dönüştürüyor, hekate’yi bütünüyle siliyor. oysa shakespeare’in “macbeth”inde kötülüğün, kehanetin, hırsın, ihtirasın cisimleşmiş hali değil midir dişiler: üç cadı, hekate ve lady macbeth.
cadıların kehanetleri ve lady macbeth’in hırsı, kararlılığı, gözüpekliği, korkusuzluğu ve soğukkanlılığı olmasa, istediği kadar macbeth’in içine tohumu düşürülmüş olsun kötülüğün, yeşermezdi ki, kururdu; çünkü shakespeare’in macbeth’i tereddüt içinde, korku içinde, zayıf ama tam da “insan” bir karakter; kaderini başkalarının anlattıklarında arıyor, kendi belirleyemiyor; korkuyu kendi başına yenemiyor.
lady macbeth ise nerdeyse insanüstü, güçlü, katı bir varlık; aynı -bütün zor ve dışlanmış koşullara rağmen yaşamlarını sürdürmeyi başaran- cadılar gibi.
bence “lady macbeth çıldırarak insan olduğunu, insanlığa doğru gittiğini göstermiyor”; lady macbeth iktidar hırsıyla o kadar yanıp tutuşuyor ki, sonunda bu aşırılık onu yiyip bitiriyor, yakıp yok ediyor.

içeriğe dair olarak, benim gibi sıradan -ama meraklı- bir seyirciye bütün bunları düşündürmüş olması açısından kemal aydoğan’ın “macbeth”ini önemsiyorum; 2010 türkiye’sinde bana düz bir “macbeth” yorumu seyrettirmediği; oyuna, tartışmaya imkan sağlayan açık uçlu müdahelelerde bulunduğu için.
ama yukarıda bahsettiğim dink-şaman-angelus çakıştırmalarının gereksiz yere zorlama olduğunu ve oyunun özündeki kavramları ve kemal aydoğan’ın -anlayabildiğim kadarıyla- derdini gereksiz yere komplike hale getirdiğini düşünüyorum. çünkü aydoğan’ın yorumu -en azından bende- ne shakespeare’in “macbeth”ine, ne de ülkemdeki faşist, baskıcı iklime dair yeni kapılar açtı.



“macbeth”e istanbul’un bu seneki güzünün nadir puslu, gri, ıslak bir gününde, geçtiğimiz pazar gittim. pek de mutluydum, tam “macbeth” seyretme havası diye. yağmura çamura soğuğa aldırmadan, üşenmeden kıta değiştirdim, oyun atölyesi’nin yolunu tuttum.
on yıldır yapımlarını -nerdeyse istinasız- beğenerek izlediğim kemal aydoğan-haluk bilginer-oyun atölyesi ekibinin, shakespeare’in en sevdiğim oyunu “macbeth”i sahneye koyduklarını öğrendiğimden beridir heyecanlıydım zaten.

salona girdiğimde, sahnede muhtemelen “oyun alanı” olacak olan kıpkırmızı bir dairenin ortasında kıvranarak ve inleyerek yatan adamı görünce heyecanım daha da arttı.
sahnede bütünüyle kafatasları, gazete parçaları ve siyah ayakkabılar üzerinde yükselen dairesel platform dışında hiçbir dekorun olmaması da, zamansız bir “macbeth” vaadi sunuyordu.

ancak salon ışıkları sönüp, sahne ışıkları yanınca ve oyun başlayınca bütün heyecanım ve beklentim yavaş yavaş hayal kırıklığına dönüştü.
yukarıda uzun uzun anlatmaya çalıştığım içeriğe dair soru işaretlerim bir yana;

.nerdeyse bütünüyle kapalı, gökgürültülü, gri bir atmosferde geçen, karaktelerin günün bile geceymiş gibi yaşandığını söyledikleri, durmadan geceye atıfta bulunulan bir oyunda bu kadar aydınlık, temiz ve parlak ışık kullanımı neden!
(1.perde 5. sahne, lady macbeth: “sen de gel ey karanlık gece; en kara cehennem dumanlarına sarın da gel…
2. perde 4. sahne, ross: “saate bakarsan gündüz şimdi: ama karanlığa boğulmuş göğün lambası, ya gecenin zaferi bu, ya da gün utanıyor doğmaktan. karanlıklar sarmış dünyamızın yüzünü, diri aydınlıklar öpecekken.
3.perde 2. sahne, macbeth: “gel ey gece, kirpikleri kavuşturan karanlık, bağla gözlerini yumuşak yürekli gündüzün…. gün soluyor karga çal kanat gidiyor kara ormana, …
3.perde 4. sahne, lady macbeth: “gece mi sabah mı belli değil”)

.oyun boyunca zemine çakılı iktidar simgesi kılıcı aydınlatan spotun arkadaki perdeye düşen aksi neden o kadar kaba ve belirgin! hem de, zaman zaman sahnenin en gerisindeki mizansenlerin görünürlüklerini engelleyecek kadar!
ışık başka bir açıdan (yukardan mesela) verilemez miydi?
kılıcın kendisinin aydınlatılması kadar, gölgesi de belirgin olsun isteniyorduysa, geniş bir dikdörtgen şablon yerine daha estetik (mesela kılıcın fizyonomisine uygun, uzun ince) bir şablon kullanılamaz mıydı?

.şamanların gölgelerinin ve 2. perdede macbeth’in gölgesinin sahneyi çevreleyen perdelere düşürülmesi iyi bir fikir (ışık tasarımı: irfan varlı) olmasına rağmen, neden başarılı ve “anlamlı” sonuçlar veremeyecek acemilikte uygulandı.

.şaman davullarını canlı çaldırarak çok hoş; doğal ve akustik bir ses yaratılmışken, neden oyunun diğer müzikleri banttan çalınıyor!
tiyatro müziği bestecisi olarak deneyimli; genellikle katkıda bulunduğu oyuna hizmet eden ve öne çıkmayan besteler yapan tolga çebi’nin bu seferki çalışması neden gereksiz yere abartılı (hollywood ürünü bir gerilim filmi izlemiyoruz ki), neden fazlaca sintizayzer kokuyor, ve neden duygusal sahnelerde (gereksiz yere iki kere tekrarlanan banquo-oğlu sahnesi) türk filmi kıvamındaydı!
neden konservatuardan bir arpist ve bir perküsyonist bulunmadı da, sahnenin kenarına oturtulup canlı müzik yaptırılmadı.

.kralın öldürüldüğü akşamın sabahında arka arkaya çalarak; macbeth ile lady macbeth’in işledikleri cinayetin hunharlığını vurgulayan, gerilimi arttıran ve yaklaşan “felaket”i haber veren çok önemli bir unsur olan “şato kapısının sesi” neden tok ve kuvvetli değil de, sahne arkasında bir tahtaya vuruluyormuş gibi sakildi!
hemen oyun arasından önceki bu sahnenin devamında kullanılan ve arada da devam eden çanlar ve davul vuruşlarından oluşan müzik bu kapı sahnesinden itibaren başlatılamaz mıydı!

.oyunda olayların geçtiği dönemin (günümüzden yaklaşık 500 yıl öncesi; shakespaere macbeth’i, kendi yaşadığı dönemden 100 yıl önce yaşanmış gerçek bir hikayeden esinlenerek yazmış) tek betimleyicisi olan kostümler neden bu kadar ucuz görünümlüydüler!
oyuncuların en küçük hareketlerinde tül gibi uçuşan incecik siyah kumaş kıyafetlerin sentetikliği (kralın pelerininde bu durum oldukça gözebatıyordu) ve derilerin sahteliği neden bu kadar barizdi!
oyun broşüründe kostüm tasarımcısının neden belirtilmemiş olduğunu da merak etmedim değil.

.oyunculukların, başroller dahil olmak üzere, neden bu kadar vasat olduğunu sormayacağım bile.



oyun atölyesi’nin “macbeth”ine dair bir-iki beğenimle bitiriyim:

.haluk bilginer’in çevirisi çok çok iyi. hem shakespeare’in şiirselliğini kaybetmiyor, hem güncel dili yakalıyor.
çeviri hanesinde sadece bilginer'in adı yazıyor, ancak oyun atölyesi'nin provalar sırasında günü gününe sitesinde yayınladığı (26 temmuz - 1 ekim arası) günlükten de takip edilebileceği üzere çeviri, içinde "sosyolog, tarihçi, ingiliz dilbilimci, oyuncu ve iki garson'un" bulunduğu geniş bir ekiple yapılan "beyin fırtınası"yla gerçekleştirilmiş. hepsine tebrikler.

.bengi günay’ın sahne tasarımı “macbeth”in ikinci büyük artısı.
oyun alanını; dünki, bugünki ve gelecekti bütün kötülük kurbanlarını temsil edercesine kurukafalar, buruşturulmuş gazeteler ve ayakkabılar üzerinde yükselen ve zamansal kısırdöngüyü simgeleyen dairesel bir platforma indirgemek çok basit ama bir o kadar da etkileyici bir yaklaşım.

.yuvarlak sahneyi macbeth'in "oyun alanı" olarak belirleyip, platform dışında sadece şamanları hareket ettirmesi; perde başlarında bütün oyuncuları topluca sahneye çıkarıp yuvarlak sahne etrafında yürüterek "oyun alanı"nı mizansenle de vurgulaması; şamanları/cadıları sahne gerisinde, siyah bir perde arkasında yüksek bir konuma yerleştirip bütün oyunu onlara "seyrettirmesi"; oyunun başında kıvranan-inleyen "haberci" ile oyunun sonunda öldürülen macbeth'i aynı konumda ve bedensel duruşta örtüştürmesi; bir iktidar ve vahşet simgesi olarak kılıç ögesini "macbeth"in vazgeçilmez kavramı olarak ayıklayıp bütün oyun boyunca sahnede var etmesi; ve son olarak: zorlama da bulsam, bütünüyle farklı ve yepyeni bir macbeth yorumu sunması açısından kemal aydoğan'ın düşünsel emeğinin de hakkını vermek lazım.

alıntılar: "macbeth", çeviren: sabahattin eyüboğlu, remzi kitabevi, 3.basım, 1984.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder