9 Aralık 2010 Perşembe

bazı -olağan- sesler


dot’un açtığı yoldan, boynuz kulağı geçer misali, sağlam adımlarla ilerleyen bir topluluk sıfırnoktaiki.
bir kere, çevirileri (özlem karadağ) daha iyi, daha doğal; daha türkçe; ağızda yabancı durmuyor, çeviri kokmuyor.
ikincisi; oyuncuları daha doğal; vurguları, tavırları, bakışları yapmacıksız, içten ve talimli; özenti kokmuyor.
üçüncüsü; belki şartlar öyle elverdiğindendir bilemem, yarattıkları mekanlarda ve “ortamlar”da mevcut fiziki durumun dezavantajını avantaja çevirmesini biliyorlar; doğallığını kullanıyorlar; tasarım kokmuyor.
ve bütün bu “amatörmüş gibi duran doğallıkların” içerisinde gittikçe profesyonelleşen yapımlar üretiyorlar.

...

sıfırnoktaiki’den bu sezon ilk olarak joe penhall’in “bazı sesler”ini izledim. yönetmeni, aynı zamanda sıfırnoktaiki’nin kurucularından sami berat marçalı.
“bazı sesler” gerek oyunculuk, gerek mekan kullanımı, gerek reji anlayışı olarak geçen sene izlediğim “açık saçık birkaç polaroid”in devamı niteliğinde, ancak ondan çok daha başarılı ve etkili bir sonuca ulaşılmış bu sefer. belki bunda “bazı sesler”in içerik olarak derdinin “polaroid”den daha evrensel olmasının da payı vardır.

sıfırnoktaiki, yeni mekanları ikinci kat’ta sahneledikleri “bazı sesler”de salonu uzunlamasına bölmüşler; dar uzun sahne mekanı sayesinde sahne-seyirci mesafesi minimuma inmiş. gerçi “polaroid”de de oyuncular burnumuzun dibindeydiler ama “bazı sesler”de neredeyse yan yanayız.

giriş-çıkış trafiği uzun dikdörtgenin iki ucundan gerçekleştiriliyor ve birbirini takip eden sahneler için bu girişler dönüşümlü olarak kullandırılarak daha dinamik, hızlı ve zaman zaman sürprizli bir kurgu sağlanmış.
uzunlamasına mekana aralıklarla yerleştirilen üç siyah yükseltinin sabit olması da, dekor değişimini sıfıra indirdiğinden, yine sahne aralarının/değişimlerinin kısalmasını sağlayarak kurgunun dinamikleşmesine yardımcı oluyor. bir anlamda, sinema kurgusu sağlanmış bu sayede. (sahne tasarımı: murat mahmutyazıcıoğlu)
örneğin, yine benzer mantıkla oluşturulmuş ancak parçaların hareketli olduğu “polaroid”de her sahne için parçalarının farklı şekilde bir araya getirilmeleri zaman ve ritim kaybı yaratıyordu.
masa, bank, yatak, tezgah gibi çok amaçlı kullanılan, birbirinin tıpatıp aynı üç yükseltinin siyah, minimal tasarımı ve önlerindeki mavi buzlu ışık yüzeyleri başta yadırgatsa da; ray’in abisinin dahil olmaya çalıştığı toplumsal sınıfın ve kapitalizmin göstergeleri olarak okununca anlam kazanıyorlar.
ve belki de en önemlisi; mevcut mekanın yüzeylerini oluşturan sıvası kazınmış kırmızı tuğla duvarın tekstürü, “bazı sesler”in ruhları deşilen karakterlerinin arızalı, yıkıntı dünyasına çok isabetli bir fon oluşturuyor. bu “eski, yıpranmış” fon ile “hip” tasarım örneği ultramodern yükseltilerin oluşturduğu karşıtlık, oyunun içeriğine dair, örneğin iki kardeş arasındaki gerilimleri yansıtması açısından da anlam taşıyor.

batı edebiyatı iki erkek kardeşin/erkek kardeşlerin hikayesini sayısız kere anlatmıştır.
farklı karakterdeki ağabey-kardeşin ebeveynlerini kaybettikten sonra başa çıkmaya çalıştıkları geçmişleri, anıları, şimdileri üzerine sayısız hikaye dinlemişsizdir. habil-kabil mitine dayanıyor olsa gerek bu gelenek/takıntı/hesaplaşma.
joe penhall’in “bazı sesler”i de benzer bir izlekten ilerliyor; ağabey pete mantığı, aklı, düzeni, “gerekliliği”; kardeş ray ise ruhu, duyguyu, kaosu, “geldiği gibi yaşamayı” temsil ediyor.
ray, akıl hastanesinden şartlı olarak çıkmasının ardından tutulduğu hamile laura’da, belki erken kaybettikleri annelerinin şefkatini, laura’nın karnındaki bebekteyse kendi saflığını arıyor. laura’nın belalı eski sevgilisinin varlığı, ray’in hem ümitsizliğe düşmesine hem de kendi çocukluk anılarından dolayı çocuklara duyduğu nefreti laura’nın karnındaki bebeğe yöneltmesine neden oluyor.

diğer karakterlerin ruhsal olarak kabaca düz bir çizgide ilerleyen serüvenlerine karşılık, oyunun tek inişli çıkışlı, çetrefil karakteri şizofren ray. bu açıdan bakıldığında; çok temiz bir iş çıkaran diğer oyuncuların hakkını yemeden, ray’i canlandıran ushan çakır’ın başarısını ayrı bir yere koymak lazım, çünkü çok zor bir işin altından kalkıyor; ray’in oyun boyunca farklı evrelerden geçen ruhsal sklasını nüanslara dikkat eden, mükemmel bir oyunculukla gözler önüne seriyor.
ray’in ağabeyi pete’i canlandıran tarkan çeper özellikle ikinci yarıda; genellikle oyuncuların sinirlenerek yüksek sesle bağırırken ağızlarından çıkan sözlerin anlaşılmazlaştığı zor sahnelerde hem karakterinin bütün öfkesini, çaresizliğini, şiddetini sesinde yansıtıyor hem de ağzından çıkan bütün sözcüklerin anlaşılırlıklarını kaybetmemelerini sağlıyor.

...


sweet mambo (fotoğraf: bo lahola)

sweet mambo (fotoğraf: jong-duk woo)

“bazı sesler”in ilk bakışta her biri bir şekilde arızalıymış gibi görünen karakterlerinin, biraz düşününce ve etrafımıza dikkatlice bakınca, aslında hiç de olağanüstü/dışı olmadıklarını fark etmek mümkün. oyunun metninde varolan ve rejiyle de altı çizilen çok basit ve temel tespitler insan doğasının çeşitli yüzlerini ortaya seriyor.

bu anlamda “bazı sesler”in iki sahnesi, 10 gün önce seyrettiğim bambaşka bir sahne yapıtıyla, pina bausch’un “sweet mambo”suyla o kadar paralel ki; bağlamlar ve teknikler değişse de, sanatçının derdi “insan” olunca yolların aynı kapıya çıktığını görmek şaşırtmıyor insanı.

düş ile kabus arasında salınırken kullandığı müzik parçalarında “küçük kuşların” sözü edilen, tül bir perdenin içinde tek başına dans eden kadın dansçının sırça bir kafesteki kuşa benzediği, erkeklerin tül perdelerin ardındaki çıplak kadınlara sarılmaya, kucaklarına başlarını koymaya çalıştıkları “sweet mambo” ile “bazı sesler”de ray ile laura’nın ilk yakınlaşmayı yaşadıkları o intim sahne o kadar aynı duyguyu anlatıyorlar ki.
ray'in kuşlarla konuştuğu rüyalarını kabus olarak nitelendirmesine laura şaşırıyor; kuşlarla konuşmanın güzel bir şey olduğunu söylemeye çalışıyor. hemen bu diyalogun ardından ray laura’nın karnındaki çocuğa dokunmak istiyor ve başını laura’nın karnına dayıyor; sarılıyorlar.
ikinci sahne: kadınlar için dört ayak üstünde yaylanarak yerde sürünen pina bausch’un koyu renk takım elbiseli erkek dansçıları gibi, takım elbiseli belalı eski sevgilinin de laura’ya sevgisini kanıtlamanın en direkt yolu yerlerde sürünmek!



“bazı sesler” beyoğlu’nun arka sokaklarından birinin içinde, ikinci katta; pencerelerinden başka pencerelerin, başka hayatların sürdüğü mekanların gözüktüğü; komşusu olduğu dar ve karanlık sokaktan müzik ve gürültü seslerinin geldiği; yani, tam da hayatın tüm doğallığının içerisinde konumlanmış bir salonda oynuyor.

aralık ayı boyunca salı-çarşamba akşamları izlenebilir. kaçırmamalı!
ancak "hayati" bir uyarı: önceden yer ayırtmadığınız takdirde kapıdan geri dönmeniz yüksek ihtimal.
benim başıma geldi, başkalarının gelmesin…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder