20 Eylül 2010 Pazartesi

tiflis yolunda...



















baharın daha yeni yeni kendini gösterdiği bir zamanda gezmiştim tiflis'i ilk. üç sene önceydi.
çok kısa kalmış, ama büyülenmiştim; bambaşka bir dünya gibi gelmişti bana. masal ülkesi gibi, ürkütücü tekinsiz bir diyar; peşmürde, kir pas içinde.. geçmişini, hafızasını yanında taşıyan bir diyar..

özellikle de eski tiflis değil de yeni tiflis'in tekinsiz bir hali vardı; sovyet zamanında inşa edilmiş toplu konut bloklarına, bağımsızlığın gelmesiyle birlikte yapılan ekler kontrolsüz özgürlüğün (belki de başıbozukluk demek mi lazım) nerelere kadar gidebileceğinin en net göstergesiydi. konutların ön ve arka cephelerine çelikten bir karkas inşa ediliyor; dileyen, gücü yettiği kadar evini öne ve arkaya genişletiyor; isteyen tuğlayla, isteyen ahşapla, isteyen demir levhalarla; badana boya hak getire!





üç sene önceki bu kısa gürcistan seyahati, aynı zamanda, bana yolculuklarımda yıllarca eşlik etmiş analog fotoğraf makinam canon eos 500 ile yaptığım son geziydi. teklemeye başlaması, tamir ettirdiğim halde ışık okuma sorununun devam etmesi, sadece o makinayla değil genel olarak fotoğraf çekmekten soğuttu beni; digital makinalara bir türlü ısınamadım, sıklıkla kullanıyor olsam da.
eos 500'ümün sorunlu olduğunu yukarıdaki tiflis fotoğralarına hakim olan kırmızı renkten hissetmek mümkün; fotoğraflarım, olduğundan daha karanlık daha koyu bir tiflis atmosferi çiziyorlar...

19 Eylül 2010 Pazar

dansplaformistanbul'da haftasonu


meg stuart'ın "off course"sunu, mihran tomasyan'lı, esra yurttut'lu ikinci vitrin gecesini iple çekerken, muhtemelen boğaziçi'nden gelen sinsi bir rüzgar öyle bir sersemletti ki beni, yatağa düşürmese de, önümüzdeki hafta başlayacak sekiz günlük tiflis seyahatimi tehlikeye atmamak için, dün akşamki dansplatformistanbul biletimi yakıp evde kös kös tavanı seyretmeyi seçmek zorunda kaldım.

halbuki bu haftasonu için sadece dans değil, başka şeylerle de dolu bir program yapmıştım kendime: uzun zamandır gezmek isteyip de gidemediğim ve ben tiflis'teyken bitecek sergiler ("tatar odası", "efsane istanbul", "japonya medya sanatları festivali"), vizyondan kalkması olası filmler (çılgın animasyon "çılgın hırsız", eski gözdem luc besson'dan "adele'nin olağanüstü maceraları", festivalde özellikle klasik müzik severlerin hayran olduğu "paris'te son konser")...
bir de bunların arasında, istiklal caddesi'nde yürür, milano dondurmacısından bir top koyu çikolatalı dondurma yerim diye hayal ediyordum. hiçbirini yapamadım.

neyse ki, iki gün evden çıkmayarak enerjimi topladım ve bu akşam dansplatformistanbul'daki uluslararası bale yıldızları gösterisine gidebildim.
aklım hala dünki gösterilerdeydi. günlerin köpüğü yazar diye boşuna bekledim; son yazısındaki haklı isyanı havlu atmasına neden olmuş olabilir. sanırım haksız da sayılmaz; zira bu akşam fuayede rastladığım, kentteki sanat olaylarının sıkı takipçisi arkadaşımdan aldığım yoruma göre dün akşam ne meg stuart'ın istanbul projesi ne de büyük sahnedeki işler heyecanvericiymiş; ayrıca program yine uzadıkça uzamış, gece 12'ye 20 kala bitmiş.
derin bir oh çektim.

beyhan murphy dansplatform'da bir akşamı klasik baleye ayırdıklarını söylemişti; bale yıldızlarının hangi topluluklardan geleceğini öğrenince, klasik baleye çoktandır ilgi duymasam da, "her şeyin iyisi seyredilmeye layıktır" mottosuyla bu akşama bilet almıştım.
programı elime alınca gördüğüm şey ise ben çok mutlu etti; 10 parçalık programın yarısından çoğu çağdaş koreografilerden oluşturulmuştu; tam da, iki gündür evde hapsolmuş bir dans meraklısına yapılacak sürprizdi bu!

şaka maka, bu akşam istanbul'da ilk defa bir wayne mcgregor yapıtı bile seyrettik.
kraliyet balesi dansçıları ilk yarıda; en iyi bildikleri koreografik geleneği oluşturan kraliyet balesinin duayen koreografı kenneth mcmillan'dan maalesef çok da iyi yorumlayamadıkları "manon"un "yatak odası düeti"ni dans ettikten sonra ikinci yarıda, son yılların adından en çok söz ettiren ve ödüllere boğulan ingiliz koreograf mcgregor'un "qualia"sıyla kendilerini affettirdiler.

paris operası'ndan agnes letestu ile jose martinez de, ilk yarıdaki "kuğu gölü" yorumundan ziyade william forsythe'ın "in the middle, somewhat elevated"ı ile öne çıktılar.
programın sonuna saklanmış, assolist muamelesi gören berlin staatsballett'in yıldızı polina semionova ve partneri dmitry semionov ise, evet iyiydiler, ama nefes kesici değildiler. belki crr'nin sahnesi dar gelmiştir. [peki, aynı sahneye haziran ayında 50 küsür japon dansçı (tokyo balesi) nasıl sığdı diye sormayın!!!]

bence gecenin yıldızları ise; hollanda ulusal balesi'nden michelle jimenez - jozef varga çifti ile programa bağımsız olarak (herhangi bir dans topluluğuna dahil olmadan) katılan drew jacoby - rubinald pronk çifti idi.
hollandalılar gösteriyi juanjo arques'in (tanımadığım bir koreograf) "in hidden waves"i ile açtılar. ikinci yarıdaki van mannen koreografisi "two" ile noktaladılar.
jacoby-pronk çifti ise, ikisini de tanımadığım iki koreografın, annabelle lopez ochoa'nın "one" ve leo mujik'in "b-sonata"sı ile resmen bizleri uçurdular; büyülediler.

18 Eylül 2010 Cumartesi

dansplatformistanbul'da vitrindekiler


dün akşam biraz daha barizdi, kendin çal kendin söyle muhabbeti; o kadar bizbizeyiz ki, program başlamadan önce karanlıkta biri öksürüyor, sonra bir diğeri, sonrakilerse güya espri mahiyetinde numaradan öksürüyorlar ve ardından gülüşmeler; ne "mutlu" bir dans camiasıyız, ve "eğlenme" tarzımız ne kadar spontane!
kendin çal kendin söyle; eh, sonunda da kendin alkışlıyorsun zaten; kendi kendini! herkes birbirinin arkadaşı, uzak yakın tanıdık, aşina; zaten bir avuç insan; sondaki "bravoo"ların, bitmesin diye uğraşılan alkışların kıymeti???

neyse ki dün akşam danslab akşamı kadar uzuuun sürmedi. yine de ilk yapıt, handan ergiydiren'in "keşke bir masada oturabilseydik"i bana hiç bitmeyecekmiş gibi geldi; neden bu kadar zorlanıyor, her akla gelen şey içinde olsun isteniyor, neden "ağır" olmak isteniyor??? güçlü bir yapıtın illa da "çok şey"den bahsetmesi gerekmez ki!
"less is more" diye bir motto var; tamam, mimari için söylenmiş ancak sanatın her dalına uygulamak mümkün; tek ve vurucu bir fikri sonuna kadar götürmek; o da olsun, bu da olsun, buna da kıyamam, o da kalsın dememek.
tabii, eğer vurucu tek bir fikriniz varsa!!!
aslında ergiydiren'in çalışmasında çok hoş koreografik ve teatral fikirler vardı, ama bunlar bütün içinde kayboldular, dağıldılar, anlamlarını yitirdiler gibi.
yoksa bu aralar ben mi kolay sıkılıyorum, kolay dağılıyorum...

alper marangoz'un "normal"i ise, evet belki biraz demode idi, ama yine de şu iki akşamdır seyrettiğim en seyredilebilir, kompakt ve kısa yapıttı.
tekniği ve komposizyonu güçlü, ışık tasarımı başarılı, crr'nin sahnesini ve boşluğunu dengeli kullanan; herşeyden önemlisi de fikrini dağıtmadan, zorlamadan, "sarkıtmadan" derli toplu anlatan bir çalışmaydı.

17 Eylül 2010 Cuma

dansplatformistanbul'un ikinci akşamı


cemal reşit rey konser salonu fuayesiyle, salonuyla tam bir şenlik, panayır yerine dönmüş.
crr'nin geniş fuayelerine platformlar serilmiş stüdyolar kurulmuş; oraya buraya masalar serpilmiş, broşürler dağıtılıyor; beyaz plastik tabelalar var gelişigüzel konmuş, son dakika duyuruları üstünkörü yazılmış; bir panoda atölye katılımcılarının listesi; alt yan fuayelerde atölyelerden kalan duvarlara bale-dans fotoğrafları asılmış, asılamayanlar yerde duvara yaslı duruyorlar.
salonda ise; herkes istediği yere oturmuş, "relax" bir hal var; toplasan 200-250 kişi etmez ama öyle boşluklu oturmuş ki insanlar, sanki salon dolu hissi veriyor.
bir rahatlık, bir rahatlık ki; sanki herkes bir şeyleri aşmış, öyle böyle değil yoğun bir faaliyet, üretim ve eğitim had safhada, kimsenin etrafı, düzeni görecek hali yok; "çok ama çok meşgul olmanın haklı dağınıklık hali".
umarım gerçekten öyledir; eğitici, sorgulayıcı, zihin açıcı bir etkinliktir düzenlenen.

ancak, sanki etrafta heyecanlı heyecanlı koşuşturan ince, uzun, saçları topuz, genç balerin adayları aynı heyecanla danslab programını takip etmediler dün akşam; gösteri sırasında kah çubuk kırakerlerinden yediler kah sahnede gerçekleşenlere anlam veremeyip aralarında gülüştüler, kah yüksek sesle fısıldaştılar; büyük ihtimalle sıkıldılar.
aslında pek de haksız sayılmazlardı.

deneysel çalışmalara ayrılmış "danslab" akşamındaki ilk yapıt gerçekten de sabır sınırlarını zorlayacak kadar deneyseldi. remdans ile slovenyalı matej kejzar'ın ortak üretimi olan "shut down" içinde çok güzel hareket cümleleri barındıran, ancak bunları -en azından benim için- anlamlı bir bütüne ulaştıramayan bir denemeydi.
aslında, bu deneysel çalışmalar için, bize dağıtılan kağıtlarda yazdığı üzere keşke "prömiyer" tanımı kullanılmayıp, "çalışma sürecinde" (work-in-progress) gibi bir şeyler denseymiş; laboratuarda deney hala devam ediyor manasında. o zaman, dansçıların bazı hareketlerdeki zorlanmalarını veya hareketlerin tamamlanmamışlıklarını gözardı edebilirdik.

gecenin ikinci yapıtı, istanbul dans tiyatrosu ile hollandalı bodies anonymous ortak üretimi "behold" ise deneysel bir ton barındırmıyordu bence. olsa olsa canlı doğaçlama müziği için "deneysel" denebilirdi.
din temasını sorgulayan koreografi ve sahne düzeni -her ne kadar "olamamış" olsalar da- "bitmiş"/"bitirilmiş" bir sahne yapıtının ciddiyetini taşıyordu kanımca.
giysilere ve sahnenin arkasında beceriksizce zaman zaman çekilip zaman zaman indirilen ağa fazlaca anlam yüklemiş gibiydi; maalesef ben gösteri boyunca o "olası" anlamlara da bir türlü vakıf olamadım.

şimdi önümüzde iki akşamlık "vitrin" programı var. yabancı ortakları olmayan türkiyeli koreografların işleri sergilenecek. umarım seyretmeye değecek...

"Bağımsız bir yargıç varsa, gezegenin en uzak yerinde bile olsa, umut kaybedilmemiştir."

"Sayıca çokuz ve büyümeye devam edeceğiz. Keyfiyete ve hoşgörüsüzlüğe karşı gerçek bir güç olacağız. Bazen bir evrensel adalet şekli, bazen bir savaşın kınanması, bazen doğayı bozan ve en zayıf olanları fakirleştiren başarısız ve kültürsüz küreselleşmeye karşı mücadele ederek, bazen diktatörlüklere karşı mücadele edip, ortak çalışma programları geliştirerek. Bazen de sınırların halkların itibarını bozmaması hakkını savunarak. Belki yakın bir gelecekte dünyadaki bütün "Guatanamolar"ı sonlandırabiliriz. Belki sonunda, Birleşmş Milletler'in görevi olan, uluslararası kuralların uygulanmasını talep etmesini sağlarız. Belki, her türlü insan hakkı ihlalini engelleyecek evrensel bir programa sahip oluruz. Belki, arkadaşlar, hep birlikte, cezasızlığı ortadan kaldırabilir ve gerçek "uluslararası adaleti" kurarız."
- Baltasar Garzon,
2010 Uluslararası Hrank Dink Ödülü sahibi İspanyol yargıç

16 Eylül 2010 Perşembe

fin de siècle polonyası'ndan ressamlar IV

19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başı leh ressamların gizemli, melankolik, izlenimci olduğu kadar ifadeci, zaman zaman grotesk zaman zaman cehennemvari dünyasını keşfimi yansıtan seriyi bir seçki ile bitiriyorum.



(władysław podkowiński, rozmowa, 1894)

(jan matejko, stanczyk, 1862)

(leon wyczolkowski, stanczyk, 1898)

(władysław podkowiński, cenaze marşı, 1894)


(aleksander gierymski, gece, 1872)


(ferdynand ruszczyc, yaşlı elma ağaçları, 1900)

(ferdynand ruszczyc, bir kış masalı, 1904)


(henryk szczygliński, krajobraz z wawelem, 1903)

(stanislaw wyspianski, sanatçının stüdyosundaki pencereden koiciuszka tepesinin görüntüsü, 1905)

(jozef pankiewicz, noktürn - geceleyin varşova'da ogrod saski'deki kuğular, 1894)

bu dünyayı daha yakından tanımak isteyenlere, şu bağlantıyı tavsiye ederim.

fin de siècle polonyası'ndan ressamlar III


varşova ulusal müzesi'nin; zamanın yükünü üzerinde taşıyan, ahşap parkelerinin gıcırtısı senfoni yaratan köhne salonlarında asılı birbirinden etkileyici tablolardan bir kısmı da konrad krzyżanowski'ye (1872-1922) ait.

ağırlıklı olarak portre çalışmaları sergileniyor; karanlığın içinden çıkan, siyah ve koyu kahverenginin baskın olduğu boşluklarda ışık almış suratlar. özellikle üstteki, sanatçının eşinin teyzesi peliaga witoslawska'nın izleyiciye kitlenmiş bakışının acı ile korku arasındaki ifadesi çok kuvvetli; unutulacak gibi değil.
bir de, buraya aldığım son tablo; tek bir mum ışığının aydınlattığı karanlıktaki gölgelerin hakim olduğu boş odadaki gizem ve gerilim elle tutulacak kadar bariz.

müzede peyzajları yoktu, internette araştırma yaparken denk geldim ve onlara da hayran kaldım. işte küçük bir seçki:















bu son iki resim maalesef çok kötü belgelenmişler; renkleri çok fazla açılmış, gizemli karanlık atmosferlerinden çok şey yitirmişler.
çıplak gözle gördüğümde beni mıknatıs gibi kendilerine çekecek kadar etkiledikleri için, buraya almadan edemedim. varşova'ya yolu düşenlere orijinallerini ziyaret etmelerini tavsiye ederim.



15 Eylül 2010 Çarşamba

fin de siècle polonyası'ndan ressamlar II


krakov'lu wojciech weiss'ın (1875-1950) iyi ile kötü, masumiyet ile günah, aşk ile ölüm arasında sallanan melankolik resimleri.

19. yüzyıl sonunda berlin'den krakov'a geri dönüp leh ekspresyonizmini tetikleyen yazar stanislaw przybyszewski'nin ["sanat hiç bir amaca hizmet etmez, kendi amacını barındırır; mutlaktır, mutlağın ifadesidir - ruhtur"] en ateşli müritlerinden weiss'ın insanın iç dünyasına, en gizli duygularına, en saklı içgüdülerine yaptığı yolculuk oldukça etkileyici.