23-24 ocak akşamlarında antwerp’te, sidi larbi cherkaoui’nin “myth” adlı gösterisini seyrettim. hem yaklaşan yaşgünüm için kendime verdiğim bir hediyeydi bu kaçamak, hem de 2008-2009 sezonunda “sidi larbi’nin izinde avrupa kentlerinde” olarak adlandırdığım yolculuğumun düsseldorf-“apocrifu” ve berlin-“sutra”dan sonraki üçüncü durağıydı. [antwerp-“myth” durağında bana paris’te yaşayan hayat-boyu-dostum burcu ve mükemmel eşi alexis de eşlik ettiler; antwerpen’de geçirdiğim zamanı benzersiz kıldılar.]
sidi larbi’nin peşine bu kadar takılınca, beni tanıyanlar “pina’nın pabucu dama mı atıldı” diye içlerinden geçiriyor olabilirler. kesinlikle değil. kaldı ki beni ikisine de hayran eden o kadar çok ortak özellikleri var ki; başta ikisinin de bütün yapıtlarına sinmiş koyu hüzün olmak üzere. ama sanki sidi larbi daha da derinimde bir yerlere dokunuyor.
“myth” sidi larbi cherkaoui’nin, doğduğu/yaşadığı antwerp’in şehir tiyatrosu olarak tanımlanabilecek toneelhuis’in bünyesine katıldığı 2007 yılında sahneye koyduğu ilk yapıt.
yedi yıl boyunca alain platel’in les ballets c. de la b. topluluğuyla çalışmış ve burada -“myth”in dahil olduğu inanç üçlemesinin ilki- “foi”yi sahnelemiş olan sidi larbi cherkaoui, 2010 yılının nisan ayında brüksel'de sahne ışıklarına çıkaracağı “babel” ile üçlemeyi tamamlayacak.
“myth”i nasıl anlatmalı bilemiyorum; sözler yetersiz kalıyor sanki. yine de deneyeceğim!
sidi larbi cherkaoui’den şimdiye kadar seyrettiğim yapıtlar ya az karakterliydi (“d’avant” : sidi larbi & 3 dansçı arkadaşı, “zero degrees” : sidi larbi & akram khan, “apocrifu” : sidi larbi & 2 dansçı arkadaşı) ya da -içeriği yoğun olsa da- hareket/dans örgüsü basitti, saflaştırılmıştı (“sutra” : sidi larbi & 16 şaolin keşişi).
“myth” bambaşka bir dokuya, atmosfere sahip; çok kompleks, karmaşık bir yapısı var, zira kurgusu da öyle. arasız süren 105 dakika boyunca sahnenin her bir m2’sinde bir şeyler olmakta; insan nereyi, kimi, neyi seyredeceğini şaşırıyor. seyircilerin bazıları bir şeylere gülerken, sizin baktığınız yerde gerçekleşenler hiç de komik değil halbuki. bir şeyleri kaçırıyorum hissine kolayca kapılabiliyorsunuz.
ilk akşam oturduğum yerin kapsayıcı görüş açısı sayesinde her şeyi –ama özellikle de teatral kurguyu- takip etmeye gayret ettim, ikinci akşam ise sadece koreografiye/danslara odaklandım. [genel olarak adet edindiğim, sevdiğim sanatçıların yapıtlarını iki kere izleme tercihim hiç bu kadar isabetli olmamıştı.]
toneelhuis’in internet sitesindeki oyun açıklamasında “myth”in kompozisyon tekniği hieronymus bosch ve pieter bruegel’in tablolarıyla kıyaslanmış. doğrusu haksız değiller. hele de bu ortaçağ ressamlarının flaman oldukları ve bruegel’in tablolarının sadece büyük şehirlerde değil antwerpen’deki birkaç müzede de sergilendiği göz önüne alındığında. [sidi larbi’nin bir ilkokul veya lise gezisinde bu müzelerdeki eserlerle karşılaşmış olma olsalığının çok yüksek olduğunu düşünüyorum. hatta antwerp’deki kraliyet güzel sanatlar müzesi’ni gezerken rastladığım bir rené magritte tablosunun “sutra”nın bilinçaltı esinlerinden biri olduğunu da iddia edebilirim. ilerde fırsat olur, sidi larbi ile röportaj yapabilirsem sormaya hazırlandığım birkaç sorudan biri bu bağlantının ihtimali olacak.]
“myth” bir kütüphanede geçiyor; ama ne kütüphane! nasıl bir sahne tasarımıdır bu! sidi larbi cherkaoui’nin wim van de cappelle ile birlikte tasarladığı dekor, dekor değil de, oyuncu, dansçı ve müzisyenlerin kendi evleri kadar köşe bucağını iyi bildikleri bir dünya sanki. bir sürü de detayla yüklü: kayan kitaplıklar, perdeler, açılan duvar kapakları, kendi ekseni etrafında dönen havalandırma mazgalları, kaybolan raflar, düştükçe yerine aynısı gelen kitaplar…
sahne tasarımının başka bir özelliği yukarda bahsettiğim parçalarından hiçbirinin elektronik olarak yönetilmemesi, tersine mekanik olarak çalışması; yani pür zanaat ürünü, el işçiliği harikası bir dekor ile karşı karşıyayız!
kütüphanenin bir de devasa iki kanatlı kapısı var. yapıtın başından itibaren açılması beklenen, içerdekilerin dışarı çıkmak istedikleri ama bir türlü kimsenin kımıldatmayı beceremediği. taa ki yapıtın sonunda, elindeki iki upuzun sopayı omuzunda ve sırtında farklı düzenlemelerle biraraya getirerek haç figürünün soyutlamasını yapan dansçının (bir hacı mı, mesih mi, yoksa beklenen godot mu bu sembol yüklü figür) kapıyı açıp içeri girmesine kadar.
neden kütüphane; mitlerin kaynaklarını ancak orada bulabileceğimiz için mi?
insanlığın inanç sisteminin kökenini oluşturan mitlerin izlerini sürmek için kütüphane kadar biçilmiş kaftan başka bir mekan olabilir mi! hele de zeminde amiens katedralindeki labirent döşeliyken*, kütüphanenin raflarında ciltler dolusu kitaplar kadar “vanitas”** sembolü hayvan ve insan kuru kafaları dururken, hele de bir köşede sandalyede oturan iskelet baştan sona bütün olaylara tanıklık ederken…
ayrıca; 4 alt bölüme ayrılan gösterinin her bölümü dante’den da vinci’ye, henry miller’dan çin atasözlerine uzanan bir yelpazede hayatın aydınlık ve karanlık taraflarına dair alıntılarla başlıklandırılmış. [bu başlıklar orijinal dillerinde ve ardından flamanca olarak devasa kapının lentosuna yansıtılıyor. henry miller ve lord lytton’unkileri ingilizcelerinden anlamak mümkün oldu, ancak çin atasözüyle dante ve da vinci alıntılarına oyun sırasında yabancı kaldık. bu yazıyı hazırlarken yaptığım araştırma sayesinde çin atasözünün almancasına ulaşabildim: “beklemeyi göze alana, zaman kapılarını açar.”]
sonradan programı okuyunca bu kütüphanenin aslında araf olduğunu öğreniyoruz. istanbul’a dönüp de üçlemenin ilk parçası “foi”yi tekrar kayıttan izleyince, “foi”deki korugan/sığınağın dünyayı temsil ettiğini fark ediyorum. hatta, “foi”nin başında ölmüş olan, ve eser boyunca neden ölmüş oldukları bize anlatılan insanların, aslında “myth”in kütüphanemsi arafında bekleyenlerin ta kendisi olduklarını idrak ediyorum. “foi”deki dünya’da krem renkli kıyafetleriyle dolaşan melekler/cinler, “myth”teki araf’ta siyah kostümlü gölgelere dönüşüyorlar. bu, hem dramaturjik hem de koreografik açıdan dahiyane bir fikir.
dramaturjik açıdan öyle, çünkü gölgeler sayesinde insanoğlunun/insankızının halet-i ruhiyesini daha iyi anlatma şansı buluyor sidi larbi; insanın ortama, yere, duruma göre değişen ruh halini etrafını saran iyi ve kötü cinlerle betimleyebiliyor.
koreografik açıdan ise; her eserinde bedenin zemin ile kurduğu ilişkiyi sorgulayan, sadece ayaklar üzerinde değil, bedenin bütün parçaları üzerinde de durulabileceğini ve bedenin zemin ile temasının koreografa farklı bir hareket düzeni tasarlama imkanı vereceğini düşünen sidi larbi için yürüyen, kızan, sıçrayan, hapşıran insanların zemine akseden gölgelerini dansçılara oynatması mükemmel bir buluş.
perde kalktığında, sahnenin sadece insanların bulunduğu çeperi aydınlıkken, ortada kalan karanlıktaki alana kütüphanenin raflarından, aralıklardan, mazgallardan, kapaklardan sürünerek sızan siyah kostümlü cinleri görünce insanın aklına ilk gelen hayao miyazaki’nin “spirited away/ruhların kaçısı” filminin atmosferi oluyor. [internet sayfasındaki oyun açıklamasında osamu tekuza’nın mangalarından bahsedilmiş.]
ilerleyen sahnelerde, ortalık efsanelerle desteklenen garip yaratıklar galerisine dönüşünce (uzun siyah saçlı ve salkım saçak tüyleriyle "kemiksiz" kötü ruh, geniş beyaz eteği paylaşan sarışın yapışık ikizler, dev boyutlardaki beyaz etekli kadın, yeraltının bekçisi üç başlı köpek, ejderhayı öldüren aziz george, vampirler, gargoylar,…), miyazaki filmlerinin ihtiva ettiği ilginç karakterler atmosferi de kuvvetleniyor kanımca. [sidi larbi’ye sormak istediğim sorulardan bir diğeri.]
üçlemenin ilk halkası “foi”, “myth” ile karşılaştıralamayacak (hatta sidi larbi’nin yapıtı olamayacak) kadar sert, keskin ve çıplak. belli ki o dönemki ortağı/akıl hocası alain platel’in bayağı bir etkisi olmuş “foi” üzerinde. aslında, “myth”in de öyle çok masum olduğu söylenemez.
bana göre sidi larbi’nin en önemli meziyeti çok ağır ve zor konuları çok hafif, basit, yumuşak bir dille anlatabilmesi olsa da “myth”te öyle bir sahne var ki, iki akşamda da seyirciden ilk anda bariz olumsuz tepki aldı; down sendromlu iki oyuncudan biri, abartılı jestlerle öne çıkan drag quenn tarafından “aptalsın, çünkü…”, “çirkinsin, çünkü…, “annen de o kadar çirkindi ki…” gibi uzun bir monolog ile hakarete uğradı. her bir cümlede seyirciden gittikçe artan “bu kadar da olmaz” anlamında tepkiler yükseldi. [bu iki down sendromlu oyuncuyla uzun zamandır birlikte çalışan, hatta sadece zihinsel engelli oyunculardan oluşan theater stap için, 2002 yılından beri sahnelenen “ook” adlı oyunu hazırlayan sidi larbi’den, onları bu kadar açıkça aşağılayan bir reji beklenemezdi.] zaten hemen ilerleyen sahnede drag quenn’in bu sefer ayna karşısına geçip kendi çocukluğuna, anne ile babasıyla olan ilişkisine ve giderek te kendine dair sarf ettiği sözler, kızgınlığının özellikle o down sendromlu oyuncuya yöneltilmediği (ama bu sayede seyirci üzerindeki etkisinin arttırıldığı – başka bir dahiyane buluş!), asıl anlatılmak istenenin kişinin çocukluğunda yaşadıklarından kaynaklanan nefretin varabileceği noktayı göstermek olduğu anlaşıldı.
eserin sonunda gelen mesihin ondan şefkat, anlayış, kucak bekleyen herkese istediğini vermiş ve bütün cemaati sonuna kadar açtığı kollarıyla sararak yavaş yavaş kapının dışına çıkarmış olmasına rağmen (bu sahnenin koreografisi mükemmeldi), bir tek travesti ne şefkat ne de kurtarılmak istedi ve kapı kapandıktan sonra mesih ile birlikte arafta geriye bir tek o kaldı. ve bir de, perde kapanmadan hemen önce fark edilen mesihin gittikçe uzayan gölgesi.
ışıklar sönerken bir sürü başka soru işaretinin yanısıra “gölgesi olduğuna göre nasıl bir mesihti ki bu” sorusuyla da başbaşa kalıyor seyirci; hatta, başa çıkmak zorunda kalıyor!
bakalım bu huzursuz insanlar, ruhlar, cinler ve gölgeler “babel”de neye dönüşecekler, nereye düşecekler; cennete mi cehenneme mi?
“myth”in kadrosu 21 kişiden oluşuyordu: 5 oyuncu, 9 dansçı ve 7 müzisyen.
tipik bir sidi larbi yapıtında olduğu gibi yeri geliyor müzisyenler dans ediyor, yeri geliyor dansçılar şarkı söylüyorlardı.
oyuncu ve dansçıların hepsi birbirinden iyiydi. yine de dansçılardan, sidi larbi ile uzun yıllardır birlikte çalışan damien jalet (sesini de çok etkileyici bir şekilde kullanan bu dansçı sidi larbi’yi ortaçağ müzikleriyle tanıştıran kişi aynı zamanda) ve siyah saçaklı “kemiksiz” yaratıkta christine leboutte, oyunculardan ise, drag quenn darryl e. woods ve kızıl saçlı fettan kadın ulrika kinn svensson muhteşemdiler.
neredeyse her gösterisinde ortaçağ müziklerine yer veren, bu müziklerin icrasında uzmanlaşmış gruplarla (capilla flamenca, a filetta, sarband ensemble) çalışan sidi larbi’nin bu seferki çalışma arkadaşları ünlü italyan araştırmacı ve şarkıcı patrizia bovi ve topluluğu micrologus’tu. müziğin çok önemli yer tuttuğu her sidi larbi eseri gibi "myth"te de müzisyenler kusursuzdular.
2007 haziranında antwerp’teki çağdaş de singel binasında prömiyer yapmış olan “myth”in yolculuğu, 1.5 yıl boyunca almanya’dan kanada’ya ingiltere’den fransa’ya dünyanın belli başlı sahnelerine uğradıktan sonra geçtiğimiz haftasonu yine antwerp’te, ama bu sefer, bütün ahşap sahne sistemi ve görkemli seyirci salonuyla 1830 yılından günümüze kalmış olan muhteşem tiyatro binası bourla’da gerçekleşen üç gösteri ile son buldu.
“foi” ve “myth”i kaçıranlar için tek temenni “babel” çıktıktan sonra üçlemenin tamamının birbirini takip eden akşamlarda sahnelenmesi olur herhalde. umalım…
* ortaçağda inşa edilen fransız katedrallerinin zeminine, kudüs’e veya compostela’ya gidemeyenler için tinsel hac yolculuğu vazifesi gören labirentler döşemek bir gelenekti.
** latincede “hiçlik” anlamına gelen vanitas, ölümün kaçınılmazlığı, dünyevi başarı ve hazların geçiciliğini vurgulayan ve özellikle flaman ressamlar tarafından 16. yüzyılda geliştirilmiş bir natürmont türüdür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder