11 Mart 2025 Salı

on soruluk sohbetler 119: christos papadopoulos

mycelium'u alkışlarken
tanz im august, berliner festspiele, 29.08.2024 
(fotoğraf: mehmet kerem özel)

Yunanistan çağdaş dans alanında son 20 yılda önemli yaratıcılar çıkardı ve çıkarmaya devam ediyor. 80’lerin ikinci yarısından itibaren Atina’da bir squad’da sergilediği işlerle tanınıp, 2004 Atina Olimpiyat Oyunları açılış ve kapanış törenlerindeki olağanüstü tasarımcılığıyla zirve yapan, ardından gelen sahne yapıtlarıyla da niteliğini düşürmeden seyircileri büyülemeye devam eden Dimitris Papaioannou bu isimlerin başında geliyor. Papaionanou’nun yanısıra, dans eğitimi alan ve 2004 yılından itibaren koreografiler yapmaya başlayan Ioannis Mandafounis geçtiğimiz sezondan beridir, William Forysthe’ın olgunlaştırdığı Dresden Frankfurt Dans Topluluğu’nun başında; iki yıl önce İstanbul’da da bir yapıtını seyretme şansına erdiğimiz Euripides Laskaridis grotesk ile pop olanı kendine has üslubuyla harmanladığı, ses ve malzeme kullanımının öne çıktığı işleriyle Şili’den Finlandinya’ya, Uzakdoğu’dan Londra’ya dünyayı dolaşmakta; yine dansçı-koreograf Andonis Foniadakis bir yandan 2003 yılında Lyon’da kurduğu kendi topluluğu Apotosoma ile gösteriler sahnelerken, bir yandan da Ballett Theater Basel’den MaggioDanza’ya, Hannover Ballet’ten Sydney Dance Company’ye, Bale da Cidade of Sao Paulo Brazil’den Cedar Lake Contemporary Ballet’e birçok uluslararası topluluğun kendisine ısmarladığı yapıtları üretmekte.

Christos Papadopoulos da son on yıldır yaptığı üretimlerle, adından söz ettiren Yunan koreograflar arasına girdi. Amsterdam'da SNDO'da (School for New Dance Development) dans ve koreografi, Yunanistan Ulusal Tiyatrosu Drama Okulu'nda tiyatro ve Atina'da Siyasal Bilimler eğitimi alan Papadopoulos, kendi dans topluluğu LEON KAI LYKOS (ASLAN VE KURT) bünyesinde ürettiği ve Yunanistan'da büyük beğeni toplayan ilk çalışmaları Opus ve Elvedon ile Aerowaves 2016 ve 2018 seçkilerinde yer aldı. Onassis Stegi tarafından sipariş edilen ve Théâtre de la Ville, Paris ve Le Lieu Unique, Nantes tarafından ortak yapımcılığı üstlenilen ION (2018) ve yine uluslararası bir ortak yapım olan Larsen C (2021) ile şimdiden Avrupa çapında 25'ten fazla mekân ve festivale çağrılan Papadopoulos, 2023 yılında başka dans toplulukları için de yapıtlar üretmeye başladı. 2023’te Dance On Ensemble için Mellowing ve Lyon Opera Balesi için Mycelium bunların ilk ikisiydi. 2024 Eylül sonunda dünya prömiyerini yapan Ties Unseen ise Papadopoulos’un, dünyanın en prestijli çağdaş dans topluluklarından biri sayılan NDT 1 için hazırladığı bir yapıt.

Papadopoulos’un Mayıs 2025'te Onassis Stegi’nin ortak yapımcılığında sahneleyeceği yeni yapıtının dünya prömiyeri heyecanla beklenirken, müjdeli bir haber geldi; 9 Şubat 2025’te Londra’da Sadler's Wells’te gerçekleşen gala akşamında Rose Uluslararası Dans Ödülü’nün ilkini almaya hak kazandığı açıklandı. Herhangi bir tarzdaki yeni dans yapıtları için iki yılda bir verilmeye başlanan ve adı için Rose ismini seçen anonim bir kişinin, dünyada dansın Kabe’lerinden biri sayılan Sadler's Wells'e yaptığı cömert bir bağışla mümkün olan bu ödülün verilme süreci oldukça uzun: Dünyanın yedi kıtasından direktör, sanatçı, yapımcı ve yazarlardan oluşan 14 aday göstericinin Ekim 2021 ile Şubat 2023 tarihleri arasında prömiyer yapan dans yapıtları arasından değerlendirmeye alınmak üzere belirlediği uzun liste, altı seçiciden oluşan uluslararası bir jüri tarafından elendi ve bu yapıtlar Şubat 2025’in ilk günlerinde Sadler’s Wells’te canlı olarak icra edildi. An Untitled Love (Kyle Abraham), Carcaça (Marco da Silva Ferreira), Larsen C (Christos Papadopoulos) ve Encantado (Lia Rodrigues) adlı yapıtların finalist olduğu süreçte, kazananı Birleşik Krallık merkezli beş jüri üyesi belirledi.

Papadopoulos’un yapıtlarına geri dönersek; Mycelium’u geçtiğimiz yaz sonunda Berlin’de, uluslararası dans festivali Tanz im August kapsamında, Ties Unseen’i ise, NDT 1’in Jiri Kylian ve Hofesh Schechter’in birer yapıtını da içeren Architecture of the Invisible başlıklı 2024-2025 sezonunun ilk programının Lahey’deki gösteriminin çevrimiçi naklen yayınında seyrettim. Papadopoulos ile söyleşimize geçmeden önce bu yapıtlar hakkındaki izlenimlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Papadopoulos gerek Mycelium’da gerekse de Ties Unseen’de, birlikte çalıştığı dans topluluklarının geniş kadrolarından yararlanmış; ilkini 20, ikincisini 16 dansçı için tasarlamış. İki yapıt da karanlık sahnede müziğin ritmik vuruşlarının derinden gelişiyle başlıyor. Mycelium’da önce bir dansçıyı fark ediyoruz; dansçı bize bakarak ve bedenini ve kollarını yavaşça hareket ettirerek ilerliyor, geriye, yana gidiyor; ama çok yavaş bir şekilde. Bir zaman sonra ona yandan bir dansçı ekleniyor, sonra diğer yandan ikinci bir dansçı, derken ikisi üçü aynı anda yanlardan arka arkaya sahneye giriyorlar ve sahnede bir kalabalık oluşuyor. Ties Unseen’de ise sahne yavaş yavaş aydınlandıkça 16 dansçının hepsini dağınık bir şekilde karşımızda görüyoruz.
İki yapıtın kostümleri (ilkininkinin tasarımı Angelos Mentis’e, ikincisininki Marie Gerstenberger’e ait) aynı mantığa göre tasarlanmışlar; bütün dansçılar çok küçük farklılıklarla bir örnek giydirilmişler, kıyafetler koyu renkte, üst kısımları boyun seviyesine kadar geliyor ve sadece kolları açıkta bırakıyor. Dolayısıyla bedenlerde yüzler/başlar, kollar ve eller ön plana çıkartılmış. Papadopoulos’un koreografilerinde de zaten bu üç öğe; başlar, kollar ve eller ön planda.
Dansçıların bedenleri, sanki içlerinde küçük bir top bedenin sınırlarına çarpıp yön değiştirerek ilerliyormuşcasına, kırılarak hareket ediyorlar ama esas vurgu baş ve kollarda. Kollar suyun altında sakin bir akıntıya kapılmış uzun yosunlar gibi veya rüzgara, sakin bir melteme maruz kalmış sazlar gibi kıvrılıyor, sallanıyorlar. Sahnede bu şekilde; yani benzer kıyafetler içinde, benzer hareketleri, benzer vurgu ve hızda, ama unison olarak yapmayan 16-20 figür özellikle kollara odaklanmış bir koreografiyle hareket edince müthiş bir etki ortaya çıkarıyor. Bu figürler bazen toplanıp bir araya geliyorlar, sıkışıp geriye doğru açılan bir üçgen oluşturan bir küme olarak hareket ediyorlar; aralarından çoğu, fark edilmesi çok zor manevralarla teker teker üçgenin en önüne geçiyor, bazen dörtlü beşli alt gruplar bütünden ayrılıyor, bazen bütün alt gruplar bir anda başka yönlere savruluyorlar, aralarından bazıları birleşiyor, bazıları iyice uzaklaşıyor, sonra tekrar bir araya geliyorlar. Karşımızda büzülen, genişleyen, sıkılaşan, şekil değiştiren, dağılan, parçalara ayrılan, yeniden birleşen bir organizma var.
Mycelium’da Eliza Alexandropoulou imzalı ışık tasarımının özellikle dansçıların ayaklarını karanlıkta bırakması, hafifçe havada süzülüyorlarmış gibi olma efekti yaratıyor. Bu halleriyle, güneş batarken şehir semalarında dans eden sığırcık sürülerini ya da okyanusun karanlık derinliğinde ilerleyen denizanalarını andırıyorlar. Alexandropoulou Ties Unseen’de ise sahne boyu kadar uzun, farklı canlılıkta ışık çizgilerini sahne derinliğince ileri geri hareket ettirerek bu çizgilerin dansçıların bedenlerini yalamasını sağlamış, bu sayede yine farklı, garip, oryantasyonu belirsizleştiren bir etki yaratmış.
Papadopoulos’un koreografilerinin seyirciyi büyüleyen, giderek de hipnotize eden bir etkileri var. Yalın, minimal hareket dizilerine sahipler, ama bunlar az farklılıklarla büyük bir kalabalık tarafından icra edildiğinde seyredeni huşu içinde bırakıyorlar; en azından ben böyle bir hissi deneyimledim.

Şimdi sözü, hem kendisini daha yakından tanımak için hem de NDT ve Lyon Opera Balesi ile yaptığı çalışmalar hakkında bilgi almak için Papadopoulos’a bırakıyoruz.

Sizce performansın özü nedir?
Benim için performans tamamen hayali bir peyzaj yaratmakla ilgili. Bir performansta en önemli şey onu kişiselleştirebilmek. Benim için güzellik, sahne tasarımı, estetik, gerilim vb. gibi şeyler hiç önemli değil. Performansta önemli olan, onu, derinlemesine kişisel bir şeyi ortaya çıkarmak için kullanmak. Dolayısıyla bana göre kişisel sanat en değerli ve iletişimsel olan. Hâlâ bazen performanslarımı seyreden biri bana kendi düşündüğüm bir şeyi söylediğinde şaşırıyor ve mutlu oluyorum. Bu, kişisel bir şeyi aktarmayı başardığım anlamına geliyor. Yani benim için performans bir pencere. Birinin ruhunun ve hayal gücünün içini görmenin bir yolu.

Sanatın dönüştürücü gücüne inanıyor musunuz? İnanıyorsanız, nasıl olduğunu düşünüyorsunuz? 
Sanatın uzun vadede bir şeyleri dönüştürme, eğitme ve değiştirme gücüne sahip olduğuna inanıyorum. Ve şu anda oldukça ciddi siyasi ve küresel zorluklarla karşı karşıyayız. Bazen sanatın daha fazlasını yapabileceğini düşünüyorum. Örneğin Filistin ve Rusya'daki savaşı ele alalım. Şu anda dünyada devam eden pek çok zor durum var. Ve bazen sanatın üzerine düşeni yaptığını söyleyebiliriz, ancak bazen elinizde daha fazlası varken bunun yeterli olmadığını hissediyorum. Bence bu duruma daha sert ve daha fazla müdahil olmamız gerekiyor. Genel olarak sanatın en etkili silahımız olduğuna inanıyorum. Ancak, politik olarak daha fazlasını yapmamız gerektiğini hissediyorum.

Bir yapıt üzerinde çalışırken, hangi kaynaklar size ilham veriyor? Yapıtlarınızda rüyalar rol oynuyor mu?
Yaratmaya başladığımda, genellikle çok belirsiz bir fikrim, geçici bir hissim veya anlaşılması zor bir konseptim oluyor, ancak henüz tam olarak şekillenmemiş oluyor. İlham kaynağımın genellikle doğadan geldiğini görüyorum. Küçük bir köyde büyüdüm, bu yüzden çocukluğumun çoğunu dağlarda, bitkileri, ormanı ve kuşların gökyüzünde nasıl uçtuğunu izleyerek geçirdim. Doğanın benim için önemli bir ilham kaynağı olduğuna inanıyorum. Ama asıl ilginç bulduğum şey aslında kuşların hareketleri değil, bu sistemler içinde birbirleriyle nasıl iletişim kurdukları ve etkileşime girdikleri. Devasa kuş sürülerinin nasıl bu kadar hassas bir şekilde iletişim kurabildiğine hayret ediyorum. Benim daha çok ilgilendiğim; bireylerin sosyal bir yapıya nasıl uyum sağlayabildiği ve bu yapı içinde nasıl iletişim kurabildiği, anlaşabildiği ve işlev görebildiği. Yani bireylerin bir yandan sosyal bir grubun parçası olurken bir yandan da kimliklerini nasıl koruyabildikleri. Bu, genel olarak çalışmalarımın kilit parçası; her zaman üzerinde çalıştığım bir şey. Uyum içinde olmak ne anlama geliyor? Senkronize olmak ne anlama geliyor? Senkronize olmak bir ordunun parçası olduğumuz anlamına mı gelir yoksa kişiliğimizi ve itiraz etme ya da evet veya hayır deme hakkımızı koruyabileceğimiz anlamına mı gelir? Rüyaların ilham kaynağımda gerçekten büyük bir rol oynayıp oynamadığını bilmiyorum. Rüyalar evrimin bir parçası ve çocukluk yıllarımız pek çok rüyayı tetikliyor. Yani bir bağlantı olduğunu düşünüyorum ama doğrudan bir bağlantı olup olmadığından emin değilim. Hiçbir zaman bir rüya görüp, o rüyadan bir performans için fikir edinmedim.

Sanatınızı etkilediğini düşündüğünüz sanatçı ya da kişi var mı? Ve eğer böyle bir sanatçı ya da kişi varsa, kim?
Müzikte Steve Reich ve Philip Glass gibi bestecilerin yer aldığı minimalizm akımına ilgi duyuyorum ve bu akımdan etkilendim. Sinema açısından Tarkovsky, zamanın geçişine duyduğu güven ve seyircinin filme gerçekten bakmasına, gözlemlemesine ve onunla etkileşime geçmesine izin verme yeteneği nedeniyle benim için büyük bir etki ve ilham kaynağı. Béla Tarr'ın sinema alanındaki çalışmalarından da bahsetmek isterim. Béla Tarr'ın The Turin Horse (Torino Atı) filminden gerçekten ilham aldım çünkü anlatıyı geliştirmek için zamanı kullanması çok ilginç. Bir başka örnek de Virginia Woolf'un Dalgalar romanı. Neredeyse hiç bölüm ya da paragraf içermeyecek şekilde yapılandırılmış. Büyük bir beyin fırtınası. Dolayısıyla, zaman kavramıyla oynayan sanatçılardan ve bir fikrin tekrar ve yineleme yoluyla nasıl geliştirilip evrimleştirilebileceğinden ilham alıyorum. Bu tür yapıtları gerçekten faydalı ve ilham verici buluyorum. Ayrıca klasik halk müziğinin işleyiş şekillerini de gerçekten ilham verici buluyorum.

Söyleşinin tamamını okumak için tıklayın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder