Topluluğun üst düzey kalitesine 13 ve 15 Şubat 2025 akşamlarında kendi şehrinde, kendi sahnesinde, Göteborg’daki Opera Binası’nda iki ayrı akşamda sahnelediği üç yapıtla; ilkinde Yoann Bourgeois’nın We Loved Each Other So Much (2024) ile Crystal Pite’ın Solo Echo (2012), ikincisinde Alexander Ekman’ın Hammer’ı (2022) ile tanık oldum.
We Loved Each Other So Much
Yoann Bourgeois son yıllarda, dans ile akrobasi/sirk disiplinlerini ustaca harmanlayan koreograflar arasında önde gelen isimlerden biri. GöteborgsOperans Danskompani’de geçtiğimiz sezon prömiyer yapan ve hemen bu sezon tekrar programa alınan We Loved Each Other So Much, Bourgeois’nın iki açıdan, yani koreografi ve sahne tasarımı açısından, kullandığı/tasarladığı “malzeme”yi yenilediği, müthiş heyecan verici bir yapıt. Bourgeois koreografik malzeme olarak, akrobasi ile dans arakesitinde ilerlediği kendi ana izleğini kaybetmeden, dövüş sanatlarından ödünç aldığı hareketlerle kelime dağarcığını zenginleştirmiş. Bu, Bourgeois’nın sahne tasarımı malzemesi olarak da yeni bir malzeme kullanmasını beraberinde getirmiş. Özellikle dövüş sanatlarından ödünç aldığı hareketleri hem güvenli hem de uç noktasına taşıyacak seviyede kullanabilmek için, sahne zemininde dans alanı kadar büyüklükte serili ve kalın bir yaylı-döşeme kullanmış. Bu döşeme dansçıların, hareketlerini ivmelendirerek çoğalttığı gibi, zemine sakınmasızca düşmelerine veya çarpmalarına imkan sağlıyor. Bu da, özünde adrenalin seviyesini tavana çıkarmaya odaklanmış bu yapıtı fazlasıyla amacına ulaştırıyor.
17 dansçı, yaklaşık yarım saat boyunca Félix Lajkó’nun enerjik müziğinin eşlik ettiği, kasırgamsı bir döngünün içinde bazen ikili, bazen topluca, bazen küçük gruplar halinde, bazen fırtınanın çeperinde bazen tam ortasındaki sakin alanda, önce eğlenceli bir oyun gibi başlayan ve gittikçe kaotik bir kavgayla dönüşen, dinamik ve coşkulu bir mücadeleye girişiyorlar. Dans cümleleri müthiş hızlı bir şekilde ve aralarında nokta olmadan, akıcı bir süreklilikle icra ediliyor. Sahnedeki yoğun enerji ve coşku hiç diniyor ve seyirciyi de o girdabın içine çekiyor.
We Loved Each Other So Much bariz bir anlatı içermese de, hayal meyal bir aşk hikayesinin izlerini barındırıyor. Yapıt seyirciye bir anlatıdan çok, müthiş coşku dolu bir duyguyu aktarıyor ve seyirciyi de o duygunun içine dahil ediyor. Bu, zıpkın gibi hızlı başlayan ve bir an bile yoğunluğu azalmadan süren, adrenalini yükselten, dinamik bir enerjinin duygusu.
Bu zıpkın gibi başlangıçtan önce Leonard Cohen’den, ilk defa 1998’de yayınladığı ancak zaman içinde değiştirdiği versiyonunun kendisi tarafından yapılmış ses kaydının ölümünden sonra oğlu tarafından 2019’da kamuyla paylaşıldığı The Goal şiirini dinliyoruz.
Yaşamı bir arayış olarak gören Cohen, hayat felsefesinde yenilgiyi kucaklama, başarısızlığı ve ölümü kabullenme ve ardından da onaylama gerekliliğinden bahseder, mutsuzluğun bunları yapmıyor olmaktan kaynaklandığını tespit eder. Cohen bu şiirinde de; her şeyi yaşamış, görmüş geçirmiş ve ölmek üzere olan bir adamın, kendi için belirlediği her hedefi gerçekleştirdiği, yapabileceği her şeyi yaptığı ama bunun onu tatmin veya mutlu etmediği, ona esas huzur veren şeyin ise tüm bunlardan vazgeçmek olduğunu söylüyor; ve hayattaki nihai hedefin kişinin ulaşamayacağı bir yerde olduğunun farkına varılmasının yanı sıra, takip edilecek kimsenin ve öğretilecek hiçbir şeyin de olmadığına dikkat çekiyor. Bu durum, şiir boyunca işlenen varoluşsal temaların altını çizerek, mutluluk ya da tatminin ulaşılması zor doğasını yansıtıyor.
İçerdiği teslimiyet fikri ile birlikte bu epilog benzeri başlangıcı; ardından gelen hengame, koşturma, mücadelenin hızıyla başımız dönüp, yüreğimiz hoplayıp, ona kendimizi kaptırıp etkisini altına girsek de, unutmazsak ve bu sözleri hatırlarsak We Loved Each Other So Much’taki silik aşk hikayesi daha da anlamlı hale geliyor. Ama diğer yandan da bütün bu uğraş, insanın sevdiğini kaybetmemek adına, ve ömrü boyunca kurtulamayacağı terk edilme travmasına ve umutsuzluğa karşı verdiği çetin bir mücadele aslında. Belki de bu yüzden yapıt, bütün dansçıların hepsinin yapıt boyuncaki koşuşturmaları sonucunda yerde baygın yatmasıyla son buluyor. Ardından hepsi yavaşça ayağa kalkıp sahneyi terk ediyorlar. Ancak bir dansçı tereddüt edip, geride kalıyor ve aniden tekrar tam hız koşmaya başlıyor. Sanki, pes etmiyor...
Solo Echo
Aynı akşamın ikinci gösterisi, bu sefer aynı mücadeleyi aşırı coşkulu ve dışavurumcu bir şekilde değil, daha sakin ve içe dönük bir şekilde ifadeye döken lirik bir yapıt: Crystal Pite’ın ilk olarak NDT (Nederlands Dance Theater) 1 için 2012 yılında tasarladığı Solo Echo.
Pite aynı, müziğini oda müziği parçalarından (Brahms’ın iki ayrı viyolonsel-piyano sonatından birer bölüm) seçmesi gibi, yedi kişilik kadrosuyla da küçük ölçekli, oda ölçeğinde bir yapıt ortaya koymuş. Ancak Solo Echo, gerek koreografisi gerekse de senografisiyle (sahne tasarımı: Jay Gower Taylor, ışık tasarımı: Tom Visser) etkisi oldukça yüksek, adeta küçük bir başyapıt niteliğinde.
Bu yapıt için Mark Strand'ın Lines for Winter şiirinden esinlenen Pite, Brahms’ın melankolik ve içkin müziğinin de yardımıyla, bize insan-oğlu/kızının ölümle bitecek son yolculuğunun duygusal atmosferini betimliyor. Pite Solo Echo’da, sadece ay ışığının aydınlattığı bir gecenin soğuğunda, karla kaplı bir peyzajda yapayalnız ilerlemekte olan bir yolcunun iç dünyasındaki çalkantıları, tereddütleri, çatışmaları, özlemleri “yankılandırarak” tablolara dönüştürüyor.
Hammer
Topluluktan Göteborg’daki ikinci akşamımda İsveçli koreograf Alexander Ekman’ın Hammer (2022) adlı yapıtını seyrettim. Müziğinin altında besteci Mikael Karlsson’un imzası bulunan, koreografi dışında sahneleme, sahne ve ışık tasarımlarını da Ekman’ın yaptığı Hammer, kayıtlarından seyrettiğim diğer Ekman yapıtlarından sonra beni şaşırtmadı ama başka bir açıdan, bu kadar eğlenceli ve gösterişli bir yapıtın bir o kadar da günümüze dair derin bir sosyal sorgulama ve eleştiri içerebileceğini göstererek, Ekman’a hayran kalmamı sağladı.
Hammer’ın hikayesi insanlığın, birbirinin aynısı bir kalabalıktan imaj odaklı ve kendini beğenmiş bir bireyselleşmeye dönüşümünü anlatıyor. Alçak bir duvarla sınırlandırılmış ve bütün sahneyi kaplayan devasa oyun alanının içerisinde hepsi ten rengi iç çamaşırlar giymiş olan dansçılar aynı hareketleri unison şekilde yaparlar, ortam ruhsuz ve biteviyedir, taa ki sahneye yandan, frapan ve turuncu renkli elbise giyen bir kadın dansçı, ayaklarıyla çarptığı duvarı da yıkarak girinceye kadar. Ardından sahnedeki diğer dansçılar, teker veya ikişer üçer sahne dışına çıkıp, birbirinden farklı ve “tasarım" kıyafetlerle tekrar sahneye dönerlerken, her seferinde alçak sınır duvarına çarparak gedikler açarlar. Sonunda duvardan iz kalmamış; dansçılar kendilerine özgü kıyafetler içinde, kendilerine özgü hareketleri icra etmektedirler. Duvarı oluşturan tuğlalar da elden ele taşınarak oyun alanı dışına çıkarılır.
Başta çoğulculuk ve çeşitlilik gibi duran ve kısıtlamaları yıkarak sahneyi görsel ve duyusal bir cennete çeviren bu bireysellik durumu zamanla çığırında çıkar. O kadar ki, bir süre sonra dansçılar aşkın bir coşkuyla seyirci koltuklarının kolluklarına, arkalıklarına basarak, etraflarındaki seyircilerin uzandıkları ellerinden güç alarak parterdeki seyircilerin arasına yayılırlar. Dansçılar koltukların kolluklarına bastıkları için ayaktadırlar; her biri, seyirci denizinin içinde bir fener, bir odak noktasıdır. “İlgi odakları”, yakınlarındaki seyircilerden telefonlarını çıkarıp onların fotoğraflarını çekmelerini isterler, hatta bunu onlara emreder gibi sert bir tonla söyleyenleri de vardır içlerinde. Durum bir anda odakların kendilerini sundukları ve giderek fenomenleştikleri günümüz sosyal medya ortamının bir benzerine dönüşür. Dansçıların talebine, anında ve istemsizce akıllı telefonlarını çıkarıp fotoğraf-video çekmeye başlayarak cevap veren seyirci halinden memnundur, mutludur, eğlenmektedir, ama bir yandan da Ekman'ın kurduğu tuzağa düşmüş olduğunun farkında mıdır? Ekman çok usta ve hınzır bir mizansenle seyirciyi, günümüzün tüketim toplumunun ürettiği ben-merkezci ortamı yeniden yaratmaya alet etmiştir. 2016 yılında İstanbul’da sahnelenen Milo Rau'nun Nefret Radyosu'nda; soykırımı gerçekleştirmeye gidenleri havaya sokmak için radyodan çalınan ritmik müziğe, DJ’in seyirciye dönük coşturucu hareketleriyle, oturduğu yerden tempo tutarak ve kollarını kaldırarak dans edenlerin düştüğü tuzağı fark etmiş ve kendimi tutmuştum, ama Hammer'in bu sekansında telefonumu çıkarmaktan ve etrafımdaki cazibe dolu ortamın videosunu çekmekten kendimi alamadım. Hatta bununla kalmayıp, o sırada yaptığım kayıtları sonradan İnstagram hesabımdan paylaştım.
Balkonlarda oturan seyirciler bu sekansta aşağıya, partere baktıklarında "15 dakika için ünlü olma", "kendini gösterme/satma"ya çalışarak dünyada var olma derdinde olanlar ile onların bu isteğinin gerçekleşmesini sağlayanlara, bir arada tanık oldular. Böylece seyirci Ekman tarafından yapıtın bir parçası, anlamı kuran başat öğelerinden biri haline getirilmiş oldu.
İkinci yarıda perde açıldığında ise seyirciyi bambaşka bir atmosfer; birinci bölümün tam zıddında bir sahne düzeni, kostüm tasarımı ve hareket dili bekliyordu. İlk yarının ortalarındaki cennetsilik, sonralarına doğru acılaştığı durumla, ikinci yarıda önce dekadan ve yozlaşmış, sonra da depresif bir hal aldı.
Ekman, yaklaşık 40'ar dakika süren iki bölümden oluşan Hammer ile, sivridilli ama aynı zamanda eğlenceli ve had safhada mizahi bir şekilde günümüz toplumunun içine düştüğü imaj bataklığını mükemmelen ortaya sermiş oldu. Bu açıdan Ekman’ın, yine İsveçli bir sanatçının, Cannes’dan iki kere Altın Palmiye ödülü ile dönmüş olan film yönetmeni Ruben Östlund’un ruh-ikizi olduğunu düşünüyorum.
Hammer’de GöteborgsOperans Danskompani'nin 38 dansçıdan oluşan bütün kadrosu sahnedeydi. Her biri üst düzey yapabilirliğe sahip, nitelikli dansçıları sahnede, icra ettikleri gösteriden keyif aldıkları çok aşikar şekilde seyrediyor olmak, seyircilerinde keyfini ve seyrettikleri gösteriden aldıkları hazzı arttıran bir unsur. Hammer bu yüzden olsa gerek, 2022 Ekim’indeki prömiyerinden beridir topluluğun seyirci tarafından en sevilen gösterisi haline gelmiş durumda. Benim seyrettiğim kapalı gişe gösterimde de Göteborg seyircisinin heyecanı ve hayranlığı belli oluyordu.
Hammer ilk defa Göteborg dışına turneye çıkacak. Ne şanslıyız ki turne kapsamındaki iki şehirden biri İstanbul. Ardından Barselona var. Dünyada Göteborglulardan sonra Hammer’i ilk defa seyretme şansını kaçırmamanızı öneririm. Böylece, şimdiye kadar bahsetmemiş olduğum ama yapıta adını vermesi açısından önem arz eden çekicin ne zaman devreye girdiğini ve ne anlam ifade ettiğini öğrenmiş de olursunuz.
[Yazıdaki bütün görseller Mehmet Kerem Özel'e aittir.]
[Yazının tamamını okumak için tıklayın.]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder