9 Temmuz 2021 Cuma

geçtiğimiz günlerde hayatımın üç evresinden üç benzersiz sanatçı arka arkaya ayrıldı dünyadan...

tarihte geriye giderek;


2002'de sevgili arkadaşım burcu'nun yanına paris'e gitmiştim bir aylığına. gibert & joseph diye bir dükkan vardır paris'te; kırtasiyeden okul kitaplarına, cd-dvd'lerden edebiyata bir çok şey satar, her bir bölümü de ayrı ayrı binalardadır, ama hepsi saint-michel bulvarı etrafındadır. sadece yeni şeyler satmaz, ikinci el de vardır ve o yıllarda ikinci el malları çok ucuzdu. (paris'e sonraki gidişlerimde artık ikinci el malları da pahalılanmıştı) her hafta vaktimin bir kısmını cd dükkanının derinliklerinde geçirir, tanımadığım müzisyenlerin albümlerini bulur, dener, alırdım. angelique ionatos'la da o vesileyle karşılaştım, "d'un bleu tres noir" albümüyle... 

burcu'nun montorgeuil'deki aşırı küçük çatı katında, istanbul'dan getirdiğim taşınabilir cd-çalarımda aldığım her albümü bir an önce dinler, beğenmezsem ertesi gün gider iade ederdim. burcu çoğu albüme burun kıvırırdı, ama ionatos'u o da çok beğenmişti. 2002 haziran ayı'nın albümüydü "d'un bleu tres noir".

sonradan ionatos'un bütün eski-yeni albümlerini edindim, etrafımdakilere tanıtım, sevdirdim. hatta o aralar arkadaşlık ettiğim birisi o kadar sevdi ki, yıllar sonra sırf onu canlı dinlemek için avrupa'da konserine bile gitti. bana kısmet olamadı ionatos'u canlı dinlemek, içimde utke kaldı...




efsanevi duduk ustası djivan gasparyan'ı ise ne mutlu ki canlı dinleme/seyretme şansına erdim. 2001 yılının 1 ağustos'unda harbiye açıkhava tiyatrosu'nda, erkan oğur'la birlikte verdiği konserde. 

hayatımın unutulmazları arasında o konser, harbiye açıkhava'daki bir çok benzersiz konser gibi, ve tabii ki oğur ile gasparyan'ın aynı yıl çıkan "fuad" albümü de... bu vesileyle hasan saltık'u da anmadan olmaz; kalan müzik bu toprakların kültürünün ortaya çıkarılmasında ve çağdaş üretimlerin yapılmasında benzersiz bir yere sahiptir...

pina bausch'un istanbul esinli yapıtı "nefes"te de gasparyan'ın ezgileri vardır; michael brook ile yaptığı "black rock" albümünden "immigrant's song"...

gasparyan'ı 2001'de canlı seyrettim ama onun hayatıma girişi 1990'ların başında oldu. maalesef çok da mutlu bir şekilde değil. 
üniversitenin ilk yıllarında her ders için ayrı ayrı verilen çizim ödevlerini yetiştirmek için sabahlarken, gecelerimi o günlerde gerçekleşen körfez savaşı'nın, türkiye'nin ilk özel televizyonu star'daki haberlerinde kullanılan fon müziği, peter gabriel'in "passion" isimli albümü kaplardı. ve tabii ki gasparyan'ın benzersiz duduğu müziğin başrolündeydi.
"passion" martin scorsese'nin 1988 tarihli "the last temptation of christ" adlı filminin müziğidir ve o filmi 1989'da istanbul sinema günleri'nde istiklal caddesi'ni saran yobaz protestocuların arasında polisin açtığı koridordan emek sineması'na girerek, sanırım yaklaşık iki saat geç başlayan bir seansta seyretmiştim. ama protestolar dışarda bağrış-çığrış devam ederken yüreğim atarak seyrettiğim filmden ve müziğinden hiç bir şey anlamamış olmalıyım...



hatırası çocukluğumda kalan raffaella carra ise sanırım hayatımda dansa ilgimi başlatan iki figürden biriydi; diğeri ise nurhan damcıoğlu. ne ilginç di mi, tam da bu coğrafyada bir araya gelebilecek bir karışım: bir yüzü doğuya, diğeri batıya bakan romalı tanrı janus'un torunlarıyız...

70'li yılların ikinci yarısında siyah-beyaz trt'de, yanılmıyorsam cumartesi akşamları yayınlanan italyan şovlarının tartışmasız yıldızıydı carra; enfes dans ederdi, başını, saçlarına da ivme kazandırarak bir arkaya atışı vardı, çok havalıydı. aşağıda paylaştığım, adriano celentano ile birlikte yaptıkları şov hala hafızamda...  


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder