28 Şubat 2013 Perşembe

happy happy together / ilyas odman



yanyanalar; birinin bedeni diğerinin önünde. birbirlerine, parmaklara takılan yüzüklerle değil kulaklara takılan küpelerle bağlılar. küpelerin izin verdiği mesafede uzaklaşarak hareket edebiliyorlar; baş ve bacak hareketlerinden oluşan diziyi eşzamanlı bir şekilde üst üste tekrar ediyorlar. zamanla, aynı hareketleri yapmak rutine girince; biri sıkılınca, dikkati başka bir yere kayıyor; ters yöne, dışarıya, başkasına bakıyor. diğeri birinin dikkatinin kaydığını fark edince; gerilim oluşuyor, uyum bozuluyor. bedeni arkada kalan, gözü “dışarıda” olmayan diğerinin hakimiyetiyle her seferinde baştan başlıyorlar; ve her seferinde bir süre sonra ilişkiyi sekteye uğratan biri oluyor. biri kollanan, diğeri kollayan; biri hırçın, şımarık ve fütursuz; diğeri talepkar, kızgın ve çaresiz. biri için ilişki zamanla mekanikleşiyor; aynı hareketlerin tekrarına dönüyor; sıkıcı hale geliyor. diğeri için ise bu mekanik birliktelik sonsuza kadar sürebilir.

ikisinin de ağzında, dudaklarının kenarında düştü düşecek birer sigara; yanmamış. an geliyor diğeri düşürüyor, biri arka cebinden paket çıkarıp içinden bir sigara alıyor ve diğerinin dudaklarının arasına yerleştiriyor. diğeri üzerini aranıyor telaşla, yakmak için sigarayı; çakmağını bulamıyor.

an geliyor diğeri sinirleniyor sigarasını ağzından fırlatıyor; vurmaya başlıyor birine; biri korunmaya çalıştıkça diğeri daha sert vuruyor; aldatılmasının hıncını çıkarıyor sanki.

diğeri kravatını çıkarıyor; kavga sırasında birinin de kravatı çıkıyor; ilk düğmeler açılıyor; yumrukları yiyen dağılmış. diğeri bir tarak çıkarıp birinin saçını tarıyor, ya da biri baş hareketleriyle diğerinin elinde duran tarağın saçlarından geçmesini sağlıyor.
artık konumlar değişmiş; diğeri önde, biri arkada; baştaki hareketlerin aynısını yapıyorlar; mekanın çok gerilerinde bir yerlerde; sanki zamanda da gerideler.

caetano veloso’nun yumuşacık sesinden la paloma şarkısı çalmaya başlıyor; biri ile diğeri sevişiyorlar sanki.

gömleklerini yavaş yavaş önce düğmelerini açıp omuzlarından çıkarıyorlar, gömleklerin kolları birbirine dolanır şekilde çıkarıyorlar; yere seriyorlar, sevişme sonrası bir çarşaf gibi.

ve filmlerde her sevişme sonrasında olduğu gibi; diğeri sigara çıkarıyor, çakmak aranıyor, bulamıyor yine. biri arka cebinden çakmak çıkarıp yakıyor diğerinin sigarasını, diğeri ilk nefesi alıp birine veriyor, kendi bir sigara daha alıyor, yakıyor; ağızlarında sigaralarla dumanlar içindeler.

üstleri çıplak, diğerinin ayakları birinin ayaklarının üzerinde, birbirlerine sarılmış şekilde birkaç adım atıyorlar. birinin gözleri kapalı, uzanıyor diğerini dudaklarından öpüyor ve dönüp arkasını çıkıp gidiyor mekandan. diğeri kısa bir tereddüt anından sonra başka bir yönden terk ediyor mekanı.

...
ilyas odman’ın tasarladığı ve çağlar yiğitoğulları ile birlikte sunduğu fiziksel tiyatro “happy happy together”ın 16 ocak-22 şubat arasındaki istanbul temsillerinin ikisini izledim; ilk akşamı ve sondan bir evvelkini.
aşağı yukarı, bazısı önce bazısı sonra, yukarda anlattıklarım gerçekleşti sahnede. ilk akşamki kurgu sanırım biraz daha karmaşıktı; inişler çıkışlar, önceler sonralar daha çoktu. hatta bu haliyle, gösterinin esinlenildiği wong kar wai’nin “happy together” filmindeki siyahbeyaz-renkli görüntü farklılıklarının zamandaki ileri-geri oynamalara denk gelmesine benzer bir kurgunun yaratılmış olduğunu düşünmüştüm.

son seyredişimde olay dizgesi daha çizgiseldi, düzdü; tansiyonunu yitirmiş gibiydi: iki kişi uzun süre bir birliktelik yaşadılar, kavga ettiler, seviştiler, sigaralarını yakıp içtiler, ve ayrıldılar.

iki akşamda da performansçıların yüz ifadeleri bana fazla geldi; hele de sadece gözleriyle harikalar yaratabiliyorlarken.
ilk akşam küpelerin durmadan kulaklardan çıkması belli ki istenen bir şey değildi, ama o bile tekrar tekrar gerçekleşince performansın bir parçası haline dönüştü; son seyredişimde sorun çözülmüştü, küpeler hiç yanlışlıkla çıkmadı kulaklardan, taa ki performansçılar temsilin bir parçası olarak çıkarana kadar onları.

nasıl ki "cam adamlar"da iki kişinin cam bardaklar üzerinde var etmeye çalıştıkları gerilimli, çetrefil ve meşakkatli ilişkilerini izlemiştim, "happy happy together"da da kulaklara takılan küpelerin bedenler tarafından çekiştirilmesiyle yaşanan gerilimde "mutlu beraberlik"lerin sorgulanmasına tanık oldum.

"happy happy together" ile "cam adamlar" kimbilir ne zaman istanbul sahnelerini işgal ederler bir kere daha..

25 Şubat 2013 Pazartesi

!f 12, bilanço



.a som ao redor (komşu sesler) kleber mendonça filho, brezilya, 2012, ***** (22şbt)
.the act of killing (öldürme eylemi) joshua oppenheimer - christine cynn - anonymous, danimarka-norveç-ingiltere, 2012, ****.5 (23şbt)
.interior. leather bar. (iç. leather bar.) james franco - travis matthews, abd, 2013, ****.5 (23şbt)
.consuming spirits (ruhları tüketmek) christopher sullivan, abd, 2011, **** (14şbt)
.call me kuchu (ben kuçuyum), katherine fairfax wright, malika zouhali-worral, abd-uganda, 2012, **** (24şbt)
.le magasin de suicides (intihar dükkanı) patrice leconte, fransa, 2012, **** (24şbt)
.samsara ron fricke, abd, 2011, **** (17şbt)
.tabu miguel gomes, portekiz, 2012, ***.5 (20şbt)
.bernie (bernie’nin suçu ne?) richard linklater, abd, 2011, ***.5 (17şbt)
.parada (yürüyüş) srdjan dragojeviç, sırbistan - slovenya - hırvatistan - karadağ - makedonya, 2011, ***.5 (18şbt)
.blood of brothers (kan kardeşim) steve hoover, abd, 2013, ***.5 (14şbt)
.museum hours (ziyaret saatleri) jem cohen, avusturya - abd, 2012, **.5 (22şbt)
.aurora (kaybolan dalgalar) kristina buožyte, litvanya, 2012, ** (21şbt) 

gönlümün oscarları



törenin başlamasına 5 dakika var.
büyük ihtimalle çoğu başkalarına gidecek ama yine de işte gönlümün kazananları:

film: beasts of southern wild
yabancı film: amour
animasyon: frankenweenie
yönetmen: michael haneke
kadın oyuncu: emmanuelle riva (amour)
erkek oyuncu: joaquin phoenix (the master)
yardımcı kadın: helen hunt (the sessions)
yardıımcı erkek: christopher waltz (django unchained)
özgün senaryo: quentin tarantino (django unchained)
uyarlama senaryo: david o. russell (silver linings playbook)
görüntü: roger deakins (skyfall)
kurgu:  william goldenberg, dylan tichenor (zero dark thirty)
müzik: mychael danna (life of pi)
şarkı: adele (skyfall)
sanat yönetimi: les miserables
kostüm tasarımı: anna karenina
makyaj: les miserables
görsel efekt: life of pi
ses kurgusu & miksajı: life of pi

tören başladı..

23 Şubat 2013 Cumartesi

interior. leather bar. / james franco & travis matthews




geçen sezon istanbul sahnelerinde izlediğim en iyi oyunlardan biri "ara" idi. çetin sarıkartal'ın yönettiği oyun hakkında yazamamıştım. bugün !f istanbul'da "interior. leather bar." (iç. leather bar.) filmini izleyince, aklıma "ara" geldi.

"ara" üç katmandan oluşan bir oyundu. katmanlardan birincisi oyuncuların kendileri olma gerçekliği, ikincisi oynadıkları oyunun gerçekliği, üçüncüsü ise oyunun içindeki oyunun gerçekliği. "ara"nın bu üç gerçeklik arasında gidip gelen bilmecemsi halini takip etmek keyifli olduğu kadar gerilimliydi; "ara", "oyun" gibi oyundu.

hollywood'un ünlü ve yakışıklı aktörlerinden james franco ile travis matthews'un yönettikleri "interior. leather bar.", william friedkin'in 1980 tarihli al pacino'lu "cruising" filminin sansüre uğramış S&M barlarda geçen 40 dakikasını yeniden yorumlama üzerine kurulu.

film, aynı "ara" gibi üç katmandan oluşuyor. bunlardan ilki filmde yer alan gerçek kişiler; oyuncular, yönetmenler, sahne ekipleri, bunların hepsi kendileriler; filmde hiç kimse bir başkasını oynamıyor.
ikinci katman, "cruising" filminin yeniden yorumlanan sahneleri; bu sahnelerde oyuncular belli karakterlere bürünüyorlar.

filme esas ilginçliğini ve biricikliğini sağlayan üçüncü gerçeklikte ise "cruising"in yeniden yorumlanan sahneleri çekilirken kamera arkası ve yaratım sürecini belgeyen "making-of" görüntülerini izliyoruz. ancak, bir zaman geliyor anlıyoruz ki, aslında bunlar belgesel değil, kurmaca. yani, bu belgesel gerçekliğinin de senaryosu yazılmış. daha doğrusu film baştan bu şekilde tasarlanmış. seyirciye bunun fark ettirilme şekli de mükemmel. filmin üçte biri geçmişken, oyunculardan ikisi makyaj odasında "gay misin, hiç filmlerde öpüştün mü" gibisinden sohbet ederken, mekandan gelen ama görünmeyen bir dış ses oyunculardan birine "onun sana sorduğu soruları sen de ona sor" diyor. başka bir sahnede başrol oyuncusu makyaj masasında oturmuş dertli dertli senaryoya bakarken yakın plan çekim bir anda uzaklaşıp, üç mekan öteden aynı sahneyi gösteriyor; üç-dört ayrı kamera sahneyi belgemekte, hemen ardından bir dış ses "tamam, kağıdı indirebilirsin" direktifi veriyor. bir dieğr sahnede; oyuncu sırtını bahçe duvarına dayamış yerde otururken bir yandan da elindeki senaryoyu okuyor ve okudukları şunlar: "oyuncu sırtını bahçe duvarına vermiş yerde oturmakta ve senaryoyu okumaktadır."

tabii, bu bir nevi brechtyen yabancılaştırma efekti ve, kurmaca ile belgeselin birbirine karıştığı, gerçekliğin belirsizleştiği anlatım tarzı sırf hoşluk olsun diye yapılmadığı için daha da değerli. yönetmenler james franco ile travis matthews bu anlatım tarzı sayesinde porno ile belgesel arasındaki geniş skalada gezinen orta metraj filmleri (sadece 60 dakika) sayesinde; cinsiyetin toplumda ve sinemada temsiliyet şekli, oyuncunun ve sinemanın sınırları, sanatın özgürlüğü ve hollywood sinema endüstrisinin kuralları gibi kallavi konuları çok ustaca ve sarkıtmadan sorguluyorlar.

film boyunca başrol oyuncusunun bir kaç kere tekrar ettiği" sırf arkadaşı olduğum için kabul ettim, yoksa aslında ben james franco'nun bu filmi çekerek ne yapmak istediğini anlamış değilim" sözü; franco ile matthews'ün asıl dertlerinin "cruising"in sansürlü 40 dakikasını yeniden yaratmak olmadığını, esas dertlerinin onu araç olarak kullanıp derinlere inmek, ağır konuları tartışmak istemeleri olduğunu anladığınızda o kadar ironik ki!

18 Şubat 2013 Pazartesi

cong ile pan


huylu huyundan vazgeçmiyor; yine ancak son dakikada, ucundan yakaladım bir sergiyi; o da, dostların hatırlatmasıyla.
topkapı sarayı’ndaki “çin hazineleri” sergisinin en önemli özelliği, çin hükümetinin yurtdışı sergilerine sadece kopyalarını yolladığı yeraltı pişmiş-toprak askerlerden dört tane orijinal örneğin ve bir atın sergileniyor olması. gerçekten etkileyiciler.

ama sergide benim gönlümü alan obje cong idi. biri yeşim taşından, diğeri seramikten iki örneği vardı. yeşim taşından olanı m.ö.3300’lerden kalma, seramik olanı m.s.1200’lerden.
cong, içi silindir dışı kare kesitli, orijinali yeşim taşından olan bir tür şişe/kap/vazo. antik mezarlarda bulunurmuş bunlardan, ölüyle birlikte gömülürmüş.
sergideki açıklamada; cong’un yöneticilerin atalara ve toprağa tapınma törenlerinde kullanıldıkları, yetki ve zenginlik sembolü bir ritüel objesi olduğu yazılıydı.
yeşim taşından olanı başka bir güzel, seramikten olanı başka bir güzeldi.
british museum’un internet sitesinde; aslı yeşim taşından olan cong’un seramikten kopyalarının yaygınlaşmasının, song hanedanı döneminde çin'de ve aynı zamanda kore ve japonya'da da arkaik formlara duyulan ilgiden kaynaklandığı ve bunların üst düzey devlet görevlilerinin evlerindeki altarlarda ve tapınaklarda kutsal obje olarak kullanıldığı yazmakta.

sergide bir de; dini törenler öncesinde el yıkamak için kullanılan bir leğen vardı; bronzdan; m.ö. 770 tarihli; adı pan. 
yaklaşık 60cm çapındaki tam daire leğenin iç kısmı bütünüyle su canlıları kabartmalarıyla kaplıydı; balıklar, kaplumbağalar, larvalar..
zaten serginin arkaik bronz objeler kısmı oldukça göz alıcıydı.
bronzdan yapılma içki kaselerinin, kapların, aynaların kaba ve kunt formları, üzerlerindeki geometrik veya figüratif süslemelerle yumuşuyordu..

benim gibi son dakikacı olanların bu küçük ama etkileyici sergiyi gezmek için son şansları 20 şubat çarşamba.

13 Şubat 2013 Çarşamba

karşılaşmalar / tiyatro boğaziçi


tiyatro boğaziçi'nin geçtiğimiz mayıs ayında istanbul tiyatro festivali'nde prömiyer yapan "karşılaşmalar" adlı oyununu, ocak ayında yeniden sahnelenmeye başlamasıyla seyretme imkanım oldu. oyunun mayıs ile ocak arasında yaşadığı serüveni ise genel hatlarıyla fırat güllü'nün mimesis portalinde yayınlanan "karşılaşmalar"da kim karşılaşıyor? yazısından öğrendim; "karşılaşmalar" mayıs sahnelemeleri ardından gelen eleştiriler doğrultusunda yeniden gözden geçirilmiş.
mayıs versiyonunu izlemedim, ama fırat güllü'nün yazısından takip ettiğim kadarıyla yapılan bütün değişikliler oyunun hayrına olmuş.

künyesindeki kolektiflikten (metin ortak, dört yönetmen, iki danışman, üç koreograf, dört müzisyen, üç kostüm tasarımcısı ve tabii ki yaratıcı kadronun çoğu aynı zamanda oyunun performansçıları da) bir bgst tiyatro boğaziçi yapımı olduğu hemen anlaşılan "karşılaşmalar" oldukça iyi bir oyun.
öncelikle; metni çok iyi. "karşılaşmalar" türkiye'nin son on yılda geçirdiği toplumsal, kültürel, politik değişimleri gözler önüne seriyor. ekip bence zor bir iddianın altına girmiş ve alınlarının akıyla çıkmışlar. her kesiminden insana söz veren, dozunda, dengeli bir metin.
iki saatlik oyunda günümüz türkiye'sinden atlanmış hiç bir insan tipi yok neredeyse. herkes var; türbanlısı da ulusalcısı da, karadenizlisi de kürdü de, işçisi de polisi de imamı da askeri de. herkes kendi derdiyle, argümanıyla var. hiç bir yargılama, üstten bakış yok; oyunda, tam da adı gibi, türkiye'yi oluşturan insanların "karşılaşmalar"ı sağlanmış. brechtyen bir yaklaşımla seyirciye bir olgunun her yönünü sunup, seyirciden kendi yargısını vermesini bekleyen, seyirciyi -müthiş güldürdüğü gibi- zehir zemberek de düşündüren bir metin.

oyunculuklar bildik tiyatro boğaziçi tadında; ne şaşırtıyor, ne hayal kırıklığına uğratıyor. dekor ve ışık da yine bildik bir tiyatro boğaziçi yapımı seviyesinde; basit, işlevsel ve çok amaçlı.

"karşılaşmalar"ın -metni dışında- iddialı diğer bir özelliği, bir müzikal veya müzikli oyun olmadan, dans öğesi içermesi.
tabii, işin zor ve güzel yanı, dans-hareket düzeninin yapmacık, eklemeci veya dekoratif değil, hikayenin içeriğini destekler bir yaklaşımla tasarlanmış olması. yapay kaçmadan, gülünç olmadan bunu başarmak zor; ve bence başarılmış.
fırat güllü'nün yazısından öğrendiğim kadarıyla oyunun mayıs versiyonunda müzik canlı icra ediliyomuş; yeni sahnelemede bundan vazgeçilmiş. keşke vazgeçilmeseymiş. hele de içinde dans öğesi barındıran bir sahne yapıtında, özgün müzik bestelerinin canlı çalınması bence başka bir enerji yaratıyor; banttan kayıt aynı etkiyi vermiyor.

fırat güllü'nün yazısından öğrendiğim kadarıyla oyunun mayıs versiyonuna gelen bir eleştiri, sonunun sorunlu bulunmuş olmasıymış. bence "karşılaşmalar"ın en kuvvetli özelliklerinden biri sonuydu.
bu, bir üst öykü sayesinde birbiriyle ilişkilendirilmiş skeçlerden kurulu kurgu nasıl noktalandırılacak diye düşünmeye başlamışken; ve keşke tipik bir amerikan filmi havasında herkesi (seyirciyi) memnun edecek ve rahatlatacak (tiyatral tabirle katharsise ulaştıracak) bir son beklemese bizi diye için için dilerken; o kadar doğal, o kadar "öylesine" bitirildi/bitti ki oyun, hayat da böyle aslında, değil mi; belirsizliklere açık, yeni karşılaşmalara gebe devam etmekte..

10 Şubat 2013 Pazar

pandaların hikayesi / oyun atölyesi


bu sezon istanbul sahnelerinde sessiz sedasız oynayan bir oyun var: "frankfurt'ta kız arkadaşı olan bir saksofoncu tarafından anlatılan pandaların hikayesi".
kemal aydoğan'ın oyun atölyesi'nden ayrılmadan önceki son yönetmenliği.
oyunun yazarı, çeşitli yapıtları daha önce ülkemizde sahnelenmiş ve hatta bu sezon devlet tiyatrosu'nda "çehov makinası" oyunu da sahnelenmekte olan matéi visniec.

neden sessiz sedasız diyorum; çünkü hakkında yazılmış pek az yazıya rastladım: tiyatro hakkında yazanlardan bir-iki eleştiri, sosyal medyadan üç-dört izlenim yazısı.
kurulduğundan beri bütün oyun atölyesi yapımlarını izlemiş biri olarak, eylül sonundan beridir ramp ışıklarında olan bu oyuna benim de yolum pek geç düştü; ocak ortası. 

istanbul sahnelerini istila etmiş çocuk tacizi, nedenli-nedensiz cinayet, kavga, gürültü, acı, yoksulluk, yoksunluk, şiddet, sert ve sivridilli toplum eleştirisi hikayeleri arasında (ki bu hikayelerin azımsanmayacak bir kısmını etkilenerek ve beğenerek izlediğimi belirtmeyi ihmal etmeyerek) "... pandaların hikayesi"nin bir vaha gibi durduğunu söyleyebilirim.
özünde yine acı içeren bir hikayeyi şiirsel, sakin ve yumuşak bir tonda anlatan; kahramanın kaybolmuşluğuna rağmen seyirciye (kişisel olarak bana) mutluluk enjekte eden bir oyun oldu "...pandaların hikayesi"; adeta ilaç gibi, terapi gibi geldi; nefes aldığımı hissettim!

oyundaki hiç bir şey gerçek değil sanki; bir yandan da herşey tanıdık ve gündelik.
"... pandaların hikayesi" yüzeyde; bir adam'ın bir kadın'la karşılaşmasını ve onunla dokuz gün geçirmesini konu ediyor. derinde ise; hayatı, evreni, insanı ve aşkı küçük harflerle anlatıyor..

iki kişilik oyunda kadın ile adam ebru özkan ve caner cindoruk tarafından canlandırılıyorlar. ikisi de abartısız, doğal oyunculukları, dingin halleri, insanın içini rahatlatan yumuşacık ses tonlarıyla, içerden hayat veriyorlar kadın ile adam'a.

bengi günay'ın soyut sahne tasarımı basit ve gösterişsiz ancak oldukça titiz ve nüanslı.
irfan varlı'nın ışık tasarımı, tolga çebi'nin müziği, mertcan mertbilek ile hande öztürk'ün animasyonları yönetmen kemal aydoğan'ın sade yorumuna başarıyla hizmet ediyorlar; çok katmanlı metnin yanısıra, aydoğan'ın rejisi bütün bu öğelerin yardımıyla bir çok farklı yoruma kapı aralıyor.

simgeleri (kapı, elma, kuş, rakkamlar, çalar saat ...) bu kadar dozunda kullanan; sahne üstünde bu kadar şiirsel imgeler yaratan; sessizliği, karanlığı ve boşluğu bu kadar yetkin ve etkili bir şekilde tiyatralleşirebilen herhalde çok az oyun var sahnelerimizde.
tavsiye ederim..

6 Şubat 2013 Çarşamba

wuppertal'de bir haftasonu






julie'ler (shanahan ve anne stanzak) yoklardı, dominique de, nazareth de, helena da. mechthild zaten seyrek konuk olduğundan o da yoktu. gençlerden eddie ve jorge de yoktular. belki o yüzden "rough cut" o kadar hafifti; ağır toplar olmadığı için. "rough cut"ın yükünü ditta, ruth, fernando, rainer ve pascal yüklenmişlerdi..

...

akşam otelde yapıttan sahneler hatırlamak istedikçe, bir ikisi dışında bariz imgeler belirmedi hafızamda. konsantre olarak izlememişim demek ki diye düşündüm.. ya da yapıt o kadar seyrek dokuluydu ki, etkisiz kaldı; kalmadı aklımda kaydadeğer bir şeyler.. 
ilk defa böyle bir şey başıma geldi; beğenmiş olsam da, içimi hoplatmayan, beni heyecanlandırmayan, uçurmayan, zayıf bir pina bausch yapıtı izledim.

...

pazar akşamı fuayede malou oğluyla sohbet ediyordu. yanına gidip malou'ya, yalnızca "çok güzelsiniz" demek geçti içimden.. 
sonra aklıma yapıttan bir bölüm geldi: nayoung üzgün, somurtuk duruyor; daphnis yanına gidip "çok güzelsin, yüzün çok güzel, ellerin çok güzel, nayoung çok güzelsin" diyor, daphnis tam lafını bitirmiş dönüp gidecekken naoyung "daphnis, lütfen tekrarlar mısın" diyerek ricada bulunuyor, ve durum dört-beş defa tekrarlanıyor..

5 Şubat 2013 Salı

evaristo / 6 üstü oyun/2


altıdan sonra yapımı her biri tek kişilik 6 üstü oyun'ların ikinci ayağı "evaristo"yu seyrettim bu akşam. civan canova yazmış, nihal koldaş yönetmiş, ayşenil şamlıoğlu oynuyor.

civan canova'nın metni çok güçlü, ve aynı zamanda etkileyici bir kurguya sahip. hikaye kendini oyunun ilk anlarında ifşa etmiyor; yavaş yavaş açılıyor, beliriyor, belirginleşiyor.. bir saatlik oyunun ilk yarım saatinde çok da anlamadığınız, daha çok yüzeyde olan bilgiler ikinci yarım saatte yavaş yavaş derinlik ve anlam kazanıyorlar. ve oyun gittikçe yükselen wagner'in rheingold (ren altını) operasının müziği eşliğinde, "insanlık tarihi dediğin çuval çuval kül!" gibi demir lokma bir replikle sonlanıyor. altın, çuval, kül bağlantısı oyunda saklı; açık etmek istemem.

başak özdoğan'ın "dünyanın çöplüğü"nü yarattığı mekan tasarımı ve, ismail sağır ile onur kiraz'ın her bir dramatik anın/jestin altını çizmek uğruna biraz oyuncaklaşsa da etkili bir atmosfer yaratmayı başaran ışık tasarımları kaydadeğer.
nihal koldaş'ın metnin gücünü ekstra öğelerle süsleyip püslemeye gerek görmeyen ve seyircinin dikkatini dağıtabilecek fazla mizansenlerden kaçınan sade ve sadece oyuncuya yoğunlaşan rejisi ders gibi.

6 üstü oyun'ların ilki "kimsenin ölmediği bir günün ertesi"nde olduğu gibi ikincisi de bir oyunculuk gösterisi. ilkinde sumru yavrucuk, bu sefer ayşenil şamlıoğlu.
aynı yavrucuk gibi şamlıoğlu da önce sesiyle kavradı, etkisi altına aldı beni ve sonrasında bedeni, yüzü, mimikleri, saçları, dişleri, gözleri ve elleriyle bir saniye bile aramızda oluşan bağlantıyı koparmadan sonuna kadar taşıdı o muazzam etkiyi.