2 Kasım 2010 Salı
bartu günü
tiyatro festivali’ndeki yarım saatlik “hoop gitt kafa” gibi “bomba” da kısa süreli, sadece 15 dakikalık bir berkun oya oyunu.
biraz da bartu küçükçağlayan’ın hep "aynı" oyunculuğundan dolayı ısınamadığım “hoop gitti kafa” gibi, “bomba” da dramatik bir olayı veya durumu uzun soluklu anlatmak yerine; kısa, öz ve seyirci üzerinde yoğun bir his bırakma amacıyla yazılmış, sahneleniyor.
biraz, geçen sene dot’ta izlediğimiz mark ravenhill’in “vur yağmala yeniden”inin kısa radyo oyunu formatında yazılmış metinlerini andırıyor berkun oya’nın bu iki oyunu.
evet, belli bir his seyirciye geçiyor; en azından iyi yazılmış bir öykü okumuş gibi oluyorsunuz bu oyunlar sonrasında, ancak biraz havada da kalıyorsunuz; “eee, sonra?” oluyorsunuz.
haddim değil ancak acaba tematik olarak benzeşen bu iki oyuna bir üçüncüsü ve hatta dördüncüsü de eklenip aynı akşam arka arkaya mı oynamalı?
gerek “hoop gitti kafa”nın gerekse “bomba”nın sahne düzeni teferruatlı değil, sahne değişimi kolaylıkla yapılabilir; aynı “vur yağmala yeniden”in formatında üç-dört kısa oyun arka arkaya oynanırsa, o zaman seyircinin tatminkarlığı artabilir, seyirci üç-dört durum/olay arasında paralelliler veya karşıtlıklar kurarak yazarın derdini (yapmak istediğini) daha iyi kavrayabilir gibi geliyor bana. yoksa böyle maalesef, biraz dünya havadisi seviyesinde kalıyorlar.
...
öyle denk geldi, “bomba”dan önce sinemada “çoğunluk”u izledim. bartu küçükçağlayan yurtiçinde ve yurtdışında arka arkaya en iyi erkek oyuncu ödüllerini aldığı için ne desem boş, kendi kendime soruyor olacağım, yine de; küçükçağlayan ne zaman üzerine sakız gibi yapışmış “ezik, ürkek, dağınık, beceriksiz, salaş” tipleri oynamaktan vazgeçecek diye beklemekteyim. bence ancak o zaman ne kadar başarılı bir oyuncu olup olmadığı anlaşılacak!
neyse ki “çoğunluk”ta bir nebze daha iyiydi; sanırım berkun oya dışında birisiyle çalışmış olduğu için.
her lafının sonuna eklediği “yaaa…”ları yoktu, ellerini montunun ceplerine sokup aşağıya doğru bastırmıyordu, genç kızlarımızın ayılıp bayıldığı “çekip çevrilmeye muhtaç, dağınık, sevimli, salaş” tipinin biraz dışındaydı; daha içerden, daha azaltılmış bir oyunculuğu vardı.
bunda sanırım en büyük etken yazar ve yönetmen seren yüce çünkü filmin diğer genç oyuncusu esme madra da abartmadan, bütün doğallıyla can veriyordu van’lı gül’e.
ustalıklarını defalarca kanıtlamış settar tanrıöğen, nihal koldaş ve erkan can içinse söyleyecek söz yok zaten; bu kadar mı oynamıyormuş gibi oynanır, bu kadar mı doğal olunur, inanılmazdı; sanki seyrettiğimiz bir belgeseldi.
filmse; aynı oyuncuların doğallıyla, hiç fazlası, abartısı, müziği-görüntüsü-kamerası-ışığında hiç aşırıya kaçmadan, aynı belgesel bir film gibi (dardenne kardeşler ile ken loach arası bir yerde durarak), bir çekirdek aile özelinde toplumun gündelik hayatının içine nüfuz etmiş faşizmi ve şiddeti küçük kelimelerle, sakin sakin, “öylesineymiş gibi” duran ancak hayati anlam taşıyan sahnelerle ince ince ortaya seriyordu. neredeyse hiçbir kallavi şiddet eylemi göstermeden ancak müthiş isabetli gözlemler üzerinden genç bir erkeğin çevresi (özellikle de ailesi) yoluyla nasıl ülkemiz toplumunun “çoğunluk”una dahil olduğunun/edildiğinin yolculuğunu gösteriyordu.
aldığı ödüller boşuna değil.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder