10 ağustos – 2 eylül tarihleri arasında gerçekleşen Berlin’in yazlık festivali “Tanz im August” (Ağustos’ta Dans) bu yıl 30. yılını kutladı. Avrupa’da yazın düzenlenen dans festivalleri arasında Viyana’nın Impulstanz’ı ve Amsterdam’ın Julidans’ıyla birlikte ilk üç sırada anılan Tanz im August 30. yıl dolayısıyla yükseltildiği söylenen bütçesiyle eski yıllara nazaran daha büyük toplulukları programına alma imkanına ve bu sayede Berlin dışında da daha fazla görünürlüğüne kavuştu. Yaklaşık dört hafta boyunca festivalin ana merkezi HAU (Hebbel am Ufer) salonlarının yanısıra Volksbühne, Deutsches Theater, Haus der Berliner Festspiele gibi Berlin’in çeşitli kurumsal tiyatroları, Sophiensaele gibi dans merkezleri, müzeleri, kentin en turistik noktalarından Postdam Meydanı ve hatta bir mahalle arası futbol sahası; avant-garde ve minimal stüdyo işlerinden, büyük kadrolu ve devasa sahne tasarımına sahip yapımlara, sokaktan tesadüfen geçenleri cezbedip seyircileştiren ücretsiz işlerden, çocuk ve gençlerle kotarılmış çalışmalara birçok gösteriye ev sahipliği yaptılar.
Festival bu yıl Türkiyeli birçok sanatçıyı da kapsıyordu. Türkiye çağdaş dans camiasının duayeni Aydın Teker geçen sezon İstanbul’da seyretme şansına erdiğimiz son işi “Hallo” ile festivaldeydi. Ayrıca, Paris’te yaşayan Bahar Temiz, Berlinli ortağı Felix Mathias Ott’la birlikte icra ettiği “M.A.R.S.” ile, Türkiye çağdaş dansının l’enfant terrible’ı İlyas Odman ise Björn Säfstens’in “Landscapes of I” adlı işinde dansçı olarak festivale konuk oldular.
Son haftasonunda dahil olduğum festivalde Berlin’in kozmopolitliğini yansıtırcasına uluslararası bir seyirci profili vardı; etrafınızda sadece Almanca duyma olasılığınız çok düşüktü. Çoğu gösterilerin biletleri uzun zaman öncesinden tükenmişti; kapıda bilet arayanlar ya da gişedeki bekleme listesine adını yazdıranlar, ve büyük uğraşlar sonucunda bilet bulunca sevinenler festivalin çoşkusunu arttırıyordu. Seyrettiğim yapımların niteliği ise genel olarak yüksekti; bazı minör hayal kırıklıklarına rağmen festivalden tatmin olmuş bir şekilde ayrıldım.
Silvia Gribaudi, “R.OSA_10 Exercises for new virtuosities” ©Laila Pozzo
“R.OSA_10 Exercises for new virtuosities” koreograf Silvia Gribaudi’nin performansçı Claudia Marsicano’yu başka bir çalışma vesilesiyle tanıdıktan sonra, özellikle onun için tasarladığı bir işti. Aslen tiyatro eğitimli Marsicano ünlü ressam ve heykeltraş Fernando Botero’nun eserlerinden fırlamış fiziğiyle, ustaca kullandığı mimikleriyle ve seyirciyle kurduğu sıcak iletişimle herkesi kendisine hayran bıraktı. Marsicano on egzersizin bazısında seyircileri ayağa kaldırıp egzersize dahil etti, bazısında sadece oturduğu sandalyeyi kullandı, bazısında mimikleriyle harikalar yaratırken, bazısında seçtiği üç kelimeyi önce performatifleştirdi sonra da o hareketleri kesip biçip birbirine ekleyerek enfes bir koreografi yarattı.
Felix Mathias Ott & Bahar Temiz, “M.A.R.S.” ©Dajana Lothert
Gribaudi gibi stüdyo mekanının potansiyel teklifsizliğini, seyirciyle kurduğu samimiliği ve yakın mesafeyi kullanan işlerden biri Felix Mathias Ott ile Bahar Temiz’in “M.A.R.S.”ı idi. Yaklaşık 5x5 metreye beyaz kare bir zeminin sınırlarında, bütünüyle gri renkli kostümler içindeki iki dansçı 60 dakika boyunca birbirlerine dolanmış şekilde tek bir varlığa dönüşerek hareket ettiler. İşin strüktürünü okuyabildiğim kadarıyla bu dönüşüm üç aşamada gerçekleşti. İkili önce oldukça rijit, formel, düz, sert açılı ve belli bir matematik içeren kombinasyonlarla yuvarlandılar, ardından zeminin en önüne gelip yüzleri birbirine bakar şekilde ama vücutları birbirinin içeri girmiş olarak otururken aralarındaki resmiyeti ve ilişkilerinin formelliğini bozmaya, adeta flört etmeye başladılar, bu aşamada vurmalı bir çalgı gibi kullandıkları birbirlerinin bedenlerinden çıkan ses de koreografiye dahil oldu. Formelliğin rijitliği ses ile bozuldu sanki. Son aşamada ise; iki bedeninin birbirine teması ve hareketlerinin niteliği organikleşmiş, baştan beri zaten tek bir varlık gibi olan iki beden iyice kaynaşmış, ikili adeta tek bir bütünde hemhalleşmişlerdi. Finalde ışıklar çok yavaşça sönerken, bu tek varlıkta hemhal olmuş iki beden bu sefer beyaz zeminin en arkasından siyah alana, dışarıya taşmış, gözden yitiyordu. Ott ile Temiz’in “M.A.R.S.”ı yalın estetiği ve seyircinin tahayyüllünü tetikleyen soyutluğuyla festivalin benim için en güçlü ve yaratıcı gösterisiydi.
Cie Vero Cendoya (Veronica Cendoya), “La Partida” ©Dajana Lothert
Bu seneki festivalde Katalan koreograflar üç yapımla coğrafi bir alt başlık oluşturacak çoğunluktaydılar. Bunlardan ikisini seyretme imkanım oldu. Maria Muñoz und Pep Ramis’in“The Fifth Winter” adlı işi, gençliklerinden beri birbirini tanıyan iki geçkin insanın karlar altında geçirdiği beş kışı şiirsel ve soyut bir koreografiyle betimliyordu. Atmosferik ses ve müzik, minimal sahne ve ışık tasarımları, ve buhulu sesli Tunuslu şarkıcı Alia Sellami’nin Fransızca seslendirdiği Erri de Luca şiirleri yapıta kendine özgü edebi bir kalite kazandırmasına rağmen, “The Fifth Winter” son tahlilde duygusunu sahneden oditoryuma güçlü bir şekilde geçirebilen bir iş değildi kanımca.
Katalonya’dan konuk olan diğer iş ise, Veronica Cendoya’nın çok ödül almış “La Partida” adlı çalışmasıydı. Cendoya beş kadın dansçı ile beş erkek sporcunun karşılaştığı bir futbol maçı simülasyonu üzerinden tartışmaya açtığı cinsiyet, maçoluk, kadın hakları, iktidar ve rekabet gibi ciddi temaları keyifli ve komik bir dille ele aldığı bu işiyle mahalle arasındaki bir halı saha etrafına topladığı her yaştan seyirciye eğlenceli olduğu kadar düşünsel anlar da yaşattı.
fABULEUS & Michiel Vandevelde (Michiel Vandevelde), “Paradise Now (1968-2018)” ©Kurt van der Elst
Belçikalı Michiel Vandevelde’nin 14-23 yaş arası 13 gençten oluşan fABULEUS topluluğuyla sahnelediği “Paradise Now (1968-2018)” ise, The Living Theatre’ın 1968 tarihli ve aynı adlı devrimci işine 50 yıl mesafeden bakan bir çalışmaydı. Vandevelde’nin aradaki 50 yılın her biri için o yılı temsilen seçtiği ikonik görsellerin 13 performansçı tarafından 2018’den geriye doğru hızlaca arka arkaya gerçekleştirilmesiyle fişek gibi başlayan gösteri; “Paradise Now”un hızlı bir tempoyla tekrarlanması ve bu sefer aynı 50 görselin arka arkaya daha da hızlıca oluşturulmasıyla tamamlandı. Son bölümde ise seyirciler kapkaranlık sahnede yatmaya davet edildiler, ve bu sırada dansçı gençler mikrofonu kendi aralarında elden ele gezdirerek sırayla günümüzün toplumsal, ekonomik ve politik coğrafyasıyla ilgili düşüncelerini paylaştılar. Özellikle genç dansçıların seyirciyi kendilerine hayran bırakan üstün ve dinamik performanslarıyla öne çıkan “Paradise Now (1968-2018)” enerjik, sorgulayıcı ve cesaretli bir işti.
Tanztheater Wuppertal Pina Bausch (Alan Lucien Øyen), “Neues Stück II” ©Mats Bäcker
Festivalin hiç kuşkusuz merakla beklenen işi, aynı zamanda kapanış gösterisi olarak lanse edilen, ünlü Tanztheater Wuppertal Pina Bausch topluluğunun repertuvarına girmiş en yeni yapıttı. Dans tiyatrosu türünde yetkin ürünler vermis ve, İstanbul Tiyatro Festivali’ne de 1998-2003 yılları arasında üç farklı yapıtıyla konuk olmuş olan ünlü koreograf Pina Bausch’un 2009’daki ani vefatından sonra topluluk ilk defa geçtiğimiz 2017-2018 sezonu sonunda 15 gün arayla Bausch dışındaki iki koreografın bir akşamı bütünüyle dolduran uzun metraj işlerinin prömiyerlerini gerçekleştirmişti. Bunlar; Yunan sanatçı Dimitris Papaionnaou’nun “Seit sie” (Ondan beri) adlı işi ile Norveçli genç koreograf Alan Lucien Øyen imzalı “Neues Stück II” (Yeni Yapıt II) idi. Mayıs ve hazirandaki prömiyerler ve, Amsterdam ve Oslo turnelerinden sonra ayağının tozuyla Tanz im August’a konuk olan Tanztheater Wuppertal Pina BauschBerlin’de Øyen’in herhangi bir başlık vermediği, Bauschvari bir tavırla sadece “Neues Stück II” (Yeni Yapıt II) olarak anılan işini sahneledi.
Bausch yaşarken hiç bir yapıtını seyretmediğini, hayatında ilk defa ve canlı olarak bir Bausch yapıtını Tanztheater Wuppertal Pina Bausch ile çalışacağı kesinleşince 2016’da Paris’te (1986 tarihli “Viktor”u) seyretmiş olduğunu söyleyen Alan Lucien Øyen’in ara dahil 210 dakikalık işi biçimsel olarak Pina Bausch’un tarzını oldukça andırıyordu. İsimsiz olma halinin yanısıra; görkemli ve aynı kalmayarak dönüşen sahne tasarımı, birbirine bağlanmayan küçük hikayeler ve durumlar, seyirciyle birebir kontağa giren dansçılar, her bir dansçıya alan açan sololar, çok basit hareketlerden oluşan bir–iki topluluk dansı, üç saatlik geniş bir süre, çeşitli müzisyen ve şarkıcıların parçalarından oluşan kolaj müzik, gece kıyafetleri, tebeşir kullanımı, melek kanatları… İçerik olarak da Øyen’in işinin anatemaları yine Bausch’un bir çok işinde karşımıza çıkan iki temaydı: ölüm ve hasret. Fakat Bausch ele aldığı temaları sahneye ve koreografiye tercüme ederken hiç bir zaman eskimeyecek şekilde soyutlayarak kurgularken ve eğer söz kullanıyorsa olabildiğince tutumlu (örneğin sadece kelimeler veya kısa cümleler halinde) davranırken, Øyen’in figürlerinin (16 kişiydiler) neredeyse hepsi sahnede birer ölüm hikayesi anlattı; annelerin, babaların, kardeşlerin, en yakın arkadaşın babasının ölümleri; ya da birebir ölüm/intihar anı canlandırdı.
Hem uzun süresi hem de anateması nedeniyle kolaylıkla depresif olabilecek ve seyirciyi bunaltabilecek yapıt neyse ki Øyen’in her bir ölüm hikayesinin veya canlandırmasının hemen ardından komik veya absürd bir durum kurgulaması sayesinde hafiflemişti; gösteri boyunca bolca gülündü, gülümsendi, bazen komikten ziyade ironikleşen hallere de olsa.Øyen’in Bausch’unkilerden ayıran başka bir özellik ise, sahne ve kostüm tasarımının belli bir tarihi döneme (1950’lerden 1970’lere) referans vermesiydi. Halbuki Bausch’un işlerinde ne sahne tasarımı ne de kostümler, başka bir dönemi bırakın, ortaya çıktığı dönemi bile (örneğin 70’leri veya 80’leri) tarif eder; zamansızdır. Dolayısıyla Øyen’in yapıtının Bauschvari olmayan özellikleri aslında onun zayıf taraflarıydı. Bauschvari tarafları ise kopya hissi yaratmasa da öykünmeden ileri geçemiyor, derine inemiyordu. Yine de garip bir şekilde Øyen’in bu retro hisli melankolik yapıtının tarif edilemez bir cazibesi yok değildi. Øyen sinemasal bir akıcılıkla bazen ilginç bazen içli bazen yaratıcı bazen de hayranlık uyandırıcı bir çok küçük fikri bir mücevherci titizliğiyle biraraya getirerek büyük bir puzzle oluşturmuştu; her ne kadar seyirci olarak 210 dakikalık iş bittiğinde puzzle’a hala yukarıdan ve bütünsel bakamıyor, hala parçaların kıvrımlarında hapis kalıyor ve kaybolmaya devam ediyor olsanız da. Øyen’in yapıtının en parlak tarafı ise topluluğa yeni katılmış iki erkek dansçıyı keşfetmekti. Jonathan Fredrickson ile Douglas Letheren hem yapıt boyunca ilki iki, ikincisi üç kere sahne aldıkları farklı hareketlerden oluşan sololarında hem de birlikte dans ettikleri duoda akşamın enerjisini ve özellikle de koreografik kalitesini yükselttiler.
Tanz im August 30. yıl dolayısıyla edindiği geniş ödenek sayesinde Berlin’lileri eski yıllardan alışık oldukları gibi ağırlıklı olarak yeni ve yükselen koregorafların avant-garde stüdyo işlerinin yanısıra; Tanztheater Wuppertal Pina Bausch, Lyon Opera Balesi, Company Wayne Mc Gregor, Compagnie Kaefig ve Grupo de Rua gibi geniş kadrolu toplulukların sahnelediği büyük bütçeli yapımları seyretmeye alıştırdı. Bakalım önümüzdeki yazki 31. yılın programında çıta aynı seviyede kalabilecek mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder