23 Ağustos 2012 Perşembe

bayram okumaları

bayram tatilini kütüphanede geçirdim. daha doğrusu; tatili geçirdiğim yeri kütüphaneye çevirdim, bu yazımın son tatil günlerini roman okuyarak geçirdim.
bulgakov'un "köpek kalbi" ile başlayıp, çağdaşı yevgeni zamyatin'in "biz"i ile devam ettim, araya hakan günday'dan iki kitap, "zargana" ve "piç"i alıp, turumu chuck palahniuk'un "ölüm pornosu" ile bitirdim.

.

 bulgakov (1891-1940)

 zamyatin (1884-1937)

"köpek kalbi" ile "biz" 1917 devriminin ardından gelen stalin dönemini zehir zemberek eleştiren, toplumsal-politik hicvi yoğun, iki sivridilli roman. ikisi de bilim-kurgu türünde. bulgakov'unkinin ironik tonu eksik değil. zamyatin'inki ise soğuk, sert ve mesafeli bir distopya örneği.
bulgakov "köpek kalbi"ni 1925 yazmış, roman rusya'da ancak 1987'de basılabilmiş. zamyatin ise "biz"i 1920 yazmış, kitap benzer bir akıbetle rusya'da yasaklanmış, 1950'lerde rusça olarak abd'de basılmış, rusya'da ise ancak 1989'da yayınlanabilmiş.



maalesef iki romanı da özgün dillerinden çevirileriyle okuyamadım. "köpek kalbi"nin haziran 2012 dedalus baskısını hiç tavsiye etmem. kötü bir çeviri olması bir yana, kitap bir sürü basit redaksiyon eksikliği de barındırıyor. şimdiye kadar toplam sekiz kitap basmış bir yayınevinin yayınladığı üçüncü romana daha bir "butik" yaklaşmış olmasını, yani özenmesini beklerdim. "köpek kalbi"nin rusça'dan çevirisi için everest baskısını beklemek lazım.
"biz"in ise piyasada rusçadan çevirisi mevcut; ithaki'den. benim okuduğum, çevirisini ingilizceden algan sezgintüredi'nin yaptığı, versus baskısı da özenli ve düzgün.

.


son kitabı "az" ve ilk romanı "kinyas ve kayra" ile hayran olduğum hakan günday'ın keyfini, 2. ve 3. kitapları "zargana" ve "piç" ile çıkarmaya devam ettim. gerçi ikinci romanı "zargana" beni biraz hayalkırıklığına uğratmadı değil; aynı ilk filmi ile büyük bir çıkış yapıp, ikincisiyle foslayan yönetmenler gibi; "yağmurdan önce"den (before the rain) sonra "toz"u (dust) çeken milcho manchevski örneğin..
manchevski üçüncü filmi "gölgeler" ile de ilk filminin formuna geri dönemediyse de, neyse ki hakan günday üçüncü romanı "piç" ile yine etkileyici olmayı başarıyor. sadece 200 küsur sayfada, belli bir yaşam şeklini/felsefesini benimsemiş dört arkadaşın başından geçenleri canalıcı toplumsal tespitler ve hayran kalınası türkçe kullanımıyla gözler önüne seriyor hakan günday. bir kere daha kendini hayran bıraktırıyor.

.


ve bayram okumalarımı testosteron oranı yüksek, hayli sert, acı ve çıplak bir romanla noktaladım. sırf hakkında soruşturma açıldığı için, desteklemek amacıyla satın aldığım aykırı yayınları'ndan çıkan "ölüm pornosu" (snuff), sadece "dövüş kulübü" filminin uyarlandığı romanın yazarı olarak tanıdığım, aykırı tarzını uzaktan bildiğim chuck palahniuk'un porno endüstrisi üzerinden bütün bir hollywood dünyasına oyuncuların gözünden baktığı sıradışı, sıkı bir kitap. "ölüm pornosu", paul thomas anderson'ın mükemmel ilk filmi "boogie nights"ın edebi versiyonu bir nevi.
romanın özellikle kurgusunun çok başarılı olduğunu da söylemeliyim. ayrıca, funda uncu'nun çevirisi de takdire değer.

22 Ağustos 2012 Çarşamba

"Piç"ten...



...
"Şu apartmanı görüyor musun?"
"Hangisini?"
"Şu karşıdaki marketin olduğu apartmanı. Adamın biri üçüncü kattaki pencereden on dakikadır buraya bakıyor. Bence polisi arayacak."
Şüphesini Hakan'la paylaşan Afgan, gecenin zifirinde parlayan sarı pencere ışığında siluetini sergileyen kişiyi yattığı yerden izliyor ve sağ elindeki sigarayı çekiştiriyordu. Hakan sordu:
"Ne diyecek polise?"
Afgan kafasının altındaki sol elini yumruk yapıp ensesine kaydırırken sağ elindeki sigarayı yakınlarındaki çınara doğru fırlattı.
"Evimin karşısındaki parkta dört tane adam yatıyor. Yakınlarda bir devriye varsa gelip kontrol etsin, diyecek."
"Peki polis ne diyecek?"
"Onu bilmiyorum ama gerçekten de burada ne yaptığımızı sorsa, alacağı yanıt karşısında polisin şaşıracağını biliyorum."
Hakan başının altına koyduğu torbayı elleriyle düzeltip güldü ve konuştu:
"Memur bey, biz ne yaptığımızı bilmiyoruz. Her şey çok iyi gidiyordu ama sonra birden kendimizi sokakta bulduk. Yani yıllardır evlerde yaşadık ama ancak bu kadar dayanabildik. Şimdi buradayız. Hepimizin de gideceği yerler var ama zaten biz o yerlerden geliyoruz. Dolayısıyla geldiğimiz yerle gideceğimiz yer arasında sıkıştık."
...

- Hakan Günday
Doğan kitap

14 Ağustos 2012 Salı

bulgakov'a giriş


mihail bulgakov'un (1891-1940) adını ilk ve son defa, istanbul festivalinin parçalara ayrılmadan önceki yıllarından birinde akm büyük salona konuk olmuş bir rus tiyatrosundan izlediğim "köpek kalbi"yle duymuştum.
o yapımdan en güçlü şekilde aklımda kalmış olan, sahne zemininin bütünüyle kül rengi kumla kaplı oluşuydu...

bu yaz; önce, bir arkadaş bulgakov'un "üstad ile margarita" romanından hayranlıkla bahsetti, sonra, bir tiyatrocu avignon festivali'nde seyrettiği simon mcburney-complicite uyarlaması "üstad ile margarita" hakkında övgü dolu bir yazı yazdı. beni de aldı bir merak, bulgakov'u daha yakından tanımak istedim.

tatile çıkmadan önceki son gün uğradığım kitapçıda "üstad ile margarita" yoktu, "bir ölünün anıları" ve "moliere efendi" vardı, aldım. tatilde ikisini de okudum; bulgakov'a ben de hayran kaldım, daha "üstad ile margarita"yı okumadan.
edindiğim iki kitap da, tesadüf, tiyatro/tiyatrocular hakkındaydı. birinin adından belliydi zaten, diğeri sürpriz oldu.



 
ingilizceye "black snow" olarak çevrilmiş, özgün adıyla türkçeye aktarılan "bir ölünün anıları", tiyatro oyunları da yazmış olan bulgakov'un tiyatrocular hakkında bir romanı. kendi deneyimlerinden, hayatından (yazdığı bir oyunun sahnelenme macerasından birebir) esinlenen, sahnenin arka tarafını ince bir alayla gözler önüne seren, 1920'ler rus tiyatrosuna, özellikle de stanislawski'nin başında olduğu moskova sanat tiyatrosu'nun mutfağına dair müthiş eğlenceli, okuması çok keyifli, hiciv yüklü bir yapıt.
"bir ölünün anıları"nın metni ve anlatımı satirik olmasının yanısıra hınzır da; zaman, mekan sıçramaları içeriyor, hafif bir gerçeküstücü tona da sahip.
kitabı okurken, zihnimde complicite topluluğunun gösterilerini kısaca tanıtan video klipteki görüntüler, "teatral bir roman" olarak tanımlanan "bir ölünün anıları"nın tam da sahneye uyarlanması uygun, tiyatrocular için farklı anlatım biçimleri denemek adına olanaklar içeren bir metin olduğunu düşündüm. eh, simon mcburney'in daha önce başka bir bulgakov metnini ("köpek kalbi") ve bu yıl da "üstad ile margarita"yı sahnelemesine şaşırmamak lazım.
internette biraz araştırma yapınca "bir ölünün anıları"nın da, içimden geçtiği gibi, tiyatroya uyarlandığını gördüm; keith reddin 1993 yılında "black snow" adıyla çok başarılı bir uyarlamaya imza atmış; o zamandan beri tiyatro toplulukları bu metni sahneliyorlarmış. örneğin 2009'da abd-austin'deki tutto theatre'ın sahneye koyduğu yapım o sene bütün ödülleri toplamış.


okuduğum bu iki yapıtını düşündüğümde, bulgakov'da beni etkileyen birincil öğe, iki yapıtta da metnin çağdaş bir kurgu içermesi. öyle ki, "bir ölünün anıları"nın genel kurgusu, son günlerde okuduğum hakan günday'ın "kinyas ve kayra"sına bile benziyordu; ölecek olan bir kişi yazdıklarını bir yazar'a mektupla yollar ve yazar bu metinleri yayınlar, bizler bu sayede yazılı malzemeye ulaşmış, onu okumuş oluruz. elimizde tuttuğumuz kitabın kapağında adı yazan yazar, metnin içinde de yazar olarak geçer.
"moliere efendi"de de benzer bir durum sözkonusu; özellikle kitabın başlangıcında, yazarımız (yani bulgakov) moliere'in doğumunu anlatırken bir yandan da ebe ile konuşur, onu uyarır; ona, doğurttuğu bebeğin geleceğine dair keyifli açıklamalarda bulunur.
anlatılanın bir anlatı olduğunun farkına vardırılması bir bakıma, brecht'in öncüsü olduğu yabancılaştırma efektlerinden biridir.

iki roman hem içerikleri hem biçimleriyle zevkli dakikalar yaşattılar bana.

...



"bir ölünün anıları" pinhan yayıncılık'tan çıkmış. haziran 2012 tarihli; çok yeni.
osman çakmakçı'nın rusça'dan çevirisi tatmin edici. kitapta dizgi hataları var; biraz daha özenilebilinirdi diye düşünüyorum. bir de; kapakta neden bir brueghel tablosunun kullanıldığını çözemedim.

"moliere efendi" ise everest'ten.
bu roman türkçede ilk defa 1985'te yayınlanmış, everest'teki baskısı ise yine çok yeni: şubat 2012.  özdemir ince'nin daha önceki baskılarda da kullanılan ve fransızcadan yaptığı çeviriyi, sabri gürses rusça aslıyla karşılaştırmış.
everest'in kapağı oldukça özenli, kitabın içeriğine ve bulgakov'a yakışan bir "tiyatrallik" içeriyor. kapaktaki "toplu eserleri" ibaresinden anladığım everest zaman içerisinde bulgakov'un bütün eserlerini (rusçadan çevirilerle) yayınlayacak. zaten 2012'de "üstad ile margarita"nın da, "moliere efendi" ile benzer bir kapak tasarımıyla bir dizi oluşturacak şekilde, rusça çevirisi everest'ten yayınlandı.
bu romanın, eski bir tarihte can yayınlarından çıkan ve sanırım rusça dışında bir dilden çeviri olan "usta ile margarita" adlı bir versiyonu ve ayrıca ntv yayınlarından çizgi-roman formatında bir baskısı da mevcut.

12 Ağustos 2012 Pazar

"Molière Efendi"den...




Gürültü çoğaldı. Kapı açıldı ve eşikte bir paltoya sarınmış, başında gece takkesi ve elinde şamdanla Moliere göründü.
“Ne yapıyorsunuz?” diye sordu.
“Hayat çekilmez!” dedi Chapelle ağlayarak. “Elveda Moliere, ebediyen elveda! Biz boğulmaya gidiyoruz.”
“Güzel bir tasarı,” diye yanıtladı Moliere kederle. “Ama beni unutmuş olmanız çok kötü bir şey. Sizi dostum sanırdım.”
“Haklı!” diye haykırdı altüst olan Jonsac. “Tam bir domuz gibi davrandık. Haydi gel sen de bizimle boğul Moliere!”
Bütün dostları Moliere’e sarıldılar ve sonra, “Haydi gidelim!” dediler.
“Pekala, gidelim,” dedi Moliere. “Ama biliyorsunuz dostlarım, akşam yemeğinden sonra boğulmak hoş bir şey değil, çünkü insanlar bunu içkinin etkisiyle yapmış olduğumuzu söyleyecekler. Böyle yapmamalıyız. Haydi, şimdi gidip yatalım, sabaha kadar uyuyalım ve saat onu çalınca, yıkanıp temizlendikten, uygun bir kılığa girdikten sonra başımız dik olarak ırmağa gideriz, hiç olmazsa herkes gerçek filozoflar gibi boğulduğumuzu görür.”
“Harika bir düşünce!” diye haykırdı Chapelle, Moliere’e bir kez daha sarılarak.
“Seninle yanı fikirdeyim,” dedi Jonsac, sonra başını şarap bardaklarının arasına sokup hemen uykuya daldı.


- Mihail Bulgakov
(çev.: Özdemir İnce)
Everest Yayınları

5 Ağustos 2012 Pazar

tatil filmleri


son 23 yılımın en uzun deniz/sayfiye tatilini yapıyorum; 24 günün yarısını çoktan devirdim bile.
programımda; gün ağırırken bilumum horoz sesi, gün içinde ara ara anıran bir eşek, havlayan köpekler ve rüzgar çanlarına eşlik eden sessizlik, berrak bir deniz, temiz hava bol rüzgar, günboyu gölgede kitap, dalından incir üzüm, köy pazarından taze sebze meyva peynir, balıkçıdan barbun levrek çipura, hamakta öğle uykusu, çıplak ayakla toprak var. akşamları 9’da ise “sinema saati”m, bazen “iki film birden”.
zamanında vizyonda kaçırdığım, festivallerde izleyemediğim, piyasadan 4.99 tl’ye aldığım, amazon’dan getirttiğim filmleri dizdim cd çantama; şeker kutusuna düşmüş çocuk gibi her akşam şöyle bir hepsine bakıp, hangisini seyretsem diye, seçimimi yapıyorum..
şimdilik hayalkırıklarım tatminlerimden fazla!

önce bazı hayalkırıklıklarım:
.film festivali’ndeki gösterimine biletim olduğu halde wiesniewki’nin tiyatro oyunu için yaktığım nikita mikhalhov’un “12”si günümüz rus toplumunun sosyal, ekonomik, kültürel portresini ortaya sermek için yola çıkmış ancak sonuçta abartılı, kaba ve maalesef sığ olmaktan kurtulamamış bir film.
."capturing the friedmans" adlı belgeseli ile olağandışı bir ailenin öyküsünü başarıyla anlatan andrew jarecki bu sefer başka bir sıradışı aile hikayesini kurmaca formatında ele almış. new york’un emlak zengini ailelerinden birine gelin giden orta sınıftan bir kızın (kirsten dunst) -günümüze dek aydınlatılamamış- ortadan kaybolma hikayesi. filmi seyredilir kılan tek öğe, kızın evlendiği psikolojik sorunlu varis rolündeki ryan gosling.
.“house of games” adlı olağanüstü filmi ve ayrıca keskin, sivridilli tiyatro oyunlarıyla takipçisi olduğum david mamet’ten entrikası vasat bir film: “redbelt”.
.gaspar noe’nin, festivalde “geceyarısı sineması”nda gösterildiği için izleyemediğim, ikinci filmi “irréversible”dan sonraysa şiddetle merak ettiğim ilk filmi “seul contre tous” bütün estetik ve biçimsel marifetleri ve kızgın haleti ruhiyesiyle bana biraz eskimiş, biraz anlamsız, biraz “çapsız” geldi.

şimdi de tatmin olduklarımdan bazıları:
.kanadalı kadın yönetmen léa pool’un “maman est chez le coiffeur” (annem kuaförde), kocasının onu başka bir erkekle aldattığını öğrenmesi üzerine evi terk eden annenin ardından bir yaz tatili sürecinde “büyüyen” ikisi erkek biri kız üç kardeşin öyküsünü anlatıyor. sean penn’li “olmak istediğim yer”in “artistik” büyü(ye)me(me) hikayesindense pool’un, hikayeyi(dünyayı) bütünüyle çocukların gözünden anlattığı (gördüğü) samimi, masum, ferah filmini çok beğendim. '60’ların sonunda geçen filmin kıyafetlerden ev eşyalarına, müziğinden görüntülerine başarıyla yaratılmış atmosferi de ayrıca takdire değer.
.beğendiğim başka bir büyüme/çocuk-ebeveyn ilişkisi/aile filmi, todd solondz’un “life during wartime”ının duygusu ise çok farklıydı: hınzır, muzur, iç acıtıcı ve melankolikti. solondz-vari karakterler galerisi ve coen’leri andıran diyaloglar eğlendirdiği kadar irkiltiyordu insanı.
.görselliği, kanıksadığımız walt disney, pixar veya japon animasyonlarından çok farklı; çizimleri renklendirmeleriyle ilüstrasyon tadında, grafik kalitesi yüksek enfes bir çizgi film de izlediklerim arasında: “my dog tulip”.
içeriği belki biraz tanıdık; köpeği olan herkesin [veya “sahibi olan her köpeğin”] başından geçen, bildiği, tanıdık hikayeler. ancak film, bıyık altı ingiliz mizahı ve ayrıksı tonuyla eğlenceliydi. j.r. ackerley'in romanından uyarlanan filmin yönetmenleri paul fierlinger ile sandra fierlinger.
."billy elliot" ve "hours" fimleri ile sevdiğim, tiyatro yönetmenliğinden gelen stephen daldry’nin, vizyonda izleyemediğim bernard schlink uyarlaması “the reader” (okuyucu) da beni memnun etti. anlattığı hikayeler ve başarılı oyunculuklar kadar, sanırım daldry’nin filmlerinde beni en çok cezbeden şey, onun, filmlerine sinemasallıklarını kaybettirmeden kattığı tiyatrallik.
her zaman mürebbiye kılıklı/fizikli olduğunu düşündüğüm kate winslet nihayet rolünü bulmuş; gardiyan rolünde çok başarılı; aldığı/topladığı ödülleri hak etmiş. ralph fiennes da, benzer şekilde, beden diline cuk oturmuş teredütlü, içkin avukat michael rolünde başarılı; yazık ki, oyunculuğunu konuşturduğu sahneler kurgucunun makasına kurban gitmiş [dvd’deki silinmiş sahneler kısmında izlenebiliyor].
ingilizlerin yaşayan en iyi tiyatro yazarlarından david hare’in senaryosunu yazdığı, yaşayan en iyi görüntü yönetmenlerden ikisinin, roger deakins ve chris menges’in gözlerinden yansıyan mükemmel görüntüleriyle “the reader” hüzünlü bir film. sanırım uzun zamandır, “yoksunluk” üzerine bu kadar iyi bir film izlememiştim. herhalde kitabı çok daha yoğun bir etki bırakıyordur; niyetim, ilk fırsatta okumak…



3 Ağustos 2012 Cuma

“Bir Ölünün Anıları”ndan...



“Bana tek bir şey söyle, Anna rolünü kime vermek istiyorlardı?”
“Doğal olarak, Ludmila Silvestrovna Pryakhina.”
Bunun karşısında büyük bir öfkeye kapıldım.
“Ne-ee? Ludmila Silvestrovna mı?” Masadan ayağa fırladım. “Şaka ediyor olmalısın!”
“Neden, yanlış olan ne?” diye soruşturdu Bombardov neşe dolu bir merakla.
“O kaç yaşında?”
“Bu, korkarım, herkes için bir sır.”
“Anna on dokuzunda! On dokuz! Anlıyor musun? Ama bu bile en önemli şey değil. En önemli şey bu rolü o oynayamaz!”
“Anna rolünü mü demek istiyorsun?”
“Sadece Anna rolü değil, hiçbir şey yapamaz o!”
“Ah, hadisene.”
“Hayır, sen hadisene! Zulmedilmiş ve haksızlığa uğramış bir kişinin dövünmesini temsil etmeye çalışan bir aktris; rolünü o kadar kötü oynuyor ki, bir kedi bile çılgına dönüp perdeyi paramparça ediyor, o kadın asla rol yapamaz.”
“O kedi gerizekalının biri,” diye cevap verdi Bombardov, benim öfkemin tadını çıkararak. “O kalp kası iltihabı ve nevrasteninden çekiyor. Günlerce bir yatakta oturuyor ve kimseyi görmüyor, bu yüzden doğal olarak çok korktu.”
“Kedinin nevrastik olduğunu biliyorum, bu konuda sana katılıyorum!” diye bağırdım. “Ama içgüdüleri sağlam ve sahneden de çok iyi anlıyor. Yanlış bir şey duydu! Anlıyor musun, kulak tırmalayıcı derecede yanlış bir nota duydu. Hayvan şok oldu!” 
...
-Mihail Bulgakov
(çev.: Osman Çakmakçı)
Pinhan Yayıncılık