pina bausch yapıtlarını, istanbul dışında ilk defa 2002 yılında seyretmiştim. hayatboyudostum burcu paris'e yerleşmişti, beni davet ediyordu.
burcu'nun yanında kalacağım tarihleri öyle ayarladım ki, pina bausch'un hem "agua"sının paris temsillerine hem de "kontakthof mit damen und herren ab '65 jahren"in paris'e trenle sekiz saat mesafedeki mullhouse'deki gösterisine gidebilelim.
"kontaktof"un biletlerini internetten almıştım ancak "agua"ya, theater de la ville'ın abone satışlarından geriye çok az bilet kaldığından satış yapılmıyordu. sadece; her gösteri için ayrılan 10-12 bilet, her temsilden 21 gün önce satışa çıkıyor, biletsiz parisliler gişe önünde sabaha karşı kuyruğa giriyorlardı.
burcu, theater de la ville'e yürüyerek beş dakikalık mesafede oturmasına rağmen, sabah çok erken kalkıp bilet almaya gitmemişti. bir sabah 8.00 gibi gidip bakmış, akşam bana telefon edip "gittim, bana alaycı alaycı baktılar, zaten 10 bilet varmış, kişi başı iki bilet, ilk beş kişiden sonrakiler boşboşuna gelmişlermiş!" dedi ve resti çekti: "ben sabahın köründe kuyruğa giremem!"
istanbul'dayken de bütün biletlerini ben alır, millet okulun bahar bayramı festivalinde eğlenirken, istanbul müzik festivali'nin 1.5 gün süren uzun kuyruklarına ben girerdim, alışıktım, iş başa düşmüştü.
neyse ki paris'e indiğimin ertesi günü, en son "agua" gösterisinden 21 gün önceye denk geliyordu; sabah 5'te kalktım, gittim kuyruğa girdim, ikinciydim, kişi başına verilen iki bileti aldım, zaferle çatıarasına döndüm.
nedense hayatta hep ikinci olmuşumdur; 20 sene önce iki haftalığına londra'ya gittiğimde sabahtan akşama tam bir gün "the phantom of the opera" müzikalinin kuyruğunda beklemiştim, yine ikinciydim, birinci amerikalı bir çocuktu.
şimdi düşünüyorum; turist olarak gittiğim bir şehirde bir tam günü kuyrukta geçirmek pek akıl karı değil; yine de tek defalık bir anıydı! aynı, sabahın köründe theater de la ville'ın önüne biraz geç gelenlere, aynı burcu'ya yapıldığı gibi, sizlere bilet kalmaz ki vurgusuyla alaycı alaycı bakma imkanımın tek defalık olması gibi.
"agua"nın son akşamına biletimiz vardı artık. ama ben herhangi bir pina bausch yapıtını tek bir kere izlemekle yetinemezdim.
iki akşam, kapıdan bilet bulurum niyetiyle theatre de la ville'in önüne gittim. ilk gidişimde başarısız oldum. tiyatronun önü, birbirinden yaratıcı, sempatik pankartlar ellerinde bilet arayan insanlarla doluydu. biri hala aklımda: "my kingdom for a ticket"
ikinci gidişimde benim de bir pankartım vardı. iki taraflı hazırladığım kağıdın bir yüzünde "looking desperately for 1 ticket" diğer yüzünde "in the mood for PINA" yazıyordu.
bir saat öncesinden gitmiştim; bir-iki dakika geçti geçmedi, pina bausch önümden geçip tiyatronun köşesindeki kafeye girdi. pankartımı fark etti mi emin değilim.
tiyatronun önü gittikçe kalabalıklaştı, bilet arayanlar çoğaldı. gelip geçenlerden ve tiyatroya girenlerden pankartıma gözü takılanlar gülümsemeden edemiyorlardı. bayağı bir sempati topladım. başka bilet arayan biri benim pankartımın önüne geçmeye çalıştı, videoya alındım, birileri fotoğrafımı çekti, başka birileri bana bilet bulmaya çalıştılar [bilseler ki ileriki bir tarihe zaten biletim var, döverlerdi herhalde] ama sempati yeterli değildi; bu ikinci seferde mutlaka içeri girmeyi başarmalıydım.
gösterinin başlamasına beş dakika kala gençten bir kız grubu yaklaşıp "biletimizi size vermeye karar verdik, pankartınız çok sevimli" diyerek elime bir bilet tutuşturdular. öylesine, parasını almadan.
"agua" ve "kontakthof" ile ilgili kendim için aldığım notları paris dönüşü bir yazıya çevirdim; hem pedro almodovar'ın "hable con ella" (konuş onunla) filmiyle ortalama seyirci bazında tanınırlığı artan, hem de bir yıl sonra hazırlayacağı istanbul projesi dolayısıyla istanbul'da haber konusu olan pina bausch'un son yapıtı "agua" hakkında bir yazının gazetelerin kültür-sanat bölümlerinin ilgisini çekeceğini düşünmüştüm. daha "konuş onunla" da türkiye'de vizyona girmemişti, biraz almodovar'dan da bahsediyordu yazı.
radikal ve cumhuriyet'e yolladım. cumhuriyet'ten hiç cevap gelmedi. radikal ilgilenir gibi oldu; kısaltmamı istediler, istanbul ile ilgili proje hakkındaki bilgileri genişletmemi istediler, ki ben bir izleyici olarak izlenimlerimi yazıyordum, iksv çalışanı değildim; değişen haliyle yeterince güncel bulmadılar. neticede yayınlanmadı.
zamanla bu işlerin tanıdık vasıtası ile yürüdüğünü anladım; daha sonraki senelerde paris'teki her pina bausch gösterisi ardından radikal'de imzalı bir yazı çıktı.
ilerleyen yıllarda pina bausch'un yapıtlarını yurtdışında daha sık izler oldum, kendim için notlar almayı sürdürdüm... zamanla kendi kurduğum bağlantılarla, özellikle pina bausch ve sidi larbi cherkaoui hakkında kaleme aldığım izlenim yazıları tiyatro dergilerinde yayınlanmaya başladı.
düzenli olarak yazılarımın çıktığı dergi kapanınca, ben de bu blogu oluşturdum. dergi küçük bir ad değişikliği ile tekrar yayına başlayınca, yazılarım tekrar yayınlanır oldu.
ancak tek bir yazım, 8 sene önceki "agua" ve "kontakthof" ile ilgili olan duruyor, bir yerlerde çıkmadı.
hazır "agua" bu sezon 27-29 ağustosta edinburgh'da, 19-21 kasımda wuppertal'de, 3-6 mart 2011'de tayvan'da sahnelenecek, yazımı bilgisayarımın diplerindeki tozlu dosyasından çıkarıp, çapaklarını alıp, fotoğraflarla zenginleştirip burada yayınlamaya karar verdim:
Soluğumuzu tuttuk, Pina Bausch’u bekliyoruz!
Tanztheater Wupperthal Pina Bausch, ağustos sonundaki İstanbul seyahatinden önceki son gösterilerini haziran ayında Fransa’da yaptı. Önce 14-15 Haziran’da Fransa-Almanya-İsviçre sınırındaki Mulhouse’de “Kontakthof, Mit Damen und Herren ab ’65”i sergiledi ardından da 18-30 Haziran tarihlerinde Paris’te “Água”yı.
“Kontakthof”, Pina Bausch’un ilk defa 1978 yılında sahneye koyduğu bir yapıtı; 2000 yılında gözden geçirilerek 65 yaşın üzerindeki kişilerle yeniden tasarlanmış ve “Kontakthof, Mit Damen und Herren ab ’65” (Balo Salonu/Buluşma Salonu, 65 yaşın üzerindeki Hanımlar ve Beyler ile) adını almış. Çalışmanın en önemli özelliği gösteride rol alan “65 yaş ve üstü hanım ve beylerin” küçük gazete ilanlarıyla bulunmuş olması.
Çeşitli salon danslarının müzikleri eşliğinde üç saat boyunca durmaksızın sahnede bulunan bu “65 yaş üstü hanımlar ve beyler” oyuncu olmayan, yani “-mış gibi” yapmayan “gerçek” insanlar. Yüzlerinde ve ellerindeki kırışıklıklar, uzun tempolu bir dans sonrasında nefes nefese kalmaları, bütün grupla yapılan bir dansta bazılarının hareketleri kaçırıyor olması bu çalışmayı doğal hale getiren, “gerçeklik” duygusunu pekiştiren öğeler.
Dolayısıyla kadın-erkek ilişkileri, sevgisizlik, yabancılaşma, geçmişe ve çocukluğa özlem, yalnızlık gibi fetiş Pina Bausch konuları bu 65 yaşın üzerindeki hanım ve beylerin sayesinde, hiçbir Pina Bausch çalışmasının şimdiye kadar olmadığı kadar “anlamlı” ve etkileyici hale gelmekte.
Bütün hanım ve beylerin sahnenin önüne sıralanıp uzun uzun ilk aşklarını anlatmaları... İçlerinden bir hanımın kenarda duran oyuncak ata binmek için seyircilerden bozuk para isteme girişiminin başarılı olması üzerine diğerlerinin de seyirciler önünde kuyruğa girmeleri... Hepsinin bir arada, Nino Rota’nın ünlü Amarcord müziği eşliğinde sahnenin en gerilerinden önüne kadar göbek dansı yaparak gelmeleri... Bir hanımın birbirinden değişik tonlama ve seslerle sayısız kere “liebling” (sevgilim) diyerek sevgilisini çağırması...
Daha başta her birinin teker teker sahnenin önüne gelip köle ya da et pazarındaymış gibi vücutlarını önden, arkadan, yandan sergileyerek, avuçlarını açarak, dişlerini ve saç diplerini göstererek kendilerini tanıtmaları... Ve son: bir çember olup dakikalarca dönmeleri, sanki kısırdöngü içinde değişmeden sürüp giden hayatlar gibi...
Tanztheater Wuppertal’in Fransa’daki ikinci durağı, artık bir gelenek haline gelen Paris turnesiydi.
Pina Bausch, son 10 yıldır her sene Haziran ayında 11 gösteriliğine Paris-Theater de la Ville’ın konuğu oluyor ve sondan bir önceki çalışmasını Parislilerin beğenisine sunuyor. Paris Pina Bausch’un, yurdu olan Wuppertal dışında, neredeyse bütün eserlerini sahnelendiği yegane kent olma ünvanına sahip.
Bu sene programda, geçen sezon Wuppertal’de prömiyer yapan “Água” vardı. “Água”, Pina Bausch’un –yakın zamanda hazırlamaya başladığı İstanbul Projesini saymazsak- “Kentler ve İnsanlar” serisinin son halkası; Tanztheater Wuppertal'in Brazil Goethe Enstitüsü, Sao Paulo Kenti ve Emilio Kalil ile ortak yapımı.
“Água”ya geçmeden önce, Parislilerin Pina Bausch’a ve onun çalışmalarına olan ilgilerinden kısaca bahsedilmeli. Pina Bausch ile Parisliler arasında yıllardır süregelen vazgeçilmez bir çekim kuvveti var ve bu sene bu daha da pekişti. Pedro Almodovar’ın son filmi “Hable Con Ella” (Konuş Onunla)’da Tanztheater Wuppertal’in "Cafe Müller" (Pina Bausch’un bizzat dansettiği iki yapıttan biri) ve "Masurca Fogo" adlı yapıtlarından görüntüleri kullanması belli ki Pina Bausch’un Fransız hayranlarının sayısını arttırmış. Hatta kendisi de bir “Pinasever” olan Almodovar, “Água”nın Paris prömiyeri için İspanya’dan özel olarak geldi. Ancak Parisli Pinaseverler bilet bulma konusunda Almodovar kadar şanslı değildiler.
Gösteri sayısı 11 gibi yüklü bir toplam olmasına rağmen, sezon başlangıcında yapılan abonman rezervasyonlarından geriye her gösteri için sadece 10-14 bilet kalmıştı.
Kalan biletler her gösteriden 21 gün önce satışa çıktı. İflah olmaz Pina hayranları her sabah saat 5’ten itibaren tiyatronun önünde kuyruğa girip öğleye doğru 11’de gişenin açılmasıyla, kişi başı 2 bilet olmak kaydıyla bu paha biçilmez koltuk numaralarına kavuştular. Sabah 7’den sonra gelenler kuyruğun ilk sıralarındakilerin alaycı bakış ve yorumları altında kös kös evlerinin/işlerinin yolunu tuttular.
Bilet bulamayan Pinaseverler son şanslarını gösteri günlerinde tiyatronun önünde ellerinde “bilet aranıyor” pankartlarıyla volta atarak denediler. İçlerinden yeterince şanslı bir-iki kişi her akşam kapıdan bilet bulup içeri girmeyi başardı.
Bütün bu bilet bulma stresine katlananları içeride bekleyense benzersiz bir “Bir Pina Bausch Yapıtı”ydı.
Bir portakalı soyarak iştahla yiyen bir kadın ve yanında onu öpmeye çalışan bir adam; kadının ve adamın ağızlarından çıkan şapırtılar birbirine karışmakta. Biraz sonra kadın portakaldan sıkılır, kalanını adama verir ve gider. Adam portakalı şapırdanmaya devam ederek yer, bitirir. Ve “Água, Bir Pina Bausch Yapıtı” başlar...
Sahne boş ve beyaz, arkada birbirinin içine giren kıvrımlı üç yalın duvar. Tek aksesuar, zaman zaman dansçılar tarafından sürülerek sahneye getirilen ve 60’ların tasarımlarını anımsatan beyaz, deri, ikili koltuklar ve sahnenin bir köşesinden fırlayan bir palmiye dalı. Ayrıca bazı sahnelerde duvarlar bir adam boyu havalanarak arkalarındaki Amazon ormanını görünür kılıyorlar. Sonlara doğruysa dansçılar ormandan kopardıkları kalın, büyük yapraklı bitkileri sahnenin tümüne yayarak salonun bütününü adeta Amazon ormanına çeviriyorlar.
Dekoratör Peter Pabst’ın yalın duvarları, 20. yüzyılın ikinci yarısında yoktan var edilen Brezilya’nın başkenti Brazil’in Oscar Niemeyer imzalı forma ve beyaza dayalı, masif, anıtsal mimarisine gönderme yapıyor sanki.
Tümüyle beyaz fon, Pina Bausch’un son dönem çalışmalarında kullandığı film projeksiyonunu da kolaylaştırıyor. Büyük bölümü hareketli görüntüler altında geçen “Água”da seyirci kendini bir anda bir kumsalda buluyor, ardından Amazon’un kıvrımlarında bir kayıkta, ardından çılgın dalgalar arasında sörf yaparken...
dekor eskizi (çizim: danzon)
Bossa Nova ezgileri eşliğinde sayısız anekdot ve dans birbirini takip ediyor. Brezilya’ya dair izlenimler, gözlemler, yorumlar ard arda kısa skeçlerle, solo ve toplu danslarla sahneye taşınıyor. Pina Bausch’un ilk defa 1978’de “Kontakthof” ile denediği parçalardan ve tekrarlardan oluşan kurgu, “Água” ile birlikte en yetkin seviyesine ulaşıyor.
Son dönem çalışmalarında (mesela “Masurca Fogo”da) kullandığı sahneyi bütünüyle kaplayan film görüntüleri, parçalardan bütüne ulaşmayı sağlayan atmosferi destekliyor. Ve seyirci ilk dakikalarından itibaren “hiç bitmese keşke” dileğiyle geçirdiği bir 2.5 saat sonrasında soluk kesecek derecede etkileyici olan “bütün”e ulaşmanın keyfini yaşıyor.
“Água” ile Pina Bausch bir kere daha çağımız insanının/toplumunun sevgisizliğe, iletişimsizliğe, yabancılaşmaya dair eleştirel portresini çiziyor. Brezilya izlenimleri bir araçtır sadece, aynı daha önce sayısız kentin olduğu gibi. Ancak bu “araç”ın, özellikle de Brezilya, Portekiz gibi Latin atmosferin ağır bastığı ülkelerde yaptığı çalışmalarında Bausch’un bakışını yumuşattığı ileri sürülebilir rahatlıkla.
Başyapıtları olarak görülen ilk dönem çalışmalarına (“Cafe Müller”-1978 ve “Le Sacre du Printemps”-1975) hakim olan sarsıcı ve karamsar bakış açısı ileriki çalışmalarında (mesela “Kontakthof”-1978) ironiyle beslenerek, tabir caizse “daha kolay yenir-yutulur” hale gelmiş, son dönem çalışmalarındaysa (“Masurca Fogo”-1998, “Água”-2001) yerini iyice neşeli, sıcak ve duyarlı bir atmosfere bırakmıştır.
Pina Bausch’un çalışmalarına damgasını vuran öğelerin başında “kadın” gelir. Her çalışmasında kadına erkekten daha fazla eğilen Pina Bausch, “Água” ile birlikte kadını tamamıyla merkeze oturtur. “Água” adeta kadının etrafında gelişir; kadının doğası, cinselliği, erkek ile olan ilişkisi, çocukluğunu arayışı, özlemi, hiçbir zaman tatmin olamayışı, cilvesi, kaprisleri, masumiyeti, korkuları, çaresizliği, kapana kısılmışlığı sahne sahne önümüzden geçer...
Eski bir Tanztheater Wuppertal dansçısı olan Marion Cito’nun tasarımı tiril tiril, incecik, “neşeli” desenli kumaşlardan hafif, uçucu elbiseler üzerlerinde, uzun saçlarını savurarak, başrol yine kadın dansçılardadır. Nazareth Panadero, Ditta Miranda Jasjfi ve Cristiana Morganti sololarıyla sivriliyorlar.
Erkek dansçılar ise, Dominique Mercy’nin yoğun ve hüzünlü solosu ve Rainer Behr’in, aynı “Masurca Fogo”nun o müthiş dinamik açılışındakine benzer dansı dışında adeta yardımcı rollerdeler.
Pina Bausch’un ve dolayısıyla “Água”nın yan temalarından biri ilüzyon.
Belli ki Brezilya’da hiçbir şey göründüğü gibi değil; imajlar, eşyalar, insanlar ardlarında başka görüntüleri saklıyorlar; her şey başkalaşmaya müsait gibi.
Dansçılar, geçit vermezmiş gibi duran kıvrımlı duvarların aralarından göz açıp kapayana kadar sahneye girip çıkıyorlar, bir sihirbaz çabukluğuyla ne zaman girdikleri, hangi ara çıktıkları anlaşılmıyor bile... Masif ve ağır etkisiyle yerinden oynatılamazmış gibi duran duvarların bir zaman sonra yavaş yavaş havalanarak ardlarında bir Amazon “jungle”ının belirmesi ne kadar beklenmedikse, ufak tefek te olsa bir kadın dansçının bir erkek dansçı tarafından sanki yer çekimi yokmuşçasına yavaş yavaş kaldırılması ve dört erkek dansçı arasında havada elden ele dolaştırılması da o kadar şaşırtıcı!
Bir ara sahnede, kıyafetlerinin bütününü kaplayan küçük ampülleri yakıp söndürerek birbileriyle iletişim kurmaya çalışan bir çift belirir... Başka bir sahnede mayolarla plaj keyfi yapan erkek ve kadın dansçılar vücudlarını, üzerlerinde gerçek boyutta çıplak kadın çizimleri olan havlularla örterek başkalaşırlar... Kadın dansçılardan biri, upuzun saçını her tarayışında taraktan beyaz bir tüy dökülür...
Pina Bausch’un fetiş temalarında biri de iletişimsizliktir. Pina Bausch her çalışmasında sahnedekilerle salondakiler arasındaki dördüncü duvarı yıkmaya çalışır, oyuncu-seyirci ilişkisini günümüz toplumunun yalnızlığı, iletişimsizliği bağlamında yeniden sorgular. “Água”da da benzer sahneler yaşanıyor; dansçılar seyircilere halis Brezilya kahvesi sunuyor, sevimli bir kadın dansçı hangi şehirden olduğunu sorduğu seyircilere, havaya attığı pabuçun düşüş şekline göre o şehirlerin ertesi günkü hava durumunu bildiriyor, bir erkek dansçı birkaç seyirciden elindeki “görünmeyen” ipin ucundan tutmasını istiyor...
“Água”nın bir başka yan teması karşıtlık. Bir sahnede şelale görüntüleri ve yoğun su sesi altında dansçılar ellerindeki derme çatma boru ve plakaları birleştirerek, arkada yüksek bir kottan akan suyu sahnenin önüne kadar getirerek, sevinçle altında yıkanıyorlar; “Su ülkesi”nde bin bir zahmetle sağlanan su, yine bu ülkeye has bir sevinçle karşılanıyor gibidir...
Beyaz ve masif duvarlarla çevrelenmiş steril ve minimal önsahne ile ardında beliren -dünyada belki de en saf haliyle var olduğu halde giderek insan eliyle bozulmaya yüz tutan- doğanın, bir anlamda Brazil ile Amazon’un oluşturduğu karşıtlık Bausch-Pabst ikilisinin Brezilya’ya dair en etkileyici okumalarından biri adeta.
Lizbon’lu “Masurca Fogo”da ikinci yarıyı sonlandıran su oyunları, bu sefer adını verdiği Brezilya’lı “Água”da finali oluşturuyor; bütün dansçılar sırılsıklam, bütün sahne su içindedir...
Pina Bausch ve dansçıları, Tanztheater Wuppertal’in “Kentler ve İnsanlar” dizisinin bir sonraki durağında yine bir su kentindeler, bu sefer İstanbul’dalar. 2003’te İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı ile Tanztheater Wuppertal’in ortak projesi olan çalışma ilk önce Mart ayında Wuppertal’de sahnelerek “work-in-progress” mantığıyla gözden geçirilecek, önümüzdeki Mayıs ayında da İstanbul’da prömiyer yapacak. Ve ardından da dünyayı dolaşacak...
Tanztheater Wuppertal’ın Hong Kong’u konu alan “Der Fensterputzer” (Cam Temizleyicisi)’ni 1998, Lizbon/Portekiz’i anlatan “Masurca Fogo”sunu 2000 yılında İstanbul Tiyatro Festivali’nde izleme şansına erişenlerin, Pina Bausch’un İstanbul’a bakışını sunacağı çalışmasını iple çektikleri kesin.
İstanbullu “Pinasever”lere heyecanlı bekleyişler!...
Çok yaratarıcı bir pankart olmuş. Yazı ise çok başarılı ve benzersiz bir tecrübe.
YanıtlaSilPaylaştığınız için teşekkürler
teşekkür ederim..
YanıtlaSil