27 Ağustos 2010 Cuma

louis malle filmleri


louis malle: sıradışı karakterlerin sıradışı hikayelerini, olağanmış gibi anlatan fransız yönetmen; yumuşak anlatım tarzıyla, belli etmeden her filminde yerleşik kabulleri altüst etmiş yönetmen.
58'de jeanne moreau'lu "les amants" gerek evli kadının eşini aldatma şekliyle gerekse sevişme sahnelerinin koreografisiyle ne kadar ses getirdiyse, ve hatta ingiltere ve amerika'da sansüre uğradıysa, 70'lerin sonunda brooke shields'i çocuk fahişe olarak oynattığı "pretty baby", 90'larda herhangi bir hollywood filmindeki sevişme sahnelerinden çok farklı, özgür ve rahat sahneleriyle "damage" bir o kadar sansasyon yarattılar.

ancak bence asıl ilginç olan louis malle'in, tabuları yıkarken ne provokatif, ne saldırgan ne de kızgın bir dili tercih etmesi [bknz: pasolini, pialat, bellocchio], tersine sanki alışılmadık bir şey anlatmıyormuş, göstermiyormuş gibi sakin, kendinden emin, doğal ve rahat davranması.
tuzu kuru burjuva bir aileden gelmesinden mi kaynaklanıyor filmlerindeki bu sakinlik, doğallık hissi yoksa, bütün fazlalıkları atarak sadece gerekli olana yoğunlaşmış usta sinemacı robert bresson'un asistanlığını yapmış olmasından, sinemaya belgeselle başlamış olmasından mı?

...


malle'den ilk 1991'deki festivalde "milou en mai" (mayıs'ta milou)'yu seyredip hayran olmuştum. [etrafta, 1-2 sene önceki "au revor les enfants" (hoşçakalın çocuklar)'ın ne kadar etkili bir film olduğu, hatta bir başyapıt olduğu konuşuluyordu. ben kaçırmıştım; bu filmi ancak yıllar sonra, önce vhs'den sonra da bir kültür merkezinde büyük perdede izleyebilecektim.]

"mayıs'ta milou"nun emek'teki gösterimi sırasında bir kaç kere elektrik gidip gelmiş, jeneratörün devreye girip çıkmasıyla da film durmadan kesilip kesilip tekrar başlamıştı. bu sinirbozucu olumsuzluğa rağmen; '68 olayları paris'i kavururken, taşrada oturan yaşlı annenin ani ölümü üzerine biraraya gelen fransız burjuva ailesinin günlük kaygılarını, miras kavgalarını, aile içi aşk hikayelerini kah eğlenceli kah hüzünlü bir dille anlatan film bütün salonu etkisi altına almıştı.
fransızların başarılı aktörlerinden michel piccoli'yi -nedense- hiç sevmememe rağmen, bir tek bu filmde ona katlanabilmiş, hatta şimdi geriye bakınca, -günümüzün moda deyimiyle- kendisiyle- empati bile kurabilmiştim. bu filmde yine kendisinden hiç haz etmediğim miou miou da oynuyordu; ve -nedense- bu filmde ondan da negatif elektrik almamıştım.

bunun nedenini, yıllar sonra, louis malle'in çoğu filmini tekrar arka arkaya dvd'den seyredip, sinemasına daha yukardan bakma imkanım olunca anladım sanıyorum: louis malle'in, filmlerinde yarattığı/yaşattığı karakterlerle kurduğu teklifsiz ilişki.
en sevimsiz olabilecek, en tasvip etmeyeceğiniz şekilde davranan karakterlerine; örneğin "le feu follet"de son 24 saatini yaşayan ve intihar edecek olan alain'e, "lacombe, lucien"de nazi işgali altındaki fransa'da naziler için çalışarak adam öldüren, yahudileri tehdit eden 17 yaşındaki okuma yazma bilmeyen "vahşi" lucien'e, "damage"de politik kariyerini ve mutlu ama heyecansız aile hayatını tehlikeye atma uğruna oğlunun sevgilisine tutkuyla bağlanan stephen'a; bile bir şekilde kızamıyorsunuz, hatta sempati duyuyorsunuz, anlamaya çalışıyorsunuz ve giderek anlıyorsunuz... hadi anlamasanız da yargılayamıyorsunuz!

...


1993'te sinemalara juliette binoche ile jeremy irons'lı "damage" geldi; yurtdışı ve yurtiçinde eleştirmenler filmi pek beğenmediler, ben ise hayran oldum.
kieslowski'nin fetiş bestecisi zbiegniew preisner'ın mükemmel ötesi müziği, bir sene önceki filmi "les amants du pont neuf" ile bütün seyirciler gibi beni de hipnotize eden juliette binoche başta olmak üzere rollerine cuk oturan oyuncu kadrosu (kendini aşka kaptıran jeremy irons, soğuk eş miranda richardson, aldatılan masum oğul rupert graves), ve josephine hart'ın sansasyonel romanının tutkuyu anlatan hüzünlü tonu beni büyülemişti.



o yıllarda, 70'li yılların kült filmleri tek tük yeniden vizyona giriyordu. [tony scott'un, schubert'in üçlüsü ve delibes'in lakme'si ile bezenmiş, gelmiş geçmiş en hüzünlü ve en iyi vampir filmlerinden biri olan; david bowie, catherine deneuve ve susan sarandon'lu "the hunger" (açlık)'ı bu vesiye ile sinemada seyretme imkanım olmuştu.]
malle'in de 70'lerin sonunda amerika'da çektiği iki film vizyona girmişti dünya sineması'nın küf kokan salonunda: "pretty baby" ve susan sarandon - burt lancaster'lı "atlantic city". iki film de hiç eskimemişti; 70-80'li yıllara nasıl hitap ediyorsa, 90'larda da aynı şekilde etkileyiciydiler.

"atlantic city"nin hemen başında "la casta diva" eşliğinde susan sarandon'un mutfak penceresi önünde portakal ile kollarını yıkadığı bir sahne vardır, ve kamera geriye doğru kaydıkça, karşı dairenin içine girip, burt lancaster'ın seyrettiğini görürüz; sinema tarihinin en mükemmel açılış sekanslarından biridir kanımca.

ilki new orleans'ta, ikincisi adı gibi atlantic city'de geçen bu filmler; konularının olağandışılığı ve oyunculuklarının mükemmeliği bir yana, malle'in, son yıllarında yaşamaya başladığı amerika'yı ne kadar iyi gözlemlediğini gösteren çok iyi filmler. bunda malle'in belgeselcilikten gelmesinin ve bu dönemde amerika üzerine de iki uzun metrajlı belgesel çekmesinin büyük etkisi olsa gerek.

...


malle'in son filmi "vanya on 42nd street" (vanya 42.cadde'de) de oynamıştı festivalde.
aklımda yıllar önce şehir tiyatrolarında hayran kalarak dört defa seyrettiğim leonid heifetz imzalı, müthiş kadrolu "vanya dayı" [eskici dükkanı serimde bir gün "vanya dayı"yı da yazacağım, kişisel tarihimin unutulmaz deneyimlerinden biri olarak], girmiştim alkazar'dan içeri.

malle'in vanya uyarlamasına başta biraz şaşırmış, ama seyrettikçe, bir oyunun ruhundan kaybetmeden ancak bu kadar başarılı şekilde başka bir zamana/mekana/bağlama uyarlanabileceğini fark etmiştim; enfesti.
anafikir çok basitti: manhattan'da yıkılmaya yüz tutmuş, terk edilmiş bir tiyatro binasında biraraya gelen oyuncular "vanya dayı"nın okuma provasını yaparlar.

mekan: görkemli günleri geride kalmış, metruk ama vakur, endamlı ama geçkin, bir zamanlar zengin olup da sonradan yoksullaşmış köklü aristokrat aileler gibi görmüş geçirmiş bir tiyatronun içi.
genel olarak çehov'un özel olarak vanya dayı'nın ruhunu ancak böyle bir mekan yansıtabilir, ona mükemmel bir fon olabilir, gerekli atmosferi yaratabilirdi.

sırf bu mekan seçimi bile yeterliyken malle başka bir hinlik daha yaparak uyarlamasını benzersizleştirmişti:
oyuncuların gerçek hayattaki (yani film içindeki) sohbetleriyle "vanya dayı"nın metnini içiçe geçirmiş; replikler oyundan mı, yoksa oyuncular kendi aralarında mı konuşuyorlar belirsizleştirmiştir. böylece oyuncuların gerçeği ile provasını yaptıkları oyunun kurgusu arasında geçişler bulanıklaşır; vanya dayı 42. cadde'ye, çehov amerika'ya taşınmış olur.

benim için "vanya 42. cadde'de" en az heifetz'in yönettiği şehir tiyatroları prodüksiyonu kadar etkileyici ve mükemmeldir.

...

louis malle o yıl, 1995'te vefat eder.

aradan yıllar geçer louis malle'siz. hayattayken her yeni filmini programına alan festival, bir toplu gösterim düzenlemeyi düşünmez. jeanne moreau film festivaline ozon'un filmindeki kısa rolü dolayısıyla davet edilir; halbuki moreau'nun sinemadaki çıkışını sağlayan malle'dir.



geçen sene, fiyatını uygun bulunca yurtdışından biri 4, diğeri 5 filmlik iki louis malle seti ısmarlamıştım. yıl içinde bir türlü fırsat bulamayınca bu yaza kaldı seyretmek.
tesadüf bu ya, arte'de 1.5 saatlik bir louis malle belgeseli ve bu setlerde olmayan "viva maria" ve "vie privee" filmleri oynadı. tam bir louis malle retrospekifi oldu; kendi kendime bir "louis malle toplu gösterisi" düzenlemiş oldum.



bu gösterinin en merakla beklediğim filmi, hiç kuşkusuz, malle'in 25 yaşında çektiği ilk filmi jeanne moreau'lu, 1958 yapımı "ascenseur pour l'échafaud" idi.
94-95 yazında rumelihisarı'nda serin, loş ve küçük bir home-office'de (o zamanlarda daha bu tabir de ortalıkta yoktu, kavram da) aynı enver ibrahim'in kudsi ergüner'li aşkın müziği ile tanışmam gibi, malle'in bu ilk filminin miles davis imzalı müziğine de aşina olmuştum. sevgili dostum nuray'ın usulca tanıştırdığı, tanıttığı nice güzelliklerden ikisi...
o zamandan beri, kapağında başına buyruk, fütursuz bir şekilde uzaklara bakan jeanne moreau olan albümünü ezbere bildiğim bu filmi pek bir merak ediyordum. beklentimi karşıladı.




daha sonra, 1963 yapımı "le feu follet"de de seyredip hayran kalacağım maurice ronet'yi de ilk defa bu filmde seyrettim.
ronet, özellikle ikinci filmde melankolik, hayata küsmüş, sıkılmış ve intihara meyilli protagonist alain'de çok iyi bir oyun çıkarıyor. ayrıca, bütün film boyunca üstünde taşıdığı gri balıksırtı kumaştan takım elbiseyle pek hoş ve karizmatik.
araştırınca öğrendim, meğer o takım ve diğer kıyafetler malle'inmiş; her ne kadar malle'in intihar etmek gibi bir girişimi veya meyli olmasa da, ronet'nin oynadığı karakter bir anlamda malle'in alter-egosuymuş. senaryoyu malle, yakın zamanda intihar etmiş bir arkadaşından esinlenerek yazmaya başlamış, o süreçte karşısına çıkan tam da bu konuyu işleyen pierre drieu la rochelle'in aynı adlı romanının uyarlamasına dönüştürmüş.
ronet'nin yanısıra filmde -fransız yeni dalga sinemasının fetişi- paris sokakları başrolde. sonlara doğru ise kısa bir rolde moreau'ya hayran kalmamak elde değil.





moreau ile malle'in hemen ilk ortaklıklarından sekiz ay sonra vizyona giren ikinci filmleri "les amantes" (aşıklar) da ikisinin filmografisinde önemli bir yere sahip; zira çoğu eleştirmene ve sinema kuramcısına göre, her ne kadar malle yeni dalgacılara mesafeli dursa da, estetik, yapım metodu ve ideloji olarak yeni dalga akımını etkileyen bir film.
başta da dediğim gibi "aşıklar" kadın cinselliğine getirdiği özgür bakış ve kadının eşini aldatmasını yargılamayan tavrı ile, gösterildiği yıllarda fransa'dan amerika'ya skandal yaratmış, sansüre uğramış.


bence hala bu tarafıyla alışılmadık, çarpıcı ama benim için filme dair daha önemli bir izlenim; çok sevdiğim brahms'ın 1 numaralı yaylı çalgılar altısı'nın eşliğinde sevgililerin ayışığında doğanın içinde yaptıkları romatik gezinti sahnesi. tabii bir de, moreau'nun hemen bu sahne öncesinde söylediği "aşk tek bir bakışta gizlidir" sözü.


...

louis malle 70'li yıllarda da tabu konular hakkında film yapmaya devam eder; '71 tarihli "le souffle au coeur"de ensest ilişkiyi konu eder.



'74 tarihli "lacombe lucien" ile '87 tarihli "au revoir les enfants" (hoşçakalın çocuklar) filmleri ise, louis malle çekene kadar fransa'da neredeyse hiç konuşulmayan, tabu kabul edilen nazi işgali sırasındaki fransız işbirlikçilerini ve yahudi düşmanlığını konu edinir.

malle, "lacombe lucien" ile ilk defa el attığı bu tabu konuya; eğitimsiz, toplum tarafından hırpalanmış, aklından çok içgüdüleriyle ve intikam duygusu ile hareket eden lucien'e çok benzeyen bir karakterin, katolik okulunun hademesinin, hikayenin kilit noktasında olduğu "hoşçakalın çocuklar"la geri döner; ancak bu sefer "lacombe lucien" kadar soğukkanlı ve mesafeli bir film değildir çektiği, çünkü bizzat yaşadıklarına dayanmaktadır.
"hoşçakalın çocuklar" ikinci dünya savaşı'nda bir katolik okulunda papazların sakladığı yahudi çocuklarının hikayesidir. tipik bir soykırım filmine nazaran sakin, dingin bir anlatım tutturmuş olmasına karşın film hüzünlü ve dokunaklıdır; konuşulmayanlar üzerinedir; derdini sözler yerine bakışlarla, gözlerle anlatır.
malle, çok içerden ve içten bir bakışla, olayları hiç süslemeden, abartmadan [tam tersi için bknz: quentin tarantino "inglourious basterds"in giriş sekansı] olduğu gibi ortaya koyar. film sinemasal dil açısından, malle'in çırağı olduğu usta robert bresson'a saygı niteliğindedir.
karın ince ince atıştırdığı, yerlerin hafifçe beyazlandığı bir kış günü, siyah pelerinleriyle okulun avlusuna dizilen erkek öğrencilerin arasındaki çocuk louis malle ile askerlerin götürmek üzere kapıdan çıkardığı arkadaşı yahudi çocuk arasındaki bakışma filmin akıllara kazınan görüntüsüdür.

...




louis malle'in göremediğim ve merak ettiğim iki filmi kaldı: amerika'da çektiği "my dinner with andre" ve jean-paul belmondo'lu "le voleur".

tabii, ustası olduğu ve büyük ses getiren belgesellerini saymıyorum; tour de france'ı konu edinen '62 tarihli kısa belgeseli "vive le tour" dışında hiç birini seyretmiş değilim.
1956 yılında cannes'da altın palmiye'yi alan, jacques-yves cousteau ile ortaklaşa yönettikleri "le monde du silence"ı, ama özellikle hindistan üzerine çektiği filmleri, hele de dört saatlik "l'inde fantôme" adlı şiddetle belgeseli merak ediyorum...





3 yorum:

  1. seni okumak büyük bir şans. Benim icin öyle. Bütün paylaşimlarin için sana özel olarak teşekkür etmek isterim. Ne emek, ne çaba, ne muhteşem bir bakiş, göz, kulak.. olaganüstü. çok çok teşekkürler..

    YanıtlaSil
  2. yapıtlarınızı -orijinal olarak görememiş olsam da internet üzerinden- hayranlıkla takip ettiğim ve çok beğendiğim sizin, yazılarım hakkında söylediğiniz bu güzel sözleriniz beni çok mutlu etti.
    teşekkürler..

    YanıtlaSil
  3. SEVGILI KEREM,
    BEN DE MY DINER WITH ANDRE'YI 80LI YILLARDAN BERI COK MERAK EDERIM.
    BULUR DA PAYLASIRSANIZ COK SEVINIRIM.
    SEVGILER

    YanıtlaSil