işte bir kaç güncel örnek:
berlin'in, yapımlarıyla günün nabzını tutan tiyatrosu schaubühne am lehninger platz geçen sezon oynamaya başladı "arzu tramvayı"nı.
yönetmeni, kurumun ayrıksı adamı thomas ostermeier değil, benedict andrews. ama oyuncu kadrosu topluluğun "starlarından" oluşuyor: blanche'da jule böwe, kowalski'de "benzersiz" lars eidinger. fotoğraflarından anladığım kadarıyla oyun, şaşmaz schaubühne tarzına sadık kalarak, orijinal mekan ve zamanından kopartılmış.
tam da bugünlerde londra'da donmar theatre'da sahnelenen "arzu tramvayı"nın en "cazip" tarafı ise blanche dubois'yı oynayan rachel weisz. oyunu sahneye amerikalı bir koreograf, rob ashford koymuş. kowalski'yi tanımadığım bir aktör, elliot cowan canlandırıyor.
oyun hakkında iyi eleştiriler de var, alacalı bulacalı olanlar da. neyse ki her türlüsünde rachel weisz'ın hakkı teslim edilmiş.
[michael winterbottom'un kıyıda kalmış bir filmi vardır: "i want you" (1998). adını elvis costello'nun aynı adlı şarkısından alan bu film bana göre tutku, saplantı, arzu üzerine yapılmış en etkileyici filmlerden biridir. iki şeyi; berberliğin (saç kesmenin, berber-müşteri ilişkisinin) aslında ne kadar "intim" bir alt-ton barındırabileceğini ve, filmin "arzu nesnesi"ni oynayan rachel weisz'ın ne kadar iyi bir oyuncu olarak varlığını ben ilk defa o filmde fark etmiştim. sonradan, maalesef ender olarak kalitesine uygun filmlerde oynayan weisz'ın, genç yaşına rağmen, blanche dubois karakterine çok yakışmış olacağını düşünüyorum.]
londra'daki yorumda bir de; aynı 1951'deki elia kazan imzalı film versiyonunda olduğu gibi, oyunun esas etrafında döndüğü karakter olan blanche'a yoğunlaşılmış olması takdir toplamış. [elia kazan'ın filmden önce yönettiği 1947 tarihli tiyatro versiyonunda kowalski'yi oynayan marlon brando'nun, jessica tandy'den (blanche) rol çaldığı, ve hatta elia kazan'ın filmi başta yönetmek istemeyip sonradan fikir değiştirmesinde, sinema sanatının imkanlarını (örneğin kurguyu) kullanarak blanche-kowalski dengesini daha doğru kurmak istemesinin yattığı söylenir.]
başka benzersiz bir kadın oyuncu, cate blanchett da blanche dubois'ya hayat vermeye hazırlanıyor.
ingmar bergman'ın fetiş oyuncusu ve eski eşi liv ullmann "arzu tramvayı"nı sydney theatre company'nin bir yapımı olarak yönetecek. oynadığı filmler kadar, yönetmenliğini yaptığı filmlerde de "kadın"a eğilen, "kadın bakışı"nı koruyan liv ullmann'ın "arzu tramvay"ına farklı bir yorum getireceğinden eminim.
1 ekim'de sydney'de prömiyer yapacak oyun kasım'da washington'da, aralık'ta new york'ta olacakmış.
son olarak; avrupa tiyatrosu'nun "haşarı çocukları"ndan leh krzysztof warlikowski, önümüzdeki sezon paris'te odeon tiyatrosu'nda sahneleyecek "arzu tramvayı"nı.
fransızca çevirisi olarak, zamanında jean cocteau'nun yaptığını değil, şimdilerde fransa'da pek tutulan (bu seneki avignon'da üçünü arka arkaya 11 saat süren, akşamdan başlayıp sabaha karşı biten bir maratonla olmak üzere, dört oyununu sahneleyen) lübnan asıllı kanadalı yazar-yönetmen wajdi mouawad'ın yapacağı yeni çeviriyi kullacak warlikowski.
başrollerde ise; kowalski'yi bir leh aktör, andrez chyra oynayacak, ve esas bomba: blanche'ı ise isabelle huppert canlandıracak! prömiyer 04 şubat'ta.
bize gelirsek; maalesef "arzu tramvayı"nın istanbul'da akılda kalıcı bir yorumunu seyrettiğimi hatırlamıyorum.
çok yıllar öncesinden, hayal meyal, kent oyuncuları'nın yapımını hatırlıyorum; blanche'ı oynayan yıldız kenter her zaman her türlü role bürünebilme becerisine sahip olsa da, kowalski rolünde müşfik kenter'in "biraz" yaşlı kaçtığını, o küçük yaşıma rağmen ben bile hissetmiştim.
bir kaç yıl önce ise, bu oyunu istanbul'da en son sahnelemeye yeltenmesi gereken kurum olan şehir tiyatroları'nın programındaydı, hem de "ihtiras tramvayı" adıyla! dayanamamış, kötü olacağını bile bile gitmiştim ve maalesef, beni hayal kırıklığına uğratmamışlardı.
filme çekildiği yıllarda amerikan sansürüyle başı oldukça derde girmiş bu oyunu, ne akla hizmet, ne amaçla, neyi anlatmak üzere sahnelemeye kalkıştıklarını anlamış değilim. neyse..
bizde bu oyun "hakkıyla" ancak özel bir tiyatroda sahnelenebilir; o da cesaretli ve yeniliğe açık olanında!
Kişisel tarih ya da, 'Berberliğin (saç kesmenin, müşteri-berber ilişkisinin) ne kadar 'intim' bir alt-ton barındırabileceği' gibi hoş çağrışımlar yapabilme kapasitesine sahip bir cümle üzerine...
YanıtlaSilberbere gitmekten hiç hazetmeyen biri olarak benim de ilk defa yukarıda adı geçen filmde kafamda soru işaretleri oluşmaya başlamıştı. bu cevapları belirsiz soru işretleri daha sonra Joel ve Ethan Coen kardeşlerin 2001 tarihli 'film-noir'ımsı filmleri Orada Olmayan Adam (The Man Who Wasn't There) filmindeki berber Ed Crane karakteri ya da anti-kahramanı ve onun 40'lı yıllar sonu Californiaesk berber dükkanı ile birlikte dönüşmeye başladılar. hayatına önce para sonra da anlam katma çabasıyla giriştiği her işte herşeyi eline yüzüne bulaştıran, elinden ve ağzından düşürmediği Chesterfield sigarasıyla (ki bir defasında filmi seyrederken saymıştım sanırım 42 sahnede sigara içiyordu...) önündeki koltuğa oturan müşterisinin kesilen saçlarının yere düşerken aldıkları biçimleri Pathetique ve Ayışığı sonatları eşliğinde izleyen samimi ve mahrem Ed Crane gibi bir berber bulana dek berberlerle ilişkimi düzene koyamayacağım. bir de o kitsch-art deco berber dükkanı... hani filmin ilk sahnesinde görünen, kapısının üstünde kırmızı-beyaz helezonik şeritlerin sarılı olduğu rüzgarla dönen aletin (eski bir Orta Çağ geleneğinin bugüne yansıması; eski zamanlarda berberler aynı zamanda ameliyat da yapan doktorlar oldukları için, yaptıkları ameliyattan sonra hastanın iyi olduğunu göstermek için kapılarına kanlı beyaz bir bez asarlarmış...) bulunduğu dükkan... o dükkana rastlayana dek, ucuz kolonya kokulu, kitsch İsviçre Alpleri resimleri ile donanmış, atyarışı haberleri seyredilen dükkanlarda saç kestirmeye devam... ne yazık! (bana tüm bunları hatırlatan bu güzel yazı için teşekkürlerimle…)