[Bu yazı 13.04.2021 tarihinde
unlimited dergisinde yayınlanmıştır.]
THE BIG CRYING ©Rahi Rezvani
Sahnenin önünde ve merkez aksında, seyirciye arkası dönük, üstü çıplak bir erkek duruyor. Sahnenin arka karanlığında, erkek ile aynı eksende, ucundan titrek ama güçlü bir ateş çıkan ince uzun bir boru konumlanmış. Borunun iki yanından hızlıca sahnenin önüne gelip giden, üstlerinde siyah kıyafetler olan erkek ve kadınlar ile üstü çıplak erkek karşılıklı sert, kesik ve hızlı tekrarlanan hareketler alıp veriyorlar; adeta istişare ediyorlar. Bu bir veda ritüeli sanki; her gelen üstü çıplak erkekle vedalaşıyor, onun bir parçasını, onunla bir anısını alıp gidiyor. Ama, bu bir başlangıç ya da ergileme töreni de olabilir; diğerleri doğmak, yaşamak, yaşamaya devam etmek ya da yetişkin olarak kabul görmek için üstü çıplak erkekten el alıyorlar belki de. O ise hem ileriki bir sahnede hem de yapıtın sonunda yerde dizlerinin üstündeyken, sonuna kadar açtığı ama ses çıkmayan ağzıyla, yüzü yere doğru eğiliyor. Ekrandan bile olsa, sözler ile tarif edilmesi zor bir acının duygusu geçiyor bana. O cehenneme açılıyormuş gibi olan ağızdan o sahnede çıkmayan ses, başka bir sahnede 18 dansçının tüyler ürpertici çığlıklarına dönüştüğünde ise acının ve dehşetin immateryal duygusu adeta maddeleşip bütün bedenimi kaplıyor. Ekran karşısında izlerken bile tüyleri diken diken eden, yüreğe oturan bu sahneyi, kimbilir o çığlıkların atıldığı mekanı fiziksel olarak paylaşıyor olsaydım nasıl deneyimleyecektim. Son bir yılda çevrimiçi olarak ekrandan izlediğim onca gösteri arasında beni en çok etkileyen an, ve bütün olarak yapıt bu olsa gerek.
THE BIG CRYING ©Rahi Rezvani
Yapıtın dramaturgu, 2020’in sonbaharında Goecke’nin babasının ölümünün ardından yaratım süreci başlayan The Big Crying (Büyük Çığlık) için koreografın en kişisel yapıtı nitelemesini yapmış. Her olağanüstü yaratım gibi bu da sadece yaratıcısının çıkış noktası ve kişiselliğiyle sınırlı kalmayıp, onu seyredenlerle genişliyor, evrenselleşiyor; hele de bir yılı aşan bir süredir dünyanın pandemi dolayısıyla yaşadığı bütün ek acıları, kayıpları, sıkışmışlıkları ve çaresizlikleri düşündüğümde The Big Crying’de çığlığa dönüşen sadece Goecke veya babasınınki değil bütün bunlar sanki.
Farklı tonlarda ve yüksekliklerde bağırış seslerinin tüyler ürperttiği sahnenin yanısıra, yapıttaki müzik seçimi de sıradışı. Ses peyzajının, bu yapıt için özel olarak endüstriyel seslerden üretildiğini zannettiğim kulak tırmalayıcı ve huzursuzluk verici kısımlarının, gösteri sonrasında program kitapçığına bakınca 1997 tarihli Extreme Music from Africa adlı albümden Rorogwela’nın Death Lullaby ile Electricity’nin Indlela Yababi isimli parçaları olduğunu öğreniyorum. Bu arafvari ve gürültülü ses peyzajının arasına giren şarkılar ise, Goecke’nin koreografi yoluyla dansçıların bedenlerinde yarattığı vahşi olduğu kadar kırılgan ayrıksılığın bir benzerini -bana göre- sesiyle ve şarkılarının sözleriyle üreten Tori Amos’a ait.
THE BIG CRYING ©Rahi Rezvani
The Big Crying, yıllarca Hollanda Dans Tiyatrosu (Nederlands Dans Theater) NDT’nin sanat yönetmeni olan efsanevi koreograf Jiří Kylián’ın 2002 tarihli 27’52” yapıtıyla birlikte, Souls made apparent başlıklı akşamda sahnelendi. 2013’ten beri konuk koreografı olduğu bu topluluğunun genç dansçılardan oluşan iki numaralı ekibi NDT 2’nin rol aldığı yapıt Marco Goecke’nin geçtiğimiz mart ayında imza attığı ve sahneden naklen olarak yayınlanan iki dünya prömiyeriden ilkiydi. Goecke’nin bu olağanüstü yapıtını kaçırmak istemeyenler NDT 2’nin ekstra olarak programına aldığı 20-21-22 Nisan 2021 tarihlerindeki We haven’t said enough başlıklı naklen yayını kaçırmasınlar. Goecke’nin yapıtına Johan Inger’in topluluk için 2020 mart’ında tasarladığı IMPASSE adlı işi eşlik edecek.
1972 Wuppertal doğumlu Goecke; Wuppertal denince akla ilk gelen, dünyaca ünlü koreograf Pina Bausch'un tedrisatından hiç geçmemiş, hatta kendisi hakkında yapılan 2016 tarihli Thin Skin isimli belgeselde 14 yaşında ilk defa okulca operaya gittiklerinden bahsedip, Bausch hakkında tek bir kelime etmeyen, Münih'te aldığı bale eğitimini Wuppertal'den kaçmak için fırsat olarak gördüğünü söyleyen, içinde veya kapağı açık olarak yerde duran siyah çantasındaki sosis cinsi köpeği Gustav’ı prova, turne veya televizyon çekimi olsun yanından hiç eksik etmeyen, hatta Paris Opera Balesi için 2019’da gerçekleştirdiği ilk yapıt Dogs sleep için ondan esinlenen, kendine has, ilginç bir kişilik.
Özellikle son 10 yılda Avrupa'nın yükselen koreograflarından biri haline gelen Goecke; kariyerine Scapino Ballet Rotterdam'a yapıt üreterek başlamış, o yapıtlarıyla ününü kazanmış. Goecke bir çok diğer ödülün yanısıra 2006'da prestijli Prix Nijinsky'i almış, NDT'ye yaptığı işlerle iki kere Hollanda'nın dans ödülü Zwaan'a aday olmuş, bir keresinde kazanmış, dans alanında ünlü Alman dergisi TANZ tarafından 2015 yılında geçtiğimiz on yıldaki sanatsal gelişiminin değerlendirildiği bir kararla Yılın Koreografı seçilmiş. Goecke günümüzde NDT’nin yanısıra Ballets de Monte Carlo, São Paulo Companhia de Dança, Ballett Zürich ve Pacific Northwest Ballet (Seattle) gibi dünyanın önemli dans topluluklarıyla düzenli olarak çalışıyor.
60’tan fazla yapıta imza atmış olan Goecke bana göre günümüz çağdaş dans dünyasında kendine özgü hareket tasarımı, kalitesi ve vokabüleri yaratmış az sayıdaki koreograftan biri. Onun bir yapıtını seyrettiğinizde tanımamanız mümkün değil; çok kendine has bir dünya yaratıyor sahnede ve bunu neredeyse sadece hareket tasarımıyla yapıyor. Goecke’nin koreografik estetiği; çoğunlukla gündelik jestlerin küçük parçalara ayrılıp sonra tekrar, takıntılı, sinirli veya anksiyeteye kapılmış gibi ve hızlı hızlı tekrarlanarak bir araya getirilmesinden oluşuyor. Goecke mimikleri ve sesleri de ustalıkla kullanarak insan bedenine bütünüyle yeni bir gözle bakışı sağlayan, ayrıksı ve özgün bir hareket dili yaratıyor. Yapıtlarının genel estetiği ise; briyantinle yapıştırılarak bıçak gibi yandan ayrılmış saçları, koyu renk pantolonlu kostümleri ve genellikle erkeklerin üstü çıplak bırakılmış dansçı figürlerinden ve bütün bunlara eşlik eden sıradışı müzik seçimlerinden oluşuyor. Goecke yapıtlarında ne komplike ışık tasarımlarına, ne video görüntülerine, ne de devasa, dönen, kalkan inen, dökülen, fışkıran sahne tasarımlarına ihtiyaç duyuyor. Goecke sahne mekanını genellikle bir boşluk olarak ele alıp, onu bedenlerin ayrıksı hareketleriyle yarattığı duygu dünyaları ile dolduruyor.
DER LIEBHABER ©Ralf Mohr
Goecke’nin geçtiğimiz günlerde dünya prömiyeri yapan ikinci yapıtı, 2019/20 sezonundan beri genel sanat yönetmeni olduğu Hannover Devlet Balesi (Staatsballett Hannover) ile Der Liebhaber (Sevgili) idi. Goecke’nin bu toplulukla sahnelediği ilk yeni ve bütün akşamı kaplayan yapıt olan Der Liebhaber bir yıl önce ilkbaharda prömiyer yapacakken, tahmin edileceği üzere, pandemiden dolayı bu sezona ertelendi. Pandeminin yeni dalgasından dolayı Almanya’daki tiyatrolar bu kış da açılamayınca, yapıt Goecke’nin talebiyle bütün topluluğa ve çalışanlara haftada üç kere yapılan kovid testleriyle kontrol altında tutulan yoğun bir prova süreci sonrasında sahneden naklen yayın olarak 27 Şubat 2021’de dünya prömiyerini yaptı. Der Liebhaber, Goecke’nin gençliğinden beridir başucundan düşürmediğini ve defalarca okuduğunu söylediği, gençken gittiği psikologun hakkında “Sarhoş, patolojik yaratık” demesiyle daha da ilgisini çekerek bağlandığı Marguerite Duras’ın otobiyografik öğeler de içerdiği bilinen, 1984 tarihli aynı adlı ünlü romanının bir uyarlaması.
DER LIEBHABER ©Ralf Mohr
Goecke Duras’ın romanını koreografik anlatıya dönüştürürken hikayeyi birebir aktarmıyor, hikayenin içerdiği duygularla, durumlarla ve figürlerle ilgileniyor. 70 dakikalık yapıtın ilk on dakikasında, 1930’ların Hindiçin’inin (günümüzün Vietnam’ının) sokaklarından sesler ve sanki sokakta çalınmakta olan geleneksel müzikler eşliğindeki sololar, duolar ve topluluk dansları bizleri hikayenin protagonistlerinden bağımsız ama hikayenin geçtiği yerin ve zamanın duygusuna hazırlıyor, atmosferine sokuyor. Bu 10 dakikanın sonrasında, hikayenin protagonistini, yani başındaki erkek şapkasıyla 15 yaşındaki yoksul Fransız kızı sahnede ilk gördüğümüzde Debussy’nin La Mer (Deniz) başlıklı ünlü yapıtını da duymaya başlıyoruz. Goecke’nin müzik seçimi yine benzersiz. Su öğesinin, nehir ve denizin metindeki önemi bir yana, Debussy’nin içinde Uzakdoğu esinleri de barındıran La Mer’i; önce kızın cinselliğinin içinde dalga dalga belirmesini, sonra kendisinden yaşça büyük zengin Çinli sevgili ile karşılaşma sahnesinde yanyana aynı yönde hareket etmeleriyle ikilinin arasında gelişmeye başlayan tutkunun dalga dalga artmasını ustaca aktaran koreografiye eşlik ediyor. Çok sonra, Goecke’nin yapıtın ikinci yarısına yerleştirdiği, bence dans tarihine geçecek güzellikte ve sıradışılıktaki pas de deux’de ise ikilinin ruhlarını dalga dalga kaplayan şehvetli sevişmeyi oldukça soyut bir yorumla seyrediyoruz. Bu sahneye ilginç, pek bilinmeyen bir müzik, Lili Boulanger’in D’un soir triste (Hüzünlü bir akşam hakkında) bestesi eşlik ediyor. Goecke ikili arasındaki cinsel ilişkiyi yapıtın genelinde sadece bu tek yoğun sahnede konu ederek sanki Jean-Jacques Annaud’nun romandaki şehvete odaklanmış 1992 tarihli film uyarlamasını Duras’ın beğenmemiş olmasına da saygısını göstermiş oluyor. Goecke Annaud’ninkinden farklı olarak romandaki bütün kişilerin arasındaki, bazen tutkuyla, bazen öfkeyle, bazen özlemle, bazen korkuyla örülü duygusal gerilimleri detaylı olarak ele almış. Dolayısıyla sadece kız ve Çinli sevgilisi arasındaki değil, kızın psikolojik olarak dengesiz annesi, öfkeli abisi, melankolik erkek kardeşi, Çinli sevgilinin otoriter babası ve kızın kaldığı yurttaki kız arkadaşı da yapıtın ağırlıklı figürleri olarak çıkıyor karşımıza. Goecke bunu yaparken, aynı romanın düz bir çizgi takip etmeyen, parçalı anlatısı gibi olayları düz bir çizgide anlatmıyor, hatta seyircinin bir dans gösterisi formatı için girift sayılabilecek çok kişili hikayeyi takipte sorun yaşaması bakımından risk de alarak, olaylardan ziyade kişilere ve onların duygularına odaklanıyor.
DER LIEBHABER ©Ralf Mohr
Yakın tarihli bir söyleşide; Duras’ın edebiyatını gizemli bulduğunu “Okursunuz ama bulanık kalır, çok az olay vardır…” sözleriyle, Duras’ın Yazmak isimli kitabında yazmaya dair söyledikleri ile kendisinin koreografiye bakışı arasında paralelliği ise “Hiçlik ilgimi çekiyor. Herhangi bir koreografi yapar yapmaz, onun hemen tekrar yitmesini istiyorum” sözleriyle dile getiren Goecke’nin Duras uyarlaması yitip gitmeyecek ama. Tiyatrolar tekrar açılıp, topluluklar turne yapmaya başladığında, bana göre dünyanın her yerinden teklif alacak kadar güçlü bir uyarlama olan Der Liebhaber‘i, o zamana kadar beklemek istemeyenler, cüzi bir bilet fiyatına çevrimiçi naklen yayın olarak seyretmek için 13 veya 18 Nisan 2021 tarihlerinde Hannover Devlet Balesi’nin internet sitesinden izleyebilirler.