29 Mayıs 2020 Cuma

festivallerin çevrimiçi versiyonları



salgın günleriyle birlikte müzisyenler, orkestralar, tiyatro kurumları, dans toplulukları önce arşivlerini açtılar, sonra evlerde çekilen videoları paylaştılar, ardından salgın günlerine özel küçük ölçekli ve kısa video yapımları (okumalar, sahnelemeler, günlükler, sohbetler, konuşmalar, konserler) üretip yayına soktular.
bütün büyük bahar ve yaz festivalleri programlarını iptal etti.bazı festivaller ise şimdilerde, salgın kuralları esnetilmişken, yine belirsizlikle örtülü de olsa, revize ettikleri programlarla seyirci karşısına çıkmaya hazırlanıyor (en yeni haber, 2020'de 100. yılını kutlayacak olan, yaz festivallerinin anası salzburg festivali'nin bu yıl kısaltılmış da olsa gerçekleşeceği yönünde). gösteri sanatlarının amiral gemileri olan festivallerin çoğu ise bu yazı pas geçecek gibiler. küçük festivallerden bazıları ise, hemen daha salgının ortasındayken bile çevrimiçi versiyonlarını devreye soktular. aslında bu çok iyi oldu. bu denemeler kültür-sanat dünyasındaki herkes için tecrübe biriktirmeye başladı.
işte onlardan bir seçki:
.


bunlardan ilki 24-27 nisan'da bu yıl "THE SHOW MUST GO ON - LINE" başlığıyla düzenlenen, aerowaves'in spring forward festivali'ydi. format olarak her yıl avrupa'nın bir şehrinde düzenlenen, 3 günlük olan ve avrupa'nın genç koreograflarına alan açan bu festival, bu yılki çevrimiçi versiyonunda da 3 gün sürdü ve tam tamına 22 gösteri yayınladı. bunlardan biri türkiye'den ekin tunçeli'nin "bir şey"i idi. festival sadece gösteri yayınlamadı, söyleşiler, soru-cevap seansları, fuayeden anlık görüntüler gibi fikirler ile seyirci ile iletişimi canlı tuttu. bu festival hakkında daha fazla izlenim okumak isterseniz, şu yazıyı tavsiye ederim. (yazının dili ingilizce)
.


utrecht'in spring (bahar) festival "SPRING on Screen" başlığıyla 14-23 mayıs tarihlerinde çevrimiçi program hazırlayanlardandı. programda müzik videosu, belgesel, makale, dans filmi, podcast gibi etkinlikler vardı. bunların hepsi 31 mayıs'a kadar festivalin sitesinden izlenebiliyor.
festival 13 sanatçıya utrecht'teki billboard'lara asılmak üzere, içinde yaşadığımız dönemin anlam ve önemine dair afişler tasarlatmış. hepsi birbirinden anlamlı! işte onlardan bir kaçı:






iki etkinlik ise çevrimiçi olma durumunu kullanıyordu. bunlardan biri canlı yazı (live writing) idi. ingiliz yazar sonia hughes festival fiziksel olarak gerçekleşseydi, yapmayı öngördüğü işin mantığını çevrimiçi'ne taşıdı. hughes 21 mayıs'ta üç seansta ev, dünya vatandaşlığı, bölge, ırk gibi konulardaki düşüncelerini canlı olarak internete yazdı ve dileyenlerin takip etmesini olanaklı kıldı. her metin 24 saat sonra internetten silindi.
diğer çevrimiçi etkinlik ise, festivalin son günü zoom'da gerçekleşti: yıllar önce idans festivali'nde istanbul'a da konuk olan lotte van den berg'in, building conversation isimli sanat oluşumu ile birlikte gerçekleştirdiği "digital silence". işin künyesi işin içeriği ve katılımcı etkileşimi konusunda çok şey söylüyor: "Guided by Lotte van den Berg Developed by Peter Aers, Lotte van den Berg en Daan ’t Sas in collaboration with Mara van Nes, Bram Vreeswijk and all the people who participated during the online experiments we did."
.


spring forward'ı kaçırdım, ancak şu aralar devam etmekte ve ileriki günlerde başlayacak olan  çevrimiçi festivalleri takip etmeye çalışıyorum.

torino'da yerleşik olan ve 2020'de 20. yılını kutlayan çağdaş dans festivali interplay'in düzenleyicisi mosaicodanza programı ikiyi ayırmış: bir kısmını 20-30 mayıs arasında çevrimiçi gerçekleştiriyor, eylül-kasım aylarında ise, her şey yolunda giderse, diğer kısmını tiyatro salonlarında gösterecek.
çevrimiçi festivalin programı göz kamaştırıcı: geçen yıl tanz im august'ta "R.OSA_10 exercises for new virtuosities" adlı solo işini seyrettiğim silvia gribaudi'nin "digital"i, (la)horde'un "ta da bone"u, yine geçen yıl utrecht'te seyrettiğim "the way you sound tonight" ile beni hipnotize eden arno schuitemaker'ın "if you could see me now"u ve daha pek çok gösteri.

şöyle de güzel bir programlama yapmışlar. bir akşama bir uzun (30-40 dakikalık) bir kısa (10-15 dakikalık) olmak üzere iki gösteri koymuşlar. uzun olanının koreograf ve dansçılarıyla önceden yapılmış çevrimiçi söyleşiler de yayının başına veya sonuna ekleniyor. bu haliyle yaklaşık 1.5 saatlik bir akşam programı ortaya çıkıyor. söyleşilerin ingilizce altyazılı olduğunu da belirtmeden geçmiyim. bu programlar canlı yayınlandıktan daha sonra da festivalin youtube kanalından izlenebiliyor.  orada ne kadar tutulacağına dair ise bilgim yok.

.


bu yılki versiyonunu çevrimiçine çevirmiş bir diğer dans festivali 29 mayıs-7 haziran tarihlerinde gerçekleşecek olan dublin dans festivali. "digital capsule" başlığını verdikleri festivalde interplay20/20'den farklı olarak onlar her gün bir çevrimiçi gösterim var.
festival dans severlere; dans filmleri ve belgesellerden tutun, makalelere, augmented reality atölyesine, "yürüyüşüm dansımdır" mottolu ünlü koreograf keersmaeker'in yürümenin koreografiye nasıl dönüştüğü anlatmasından, yürüyüşünüze eşlik edecek müziklerin paylaşımına, dans ilgili bir bilmece partisinden çocuklara dj setine bayağı çeşitlilik içeren renkli bir program hazırlanmış.

festival; pina bausch'un tanztheater wuppertal topluluğunda misafir dansçı olarak yer almış, istanbul esinli "nefes"inde de dans etmiş olan, sidi larbi cherkaoui ile ortak projeleri "play" ile istanbul'a da gelen benzersiz hint dansçı shantala shivangappa hakkındaki üç belgeselle başlayacak. ilerleyen günlerinde maguy marin ile ilgili de bir belgesel yayınlanacak.

.



lizbon'da gerçekleşen BoCa çağdaş sanat bienali de bu yılki versiyonunu çevrimiçine döndürenlerden bir diğer sanat etkinliği.
24 nisan'dan beri devam eden BoCa Online 30 haziran'a kadar sürecek. ağırlıklı olarak portekizli güncel sanatçılara ve onlarla yapılmış "online conversations" (çevrimiçi sohbetler) başlıklı sohbetlere yer veren bienal youtube kanalından her cumartesi gecesi canlı bir performans yayınlıyor.
30 mayıs cumartesi genç fransız koreograf/dansçı françois chaignaud merakla beklediğim "yawning" isimli 12 dakikalık bir performans sunacak. chaignaud'yu özellikle merak etmemin nedeni, bausch'un vefatından sonra topluluğun bausch dışındaki koreograf/yönetmenlerin sahnelediği orta metrajlı işlerden oluşan akşamın koreograflarından biri olması. o programdaki yapıtı biraz acemiceydi, bausch gibi bir efsanenin topluluğuna iş üretmenin altında ezilmiş gibiydi ama genç fransız koreograflar arasında en aykırılardan biri olarak kabul ediliyor. takip etmekte fayda var..

22 Mayıs 2020 Cuma

"İnce Memed 3"ten...


"...
"Biliyorum Ağam... Beni iyi dinle, içimi yakanı söylüyorum sana. ben ölümden  korkmuyorum. Ölüm bizim, bugün değilse de yarın er geç yolumuzdur. Ondan korkan insan olmaz. Ben kurşunla ölmekten korkmuyorum. Benim derdim başka..."
Battal Ağa düşünceli, uzun parmaklarını çenesinde dolaştırıyor, onu can kulağıyla, her sözüne önem verdiğini belli ederek dinliyordu.
"Benim derdim büyük dert. Allah kimsenin başına vermesin böyle bir derdi. Düşman başına bile... Ben Abdi Ağayı öldürdüm, onun yerine Kel Hamza geldi. Onu da öldürdüm, bakalım kim gelecek. Ali Safa Beyi öldürdüm. Şimdiye kadar onun yerine birisi gelmişti, onu da öldürdüm diyelim bak Kerimoğlunun da başına Sabit Bey konuvermiş, hem de gökten inmiş. Senin başında da Molla Duran Efendi var... Benim bütün bu öldürmelerim neye yaradı, bunu desene bana Battal Ağam? Binini öldürsem, iki bini gelecek..."
Battal Ağa kahkahayla gülünce Memed bir tuhaf oldu.
"Şimdi anladım senin derdini," dedi Battal Ağa. "Bir iyice anladım." Hem konuşuyor, hem de gülüyordu. "Sen de beni iyi dinle İnce Memed..." Diz üstü çöküp sesini dikleştirdi. "İnce Memed öldürülecek onun yerine Ali Memed gelecek, o da öldürülecek onun yerine Hasan Memed gelecek... O da öldürülünce Veli Memed gelecek... O da, o da, o da... Sen ne sanıyorsun oğlum Memed, İnce Memedler bitecek mi sanıyorsun? Her insanın içinde bir mecbur kurdu, bir İnce Memedlik, bir Köroğluluk kurdu var. Köroğlu gitti İnce Memed geldi. İnsanoğlunun içinde bu kurt oldukça insanoğlu ne olursa olsun yenilmeyecek. Sen insanoğlunun içindeki kurtsun, ne olursan ol, nereye gidersen git. İşte insanoğlunun içindeki bu kurt yiterse, insanlık da işte o zaman insanlıktan çıkar. İnsanoğlu içindeki bu kurdunu yitirmeyecek ona kıyamete kadar gözü gibi, yüreği gibi bakacak. O kurt insanoğlunun şah damarı, atan yüreğidir. Senin içindeki kurt da, işte insanlığın bu kurdudur."
..."

-Yaşar Kemal
Toros Yayınları

13 Mayıs 2020 Çarşamba

ressamlarım - 4 : león spilliaert



yapıtlarıyla ilk olarak brüksel'e gidişimde, kraliyet güzel sanatlar müzesini gezerken karşılaştım. çizimlerinin önünden ayrılamadım. beni hipnotize etmiş gibi önlerinde çakılı bıraktılar. uzun süre..
müzenin kitapçısında hakkında ingilizce veya almanca yayınlanmış kitap yoktu, fransızca-flamanca kalın bir kitap vardı, dilleri bilmesem de onu aldım.
ressamın adı: león spilliaert.

bütün yapıtlarından çok etkilendim, herhalde hepsinde kendimden bir şeyler buldum. bir tanesi ise çok özeldi: "kırmızı kaşkollu genç adam". kumsala vuran dalgaların ayaklarını yaladığı, boynundaki turuncu-kırmızı kaşkolun rüzgarda dalgalandığı adam.. akıllı telefonum olduğundan beridir, ekranında bu resim var, bilgisayarımın da, blogumun arka planında da. keşke her daim o genç adamınki gibi ayaklarımı deniz, bedenimi rüzgar okşasa.. ufuğa, uzaklara baksam.. toprak ile su, kara ile deniz arasındaki o kumsalda, arafta kalsam..


ben bu resmi caspar david friedrich'in "deniz kıyısındaki keşiş" tablosuyla eşliyorum. bir çok yönden (anlam, bakış, renk, kompozisyon) birbirlerini aynalıyor ve tamamlıyorlarmış gibi geliyor benim için. friedrich'in tablosuna duyduğum hayranlık bu tabloya olan düşkünlüğümü de arttırıyor sanırım..

"ressamlarım" serimin daha önceki paylaşımlarından da fark edilebileceği üzere, yapıtlarında ilüstratif niteliği ağır basan ressamlar beni çekiyorlar. tabii bir de; koyu renkli, karanlık atmosferli, melankolik içerikli yapıtlar üretenler. ekspresyonist olanlarına ise özel zaafım var.
leon spilliaert de onlardan biri. belçikalı bir ekspresyonist. 1881'de doğmuş, 1946'da ölmüş. iki dünya savaşını yaşamış; üretimi nasıl da kasvetli olmaz. bir de, çoğunlukla hastaymış..















spilliaert kumsallar çizmiş; enginlere uzanan ama ıssız.. en fazla bir figür var, ya bir adam, ya bir kadın, ya bir kulübe.. genellikle geceleyin.. gölgeler var; dolunay spot olmuş sanki, ama kendisi gözükmüyor.. belki de alacakaranlık hüküm sürüyor..

spillaert az figürle, geniş çizgilerle, neredeyse monokrom resimler üretmiş.. mürekkep kullanmış, pastel, kara kalem kullanmış, suluboya yapmış.. yağlıboya resimleri ise çok az; toplam 4500 resim arasında sadece 61'i. belki o yüzden uzun süre ciddiye alınmamış..

müthiş bir grafik hissi ve kalitesi var üretimlerinin; bazen hipnotik, çoğunlukla melankolik ve tekinsiz..






spillaert doğduğu ve yaşadığı, belçika'nın deniz kıyısı kasabası ostend'de kumsalda geceleri uzun yürüyüşler yaparmış.. beni etkileyen yapıtlarının çoğu da işte bu yürüyüşlerden çıkmış olanlar..

spillaert'in sadece karanlık, monokrom, gri, gizemli ve melankolik değil; renkli, neşeli ve aydınlık yapıtları da var. ama onların çoğunda da yine, diğerlerinde baskın olan tekinsizliğin, nedense garip bir huzursuzluğun izleri seziliyor.. yalnızlık ve sessizlik hakim yapıtlarına, ama aynı yapıtlardan çığlıklar da yükseliyor sanki; boşlukların, ıssızlığın çığlıkları.. bir zamanlar o boşlukları doldurmuş, bir zamanlar o yollardan geçmiş, o kumsallarda yürümüş insanların sesleri..





spillaert'in sanatında biraz valloton, biraz munch, biraz ensor, biraz redon görmemek imkansız.. redon'a benzeten sadece ben değilim; sanat tarihçileri iki sanatçının ortak noktasının, resimlerindeki rüya benzeri atmosferi yaratan pastel kullanımı olduğunu belirtiyorlar.

spilliaert 21 yaşında brüksel'de, edgar allan poe gibi sembolist yazarların kitaplarını yayınlayan edmond deman'ın yayınevinde ilüstratör olarak çalışmış. bu dönemde, deman'ın kendi kütüphanesindeki maeterlinck'in bütün oyunlarının olduğu üç ciltlik "theatre" adlı kitabını da resimlemiş; 770 sayfa çizim!

sanırım poe, maeterlinck gibi yazarların spilliaert'in dünyasına etkileri büyük. hele de otoportrelerine (tam 38 tane ve hepsi 1907-1908 aralığında yapılmış) baktığınızda kesif bir poe havasının hissedilmemesi imkansız. ve tabii ki munch. o ne delici, dehşet, huzursuz bakışlar..






"kafamın içi sanki dumanla dolu" demiş bir zaman. portrelerindeki saçlara bakınca o dumanları görüyorum.. ülsermiş, uykusuzluk çekermiş, o yüzden gece yürüyüşlerine çıkarmış.. yani anlaşılan  etkileyici yapıtlarının çoğunu hastalığı sayesinde yaratmış.. 





belki mimar olduğum içindir, spilliaert'in manzaralarının, atmosferi dışında beni en çok etkileyen özelliği seçtiği bakış açıları, perspektifleri ve ufuk çizgisini yerleştirdiği konumlar. bakış ya çok aşağıdan yukarı doğru, ya çok çok yukardan ama manzarayı bambaşka bir şekilde kadraja yerleştirerek; büyük boşluklar bırakarak mesela.. öyle ki neresi yeryüzü neresi gökyüzü, belirsizleşiyor.. ki boşluklar var ama nefes almaya izin vermiyor, tam tersine nefesi daraltıyor.. boşluklardaki figürler rahat değil, yalnız ve tedirginler.. ve üstüne üstlük bir de o devasa boşluğun izin verdiği daracık alan, sıkıştırılmış detaylarla boğulmuş; çıkışsızlık hissi çoğalıyor. 

ve resimlerindeki kara lekeler.. kah gölgeler, kah silüetler, kah figürlerin kendileri.. 





bu yazıyı hazırlamaya çok zaman evvel başlamıştım, araya korona günleri girdi. o zaman haberim yoktu, şimdi yazıyı bitirmek için tekrar başına oturunca keşfettim meğer 2020 şubat-mayıs aylarında londra'da kraliyet akademisi'nde spilliaert'in belçika dışındaki ilk önemli sergisi açılmış (ve tabii korona nedeniyle kapanmış). yaklaşık 80 tane yapıt varmış sergide. çoğu müze gibi kraliyet akademisi de bir güzellik yapmış, sanal olarak sergi turu videosu hazırlamış. küçük boyutlu/düşük çözünürlüklü bir versiyonunu buraya koyuyorum. dileyen bağlantıya tıklayıp videoyu büyük boyutta da oynatabilir.




9 Mayıs 2020 Cumartesi

"İnce Memed 2"den



"O gece Seyranın gözüne hiç uyku girmedi. Sevincinden içi içine sığmıyor, dolup dolup boşanıyordu. Bir tatlı, büyülü, yumuşacık, sıcacık bir düş içinde yüzüyor, ağır, kokulu, ılık bir şeyler, sevgiye, şefkata, merhamete, dostluğa benzer bir şeyler damarlarında hızla dolaşıyor, kanı çektiği acılardan temizleniyor, rahatlıyordu.
Seyran gün doğmadan yataktan çıktı. Tüm bedeni, saçları, derisi tırnakları, gözleri kulaklarıyla doğan güne karşı gerindi. Sonsuz bir mutluluk düşündeydi. Bostan, ayak bileklerine kadar gelen, çakıltaşlarının arasından cığıl cığıl akan su, söğütler, mavi bir bulut gibi gelip sazlığın yeşilinin üstüne inen kelebekler, çınarlar, kuşlar, Köse Halil, her şey, her şey bir mutluluk kıvılcımında onun yöresinde kımıldanıyordu.
Sonsuz bir ürpermede gerinirken, bazı bütün bedeni yalıma kesiyor, ateşler içinde kalıyordu. Dokunsan elini yakan.
Doğudaki dağların başı ağardı. Şimdiye kadar gün doğmadan önce dağların başının ağardığını hiç görmemişti. Gün doğmadan önce usuldan seher yeli esiyor, toprak buğulanıyordu. Kuşlar ötüşüyorlardı. İri, kanatları ıslanmış gözüken mavi, sarı, mor, kırmızı kelebekler uçuşuyorlardı. Arılar, çekirgeler, karıncalar uyanıyorlar, yuvalarından dışarıya, ıslak toprağın üstüne çıkıyorlar, doğan günü bekliyorlardı. Yeryüzü, gökyüzü, ağaçlar, sular, çiçekler, hayvanlar, kuşlar, böcekler sabırsız bir uyanmanın telaşında, doğacak günün sevincindeydiler. Her şey güzeldi, her şey sevinçten uçuyordu. Az sonra gün doğdu. Seyran günün doğuşunu da böylesine hiç görmemişti. Gökyüzü açıldı, hayal meyal tatlı bir mavide. Tertemiz, pırıl pırıl, yunmuş arınmış, gıcır gıcır bir gökyüzü. Gökyüzünde hiç bir bulut yoktu. Bir tek kuş bile geçmiyordu.
Seyran Savruna doğru yürüdü. Söğütler arasındaki büvete koştu. Bu anda anadan doğma soyundu, kendini kaldırdı Savrunun büvetine attı. Yüzdü. Uyumlu, biçimli, ince uzun bedeni çakıltaşlarının aklığında, sereserpe... Olanca sevinciyle yatıyordu. Soluk soluğaydı. Bir gören olur diye hemen giyindi. Hiç böyle bir su, hiç böyle doğan güneş, hiç böyle bir gökyüzü görmemişti. Hiç böyle bir dünyaya doğmamıştı. Dünya bir dost kıvancı içinde kaynaşıyordu. Pul pul bir sevinç yağıyordu dünyanın üstüne.
Köy de uyanmıştı. Islak saçlarını örerek köye girdi. Karşısına ilk olaraktan Ali Ahmet çıktı. Beli genç iken bükülmüş, yetmişlikti. Durdu, Seyranın yüzüne baktı baktı:
"Ne olmuş sana böyle kız?" dedi. "Gülüyorsun kız. Bir de meleklere benzemişsin. Ne oldu sana?"
..."

- Yaşar Kemal
Toros Yayınları