Fotoğraf: Tibor Bozi
Almanca konuşulan ülkelerdeki tiyatro dünyasını olabildiğince takip etmeye çalışan biri olarak, son yıllarda Türkiye asıllı Almanyalı yönetmen Ersan Mondtag’ın adını çok duyar oldum. 1987, Berlin-Kreuzberg doğumlu Ersan Mondtag “Akgün” olan aile soyadını, kelimelerin Almanca’daki bire bir anlamlarıyla “Mondtag”a çevirmiş.
Mondtag’ın; gerek Almanca coğrafyasındaki en prestijli tiyatro etkinliği olan Berlin Tiyatro Buluşması’na (Berliner Theatertreffen) üç defa davet edilmiş olması, gerek Münih Oda Tiyatrosu’ndan (Münchner Kammerspiele) Berlin Topluluğu’na (Berliner Ensemble), Hamburg Thalia Tiyatrosu’ndan (Thalia Theater) Viyana Burg Tiyatrosu’na (Burgtheater) Alman kültürünün fethedilmemiş son kalesi tiyatronun en prestijli kurumlarında işlerinin sahneleniyor olması, gerekse de yönetmenlik dışında kostüm ve sahne tasarımı yapıyor olması, ona duyduğum merakı arttırdı. Tabii, işlerinin görselleri de ilgimi fazlasıyla cezbetti. Görsellerden edindiğim izlenim Mondtag’ın biçimsel tarzının; çarpık ve abartılı çizgileriyle 20. yüzyıl başı Ekspresyonizm akımını andırdığı gibi, canlı renkleri, kartonvari kostümleriyle animasyon/çizgi roman estetiğinden ve yine yüzyıl başı Der Blaue Reiter ressam grubunun sanatından besleniyor olduğu idi. Mondtag’ın çoğu işinde sadece yönetmenlik yapmayıp sahne ve kostümleri de kendisinin tasarlıyor olması, tahayyül ettiği dünyayı seyircinin karşısına bütünsel olarak çıkarmasına yarıyor olmalı. Mondtag’ın, gözkapaklarına gözler çizilmiş oyuncuların bütün oyunu gözleri kapalı oynamaları gibi ilginç mizansen fikirleri kullandığını okumuş olmak da heyecanlandırdı beni. Sahnelediği oyunların listesine şöyle bir göz gezdirdiğimde ise "Oresteia" gibi Antik Yunan tragedyalarından, “Haydutlar" gibi damardan Alman klasiklerine, Sibylle Berg gibi yaşayan genç yazarların metinlerinden, hikayesini bütünüyle Mondtag’ın kendisinin oluşturduğu sözsüz yapımlara uzanan bir çeşitlilik içeriyor olması umutvericiydi. Mondtag yakın zamanda, ilk defa bir opera da sahneledi; Antwerp-Ghent şehirlerinin ortak opera kurumu Opera Vlaanderen için 1910’lu-20’li yılların popüler opera bestecisi Franz Schrecker’in “Der Schmied von Gent” (Gent’in Nalbantı). Mondtag Mart sonunda da, yaşadığı şehir Berlin’in üç ödenekli opera kurumundan biri olan Alman Operası Berlin (Deutsche Oper Berlin)’de Rued Langgaard’ın 1920’lerde bestelediği “Antikrist”ini sahneleyecek.
Fotoğraf: Birgit Hupfeld
Ocak sonunda Köln’ün, tiyatro alanında Almanya’da adından söz ettiren önemli ödenekli tiyatro kurumu Schauspiel Köln’de (Tiyatro Köln) Mondtag’ın yakın zamanda prömiyer yapmış yeni bir işini, “Die Verdammten” (Lanetliler)’i seyretme imkanım oldu. Mondtag, Tiyatro Köln için daha önce de oyunlar sahnelemiş, bu sefer ise Luchino Visconti’nin ünlü 1969 tarihli “La Caduta degli Dei / Die Götterdaemmerung / The Damned” isimli filmini uyarlamış.
Von Essenbek ailesi, soyadındaki “von” ekinden de anlaşılacağı üzere Almanya'nın soylu, aristokrat ve köklü bir ailesidir ve zenginliğini çelik endüstrisine borçlu bir hanedandır. Visconti von Essenbeck ailesini 400 yıllık ünlü Alman çelik hanedanı Krupp’tan esinlenerek yaratır. Hikaye baba Baron Joachim von Essenbek'in, şirketin yeni yöneticisini de açıklayacağı 80. Yaşgünü yemeğinde başlar. Baron von Essenbek'in bir oğlu ve bir kızı vardır. Oğlu Konstantin kaba, düz ve yüzeysel bir adamdır, derdi sadece güç ve paradır, müzikle uğraşan oğlu Günther'i küçümser, ilerleyen zamanda nazilerin polis teşkilatında görev alacaktır. Baronun kızı Sophia ise duldur; şirketin yönetimindeki hırslı ve sınıf atlamak isteyen Frederich Bruckmann ile ilişkisi vardır. Sophie ile Frederich şirketi ele geçirmek için, ailenin uzak kuzenlerinden Wolf von Aschenbach'la birlik olur. Wolf ilerleyen zamanda Nazi ordusunda SS subayı olacaktır. Konstantin ile Sophie-Frederich-Aschenbach üçlüsü rakiptirler. Akşam yemeğinde Baron von Essenbeck kendisinden sonraki şirket yöneticisi olarak Konstantin'i seçtiğini açıklar. Aynı akşam yemeğine davet edilmiş, hatta Baron'un malikhanesinde kalan şirketin müdür yardımcısı Herbert Thalman ise komünisttir ve hikayenin başladığı akşam yemeği sonrasında ülkeyi terk etmek zorunda kalacaktır. Çünkü aynı gece Baron yatağında onun silahından çıkan mermilerle öldürülmüş olarak bulunur, ancak cinayeti planlayıp, işleyip onun üzerine atan Sophie-Frederich-Aschenbach üçlüsüdür. Herbert'in karısı Elizabeth ise yurtdışına kaçmış kocasına karşılık ülke içinde önce rehin tutulup, ilerleyen zamanda Dachau’da yakılacaktır.
Essenbeck'lerin hikayesi Nazi Almanyası tarihinin köşe başlarıyla paralel ilerler. Komünist müdür yardımcısının kaçtığı, baronun öldürüldüğü, kapitalist sağ görüşün şirket yönetimine geldiği akşam yemeği sırasında Berlin'de Reichstag (Millet Meclisi) yangını gerçekleşmektedir; yani Almanya'da solcu ve komünist avının başladığı ve ülkenin bütünüyle sağ ve faşist görüşe teslim olmasına neden olan (ve aslında aşırı sağın tam da bütün bunlar olsun diye gizliden gizliye kendisinin düzenlediği) o tarihi olay. Bilindiği gibi başa geçtiği ilk yıllarda Hitler rakipsiz değildi. Aynı, şirketin yönetimine oynayan rakipler gibi, Almanya'da da polis teşkilatının palazlanmasıyla aşırı sağın içinden Hitler'e karşı bir hareket çıkmış; ülkede polis-asker kıskacında kanlı bir iktidar savaşı hüküm sürmüştü. Hitler kendi safından çıkan bu karşı hareketin önünü Uzun Bıçaklar Gecesi’nde, polis teşkilatının önde gelenlerini bir kamp toplantısı gecesinde katlettirerek aldı. Hitler ancak bundan sonra rakipsiz ve tek güç olarak Almanya'nın başına geçebildi.
Şirketin başında olması dışında, polis teşkilatının da üst düzey yönetiminde bulunan Konstantin Uzun Bıcaklar Gecesi’nde ordu yanlısı Frederich-Aschenbach ikilisi tarafından öldürülür. Nasıl, Hitler devleti bütünüyle ele geçirmişse, şirketi de böylece Sophie-Frederich-Aschenbach üçlüsü ele geçirmiş olur. Ancak şirketin başına bu üçünden biri değil, Sophie'nin kukla gibi yönettiğini düşündüğü oğlu Martin von Essenbeck geçmiştir, çünkü Konstantin öldükten sonra Baron’un tek resmi varisi odur. Martin'i, hikayenin başındaki yaşgünü yemeğinden itibaren takip ederiz zaten; politikayla ve şirket yönetimiyle ilgilenmeyen, ancak hem pedofil hem de annesiyle ensest ilişkisi olan sorunlu bir kişidir. Ruhsal olarak sağlıklı olmayan birisi şirketin başına geçmiştir, aynı, ruhsal olarak sağlıklı olmayan Hitler'in bir ülkenin başına geçmesi gibi. Sanki von Essenbeck ailesi Almanya'yı temsil etmektedir. Hitler'in ülkeyi ve giderek dünyayı cehenneme sürüklemesi gibi Martin de içinde bulunduğu hanedanı vahşi bir sona doğru götürecek, annesi Sophie ile sevgilisi Frederich’i zehirleyerek öldürecektir.
Fotoğraflar: Birgit Hupfeld
Tiyatro Köln’ün eski bir fabrikadan dönüştürülmüş Depot 1 isimli büyük salonuna girdiğimde, alttan aydınlatmayla dramatik etkisi daha da arttırılmış kırmızı kadife perdeyle; perde açıldığında ise bir yandan kar yağarken, kelimenin tam anlamıyla kar altında kalmış ve arkası yoğun bir sis bulutuyla kaplı bir malikhanenin iç mekanıyla karşılaşmak ve bir tiyatro gösterisinin başlangıcı için uzun sayılabilecek bir süre boyunca uzaktan gelen rüzgar uğultusu ve gökgürültüleriyle oyunun atmosferinin içine girmek benim için oldukça etkileyici ve oyunun devamı için vaatkardı.
Bir anda mâlikhanenin asma katında beliren hayaletimsi yaşlı figürün yandaki gösterişli merdivenden yavaşça aşağıya, büyük yemek masasına inmesiyle birlikte sahne önünde karlar altında yatmakta olan ve kafalarındaki maskelerden anladığım kadarıyla bir nevi kötü ruhları temsil eden bedenler de ayaklandılar. Mekânın aydınlanmasıyla, büyük yemek masasının arkasındaki duvarda Adolf Hitler’in devasa bir bebeklik fotoğrafının asılı olduğunu fark etmek de heyecanlandırdı beni.
Ancak bu andan sonra her bir protagonist cartlak renkler ve keskin çizgilere sahip kostümler içinde ve grotesk bir makjayla sahneye geldikçe, aslında temelde Alman aristokrasisinin ve üst-sınıfının; pedofil, ensest ve homoerotik soslu dekadantlığını ve güç-iktidar-rekabet üçgeninde gerçekleşen kanlı cinayetlerle Nazizimin yoluna nasıl taşlar döşediğini, nasıl onun hizmetine girdiğini anlatan Visconti’nin hikayesi bir ucubeler gösterisine dönüştü ve anlamını yitirdi.
Mondtag sanki Nazi ideolojisinin hayranlık duyduğu romantik Alman ruhunun temsilcisi ressam Caspar David Friedrich’in tablolarından ödünç aldığı atmosferik peyzajın içine, aynı ideolojinin Dejenere Sanat (Entartete Kunst) olarak yaftalıyıp yasakladığı Ekspresyonizm ve Der Blaue Reiter sanat akımlarının temsilcisi ressamların tablolarından fırlamış gibi duran rengarenk figürleri yerleştirmiş. Sahnede yaratılan, görsel olarak oldukça etkileyici bir tabloydu. Ancak, anlam olarak bakıldığında taşlar yerine oturmuyor, görsel dünya Visconti’nin hikayesine iğreti olarak giydirilmiş gibi duruyordu.
Mizansenin; hiç bir şekilde günümüzle ilişki kurmaması bir yana, bize sahnede karlar altında geçen geleneksel bir Alman masalının peyzajını ve bu peyzaj içinde ben diyim Der Blaue Reiter siz diyin B-tipi Holywood filmlerinden ya da Disney karakterleri gibi dolanan figürleri seyrettiriyor olması, ve dolayısıyla hikayeyi, değil geçtiği özgün tarihsel dönem olan 1930’larda, daha da eskilerde, hiç bir şekilde anlamsız ve hiç bir şeyle ilişkisiz bir masal zamanında geçiriyor olması, bana göre büyük bir aymazlık.
Visconti’nin “Lanetliler”i; AfD partisinin öncülüğünde yükselen faşizm dalgasının yaklaşan bir tehlike ihtimalinden çıkıp çırılçıplak bir gerçekliğe dönüştüğü günümüz Almanya’sında, bütün bu iklimi hazırlayan, yaratan ve yeşerten olgular üzerine düşünmek için müthiş bir imkan sağlayan altyapıya sahip bir metinken, Mondtag tam da kucağına gelmiş bu cevherden faydalanamamış, faydalanmadığı gibi onu heba da etmiş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder