kendimi bildim bileli müzikalleri sevmişimdir; yazları dedemlerin garajının üzerindeki terasta sitedeki çocuklarla müzikli oyunlar sahneleyecek kadar.. film festivali'nin müzik ve sinema bölümü olduğu eski yıllarından birinde balmumcu sinema-tv enstitüsü'nde "batı yakasının hikayesi"ni seyrettikten sonra, geceyarısı eve yürüken filmin açılış sahnesindeki sharkların sokakta dans edişlerini yapmaya çalışacak kadar.. salı akşamları trt'de gösterilen "damdaki kemacı", "neşeli günler" için uykusuz kalmayı göze alarak.. "hello dolly" ise bir cumartesi akşamı oynamıştı sanırım..
herhalde bende bu ateşi yakan haldun dormen'in "hisseli harikalar kumpanyası" olsa gerek.. tabii bir de; ilkokuldayken defalarca levent'teki melodi sinemasında izlediğim "grease"..
lisedeyken, annemin arkadaşı nerma teyze londra dönüşlerinde bana müzikal plakları hediye getirirdi; sonraları ben ona ısmarlamaya başlamıştım: "the phantom of the opera", "les miserables", "evita", "cats", "jesus christ superstar", "chess", "miss saigon", "show boat" ,"aspects of love", "starlight express"..
1990 sonbaharında londra'ya gitme imkanım olunca, kaldığım 17 günün her akşamında, bazen matine ve suare olmak üzere bir müzikal, tiyatro, opera veya konser izlemiştim. derek jacobi, richard harris, john malkovich şansıma londra sahnelerinde yakaladığım sanatçılar olmuşlardı. ama sanırım o dönemde beni en çok etkileyenler müzikallerdi.
malum, "the phantom of the opera"ya bilet bulunmuyordu, ama her gün o akşamki gösteri için belli sayıda bilet satışa çıkıyordu gösteriden 1-1.5 saat önce. londra'daki bir tam günümü kuyrukta geçirmiştim; sabah 11:00'de girmiştim, ikinciydim, birinci amerikalı bir çocuktu, günboyu sohbet etmiştik..
müzikaller, hayatta hala en iyi arkadaşım olan burcu ile üniversitenin ilk günlerinde tanışma vesilesi de olmuştu. istanbul'da kaç kişiyle "damdaki kemancı'da zero mostel mi daha iyi bir performans çıkarmıştır yoksa topol mu?" sorusunu tartışma şansınız olabilir!
burcu, robert kolej kızlar yatakhanesinde etüd ablalığı yaptığı için okul kütüphanesinden eski müzikal plakları alır bana verirdi, ben onları ikimiz için de kasete çekerdim.
eskisi kadar heyecanla olmasa bile hala müzikalleri seviyorum. llyod webber gözümden düşeli çok oldu, ancak boublil & schönberg ikilisinin "les miserables" ve daha sonraki hitleri "miss saigon"unu hala keyifle dinlerim; iki müzikali de londra seyretmiş olmak mutlu eder beni. ikisi de melodileri, düetleri, balladları, üçlü-dörtlü şarkıları, dramatik yapılarının kuruluşu, müzik-içerik bağlantısı ve orkestrasyonlarıyla hala severek dinlediğim yapıtlardır; hala ezberimde olan şarkılar bile vardır içlerinde.
...
60'larda olduğu gibi hollywood'da ne zaman yeniden bir müzikaller furyası başlayacak diye nafile beklerken; arada "chicago" oscarları süpürse de, "evita" ardından "the phantom of the opera" film versiyonlarıyla pek başarılı işler değildi. "les miserables" ise yıllardır sinemaya uyarlanacak dendi dendi, hep kötü roman uyarlamaları yapıldı.
müzikaller 21. yüzyılda pek bir naif kalıyor; kabul etmek lazım!
bir sürü başarısız, etkisiz denemeden sonra sanırım, robert wise'ın "west side story" filminden beri ilk defa tarzı olan bir müzikal-film yapıldı: tom hooper'ın yönettiği "les miserables".
oyuncular çok çok iyi, sahne tasarımı-kostümler iyi. ancak ne garip ki (belki de "garip" değildir; "tiyatronun büyüsü"dür); sinemanın sağladığı bütün olanaklara rağmen, eğer bir yapıt tiyatroda başarıyla sahneleniyorsa, onun etkisi sinema uyarlamasından çok daha güçlü oluyor. maalesef tom hooper'ın bütün gayretlerine rağmen film, trevor nunn imzalı özgün londra prodüksiyonu rejisi kadar etkili değil. örneğin; müzikalin zirve anlarından biri olan "one day more" sahnesi. bu sahnede hikayenin bütün karakterleri kendi açılarından geleceğe dair umutlarını anlatırlar; solo olarak başlayan şarkı, düete dönüşür, giderek üçlü, dörtlü, beşli olur, sesler çoğalır, şarkı aynı anda ama farklı vurgularla söylenir, arkada halkın oluşturduğu koronun da katılmasıyla doruğa ulaşır; ve sahne arkadan gelen kuvvetli bir ışıkla yıkanmış büyük bir fransız bayrağının bütün karakterlerin üzerinde sallandırılmasıyla sonlanır. tiyatroda muhteşem bir etki yaratan bu sahne, filmde maalesef, anlatım olanaklarının çokluğuna rağmen sönük kaldı; her biri başka bir mekanda olan karakterlerin kurgusu büyük, etkili, tek ve bütün bir duyguyu yaratamadı. biraz hayal kırıklığıydı.
yine de filmi bence özel yapan iki artı var: ilki hooper'ın portrelere odaklanmış olması. yakın çekimlerle yüzlere odaklanmış hooper. geniş açılar, görkemli çekimler çok az. müzikal sahnesinde hiç bir zaman bu kadar yakından göremeyeceğiniz oyuncuları, -miş gibi yaparken değil de gereçekten şarkı söylerken izlemek etkiyi arttırıyor. ve tabii, enfes solo şarkılara (fantine'in, cosette'in, eponine'in soloları; jean valjean'ın, javert'in ve marius soloları) sahip bir müzikalde oyuncuları yüzlerine odaklanarak yakından izlemek bambaşka bir keyif.
buradan da ikinci artıya geliyorum: çekimlerde oyuncuların şarkıları canlı icra etmiş olmaları. bu detayı bilmese bile insan, oyuncuların şarkıları söylerken ki sesleri, nefesleri, vurguları o kadar gerçek ki (ve demin dediğim gibi, uzak çekimlerle saklanmıyor ki), hikayenin ve karakterlerin bütün duyguları perdeden seyirciye geçiyor. o kadar ki; perdeden çıkıp geleceklermiş gibi.
...
ilk, nerma teyze "les miserables"in özgün londra prodüksiyonunun iki plaklık albümünü hediye etmişti bana; müzikali uzun süre bu versiyondan dinlemiştim. çok sonra; dünyadaki belli başlı prodüksiyonlarındak ien iyi yorumcuların bir araya getirildiği ve müzikalin bütününü içeren üç cd'lik bir box-set almıştım.
burcu, box-set versiyonunu hiç sevmedi; onun için londra kastının seslendirdiği özgün versiyon çok daha kaliteliydi; box-setteki orkestrasyon ve bazı yorumcuların hakkını yememek de istesem, haklıydı.
acaba burcu bu seferki yorumlar hakkında ne düşünüyor; daha konuşma fırsatımız olmadı; herhalde ilk sohbetimizin uzun bir kısmını "les miserables"e ayıracağız; hangi cosette daha iyi?...
Merhaba;
YanıtlaSilBir sergi daveti geçmek isterim ama mail adresi göremedim; benimki handesonmez@lobby-pr.com
Davet ANAMED'de gerçekleşecek bir sergi hakkında,
Sevgiler
Selamlar, filmi ben de çok beğendim özellikle Alfie Boe'nun yorumuyla dinleyip çok ezberdiğim 'Empty Chairs At Empty Tables' ve 'Bring Him Home' şarkıları güzeldi. Bu arada müzikal diyince NBC kanalındaki SMASH dizisini önerebilirim. Marilyn Monroe hakkında bir müzikalin yapım sürecini yansıtan müzikal bir dizi.Saygılarımla.
YanıtlaSilhande hanım, e-posta adresim: danzon_07@hotmail.com
YanıtlaSilgökhan bey, öneriniz için teşekkür ederim, bakacağım..
sevgiler..
Merhaba Danzon,
YanıtlaSilHayâllerimizin sıcak kalmasına yardım eden müzikâllerle ilgili yazınızı kana kana okudum. Çok teşekkürler!
Son dönemde canlı izlediğim Sidikli Kasabası Müzikâlini de tavsiye etmek istedim size ve okuyuculara.
Aşağıdaki linkte bilgileri bulabilirsiniz.
http://www.devtiyatro.gov.tr/programlar-sehirler-istanbul-detay-sidikli-kasabasi9.html
Uzun süredir sahnede. Görmeden gitmesine izin vermeyin derim.
Güzel bir gün olsun herkese.
g
merhaba gökçe a.,
YanıtlaSilsidikli kasabası müzikali gerçekten son yıllarda istanbul'da sahnelenen en iyi müzikal.
ben de, büyük keyif alarak seyretmiştim.
ve evet, haklısınız, uzun zamandır, iki sezondur sahnede; izlemeyenler mutlaka görmeli!
hatırlattığınız için teşekkürler..