1989'da west end'de orijinal prodüksiyonunun son temsillerinden birini seyretme şansına erdiğim, choderlos de laclos'un bir başyapıt olan romanına ve stephen frears'in filmine [milos forman'ın "valmont"u da fena değildi, tek handikapı frears'in filmiyle aynı yıl vizyona girmesiydi] hayran olduğum "tehlikeli ilişkiler" sezon başından beri şehrimizde sahneleniyor.
istanbul şehir tiyatrolarının "tehlikeli ilişkiler"ini; ne west end prodüksiyonu ile, ne de benzersiz glenn close, benzersiz john malkovich ve benzersiz michelle pfeiffer'ın (ve gencecik uma thurman ile keanu reeves'in) kendi filmografileri içinde bile en benzersiz performanslarını sundukları stephen frears - christopher hampton uyarlaması filmle karşılaştırmayı aklımdan geçirdim; çünkü yeni yapımlar, mükemmellikleriyle hafızama kazınmış eski yapımlarla boy ölçüşürken zorlanıyorlar.
[evet, önfikirliyim! bazı yapımlar benim için çok özeller ve kolay kolay aşılamıyorlar. aynı; yıllar önce seyrettiğim leonid heifetz rejisiyle cüneyt türel, tilbe saran, cihan ünal, nurseli idiz, kamuran usluer'li istanbul şehir tiyatroları yapımı"vanya dayı"nın eline benim nezdimde hiç bir başka "vanya dayı"nın su dökemeyeceği gibi. bu beni nesrin kazankaya'nın yorumunu seyretmekten ve beğenmekten alıkoymadı; ileriki günlerde ahmet levendoğlu'nunkine de gideceğim; ama kolay kolay başka bir "vanya dayı"ya vurulamayacağım.]
şehir tiyatrolarının "tehlikeli ilişkiler"ine dönersem:
choderlos de laclos'un romanı ve hampton'ın uyarlaması o kadar mükemmel ve cezbediciler ki, sadece ve sadece oyunculuk yeterli olurdu bu oyunda seyircileri göğün üst katlarına uçurmak için. [west end prodüksiyonu da öyleydi zaten: sahnede sadece bir kumar masası vardı.]
elinizde böyle bir konu, metin, diyaloglar, replikler varsa, sahnedeki aynalı atraksiyona hiç gerek yok! ancak ne yazık ki şehir tiyatrolarının "tehlikeli ilişkiler"inin en iyi tarafı da bu aynalar!
"aynalar" derken sahne tasarımını kast etmiyorum; belli ki sahne tasarımcısı yönetmenin fikrini gerçekleştiren kişi sadece.
"aynalar" ancak yönetmenin fikri olabilir çünkü oyuna damga vuracak kadar kuvvetli konumdalar. çok ustaca, teatral ve minimal bir seçim; tek malzeme ile bütün bir oyunun sahnelerini kurmak, aynı zamanda da oyunun anafikrini o tek malzeme ile ortaya çıkarmak, oradan oyunu okumak.
entrikanın başrolde olduğu bir piyeste aynalarla yaratılan yansımalar, yanılsamalar, gerçekliğin parçalanması, çoğalması, bulanıklaşması, kaybolması... ve tabii ki entrikanın mekansal karşılığı labirentler; aristokrat saraylarının aynalı aynasız sayısız koridorlarında, odalarında, salonlarında oynanan, bahçelerindeki yeşil labirentlerde birebir karşılığını bulan aşk ve ihanet oyunları...
tabii, aynaların kullanılış şekli de ustaca: yaklaşık 4 metre eninde ve sahne yükseliğinde, iki tarafı ayna kaplı yüzeyler eksenlerinden döndürülmek suretiyle kullanılıyorlar. yüzeylerin üçü sahne ağzını tümüyle kaplıyor. ikisi ise, üçgen şeklinde derinliğine küçülen sahnenin arka kısmına yerleştirilmişler.
ön yüzeyi sahne ağzı olan üçgenin arkadaki yüzeyleri beyaz perdelerle kapatılmış; zaman zaman üzerlerine projekte edilen görüntüler sahnenin soyut mekanını oyunun tarihsel dönemine ve atmosferine oturtmaya yarıyor.
aynalı yüzeylerin aralanmasıyla kapılar, geçişler yaratıldığı gibi, bu yüzeylerin farklı konumlandırılmalarıyla; arka arkaya hızlıca değişmesi gereken çok mekanlı oyunun farklı mekansal düzenlemelerinin kurulması sağlanmış.
her mekan içerdiği sahnenin fikrine göre düzenlenmiş; aralıklar, sıkışmalar, gerilimler, açılımlar, yoğunlaşmalar yaratılmış. örneğin; ölümcül planların yapıldığı ikinci perdedeki bazı sahnelerin; iki yüzeyin uçlarının hafifçe aralanarak yaratılan yarığın içinde oynanması gibi...
ışık tasarımı da mükemmel.
sahnenin arka kısmının ve yüzeylerin doğru ışıklandırılmasıyla görünürlükleri sağlanmış. ön planda ise, özellikle yanlardan verilen ışıklarla ışık perdeleri yaratılmış.
yüzeylerin hızlıca döndürüldüğü sahnelerde; ilk perdede hiç bir sahneyanı/sahnearkası spotu aynalara yansımazken (yani seyircinin gözünün içine girmezken ve dolayısıyla seyirci salonuna ışık yansımazken); gerilimin arttığı, felakete yaklaşan ölümcül oyunun kızıştığı ikinci perdede dönen ayna yüzeylere yansıyan spotlar bir yandan -şimşek gibi kısa anlarla- seyircilerin gözünü alırken; bir yandan da aynalardan yansıyan ışıkların seyirci salonunda gezinmesiyle seyirci görüntülerinin kesikler halinde sahnedeki aynalara yansıması sağlanmış. bu sayede seyirci aynaların içine çekilmiş; alınmış.
yönetmen "işte yorum, reji budur!" dedirtecek kadar usta.
dönen ayna yüzeyler dışında; ön sahnenin kullanımı da mükemmel. çoğunlukla sarayların iç mekanlarında geçen oyunun diğer mekanlarını (bahçelerdeki sahneleri veya kilise sahnesini) önsahneye yerleştirmiş.
bir iki basamak indirilerek ana sahneden kopartılan önsahne oyunun sonunda, bu sefer yükseltilerek, o iki basamağın yarattığı çerçeve sayesinde madame de tourvel ile valmont'un ölüm mekanına, mezarlarına dönüşüyor.
valmont'un madame de tourvel'i ağına düşürmek için ona aşık olduğunu söylediği sahnenin orkestra çukurunun incecik parapetinin üzerinde (iki tarafı boşluk, bıçak sırtında, dengede, nefesler tutularak) gerçekleştirilmesi çok hoş, ince bir buluş.
oyunun en can alıcı sahnelerinden biri; madame de tourvel'in kapıldığı aşk girdabından/azabından kurtulmaya çalıştığı sahne, bütün bu entrika dünyasının mekanlarından (yani ön ve ana sahne mekanlarından) dışarı atılmış; madame de tourvel hemen seyirci koltuklarının önünde yaşıyor azabını, acısını.
oyuncuların hareket düzeni de mükemmel!
oyunun hemen başında, marquise de merteuil ile valmont'un birbirlerini selamlama sahnesi var ki; bir yandan bütün o 18. yy soylu referanslarını, abartılı ve şaşalı beden dilini içeriyor, bir yandan da sanki eskrim müsabakasındaki iki rakibi betimliyor.
sonrasında; sevişme sahnelerinin, dans sahnesinin koreografileri de müthiş dengeli; ne bayağı, ne de gereksiz yere cüretkar; tam dozunda.
yönetmenin farklı mizansen anlayışlarını kullanış biçimi de mükemmel!
bütünüyle mektuplardan oluşan dahiyane bir edebi yapıt olan laclos'un romanına şapka çıkarırcasına madame de merteuil'ün dış sesinin bir mektubu okumasıyla başlayan oyun, yine bir dış sesin, bu sefer halanınkiyle (oyundaki en ağırbaşlı, olacakları bilen ve şaşırmayan karakterinkiyle) noktalanıyor. oyunun içinde de zaman zaman dış seslerin mektupları okumasına tanık oluyoruz.
yönetmen oyun içinde zaman zaman da karakterleri direkt seyirciye baktırarak mimikler yaptırtıyor, seyirciye dönük konuşturuyor, hatta iletişim kurduruyor (bonbon verme sahnesi). seyirciyi şaşırtmak, bir an afallatmak, kendisine getirmek için illa "in-yer-face" akımına ihtiyaç yok anlaşılan! hatta, tam tersi; sahnede olana uzaktan bakmayı, yabancılaşmayı sağlıyor bu anlar.
danceny'nin elleriyle anlattıklarının müziğe dönüşmesi ve marquise'in sesiyle birleşmesi, madame de tourvel'in yeri göğü yazıyla doldurması gibi pandomime göz kırpan düzenlemelerin hiçbiri sırıtmıyor; tersine çok yerinde, gerektiği kadar kullanılarak yorumun bütünlüğüne katkıda bulunuyorlar.
müzik kullanımı bile; bu kadar eklektik olup da bu kadar yerli yerinde, isabetli olabilir mi; şaşılacak şey! oryantal havalar, caz tınıları, gerilim müziği yanyanalar, ama hiçbiri sırıtmıyor.
kostüm tasarımı da başarılı. ilk perdede ferah, açık beyazların hakim olduğu kıyafetlerin ikinci perdede, masumca aşka düşen madame de tourvel'inki hariç, griye ve en sonda da siyaha dönüşmesi oyunun dramatik çizgisiyle birebir örtüşüyor.
başta "aynalar" dedim, çünkü "aynalar" benim için bu oyunun bütün sahnearkası yaratıcı ekibini simgeliyor, ve herbiri 4-4'lük iş çıkarmış:
koreografi: handan ergiydiren, müzik: kiril dzajkovski, kostüm tasarımı: angelina atlagic, ışık tasarımı: özcan çelik, sahne tasarımı: numen/sven jonke ve "oyunun kahramanı" yönetmen: aleksander popovski.
maalesef oyunculuklar, özellikle de başroldeki üçlü için benzer övgüleri düzemeyeceğim.
metin zaten o kadar iyi ki; hani bazıları için denir ya "telefon defterini okusa bile dinlenir", ben de tam tersten formüle edeceğim: "sokaktan geçen adam bile okusa, bu metin dinlenir". eh, elinizde böyle bir metin var, o zaman insan "ötesini" görmek istiyor.
oyunun ikisi kötü biri iyi; üç başrol karakteri, şehir tiyatroları oyuncuları tarafından maalesef birer şablona dönüştürülmüşler.
selin işcan'ınki; gündelik mimiklerle konuşan, bakan, günümüzün el kol hareketleriyle davranan bir madame de tourvel.
bu öyle bir rol ki, hollywood'da daha önce ciddiye alınmayan michelle pfeiffer'a aslında ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu kanıtlama imkanı sunmuştu. "dangerous liasions"dan öncesi ve sonrasına bakmak yeterli: "the fabulous baker boys" ve martin scorsese'nin "the age of innocence"ı sonrasındakilerden bazıları...
marquise de merteuil rolü ise kalkık kaşlardan, dolu dolu atılan kahkahalardan, el kol sallayışlardan daha fazlasıyla, kanlı canlı bir ruhla doldurulmaya layıktı.
kötünün nasıl hakkıyla oynanacağı ve nasıl bilinçli bir şekilde şablona dönüştürülebileceği konusunda aynı oyuncudan iki örnek: glenn close, ilki için bknz: "dangerous liasons", ikincisi için bknz: "101 dalmatians". şebnem köstem'in geçmişinde muhteşem bir "gayri resmi hürrem" vardır. neden bu sefer kolaya kaçtı bilemiyorum.
gelelim oyunun en canalıcı karakterine; ne sadece kötü, ne sadece iyi; diğerlerinin aksine oyun boyunca değişen, dönüşen, duygudan duyguya geçmesi gereken valmont. avlanırken ava dönüşen, kendi kurduğu tuzağa, aşka düşen, fark ettiğinde ise daha büyük bir avın nesnesi olmanın kontrolsüz öfkesiyle saplandığı kuma daha da gömülen valmont.
levent üzümcü'nün valmont'unda bu değişimlerin hiçbirini okuyamıyoruz; yine sadece kaş kaldırmalarla, bacağı hafifçe öne koymayla sınırlı kalan, nüansların olmadığı düz bir oyunculuk.
"tehlikeli ilişkiler"in parlayan oyuncuları ise madame de volanges'da esra ronabar ile cécile'de ece özdikici.
oyunda tesadüfen karşılaştığım arkadaşlarımla arada ilk paylaştığımız şey ece özdikici'nin parıltılı oyunculuğuydu.
her yaptığını beğendiğim benzersiz tomris incer'e ise pek bir hareket alanı bırakılmamıştı sanki. bu yorumda, sondaki kapanış dışında çok da bir işlevi ol(a)mayan madame de rosemonde karakteri keşke bütünüyle çıkarılsaymış diye geçmedi değil içimden.
...
şehir tiyatroları'nın "tehlikeli ilişkiler"inden biraz buruk ayrıldım. yaratıcı ekibin başarısı ne kadar gözümü ve aklımı kamaştırsa da, bir tiyatro oyununda seyirciyi avucunun içine alacak kadar kuvvetli olması gereken esas ögenin, yani oyunculukların yeterince iyi olmaması, "tehlikeli ilişkiler"den aldığım keyfi azalttı...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder