23 Mayıs 2021 Pazar

Kunstenfestivaldesarts’ın çevrimiçi programından izlenimler

[bu yazı 22.05.2021 tarihinde tiyatro tiyatro dergisi'nde yayınlandı.]


Çağdaş tiyatro, performans ve dans alanlarına odaklanan, sinema ve görsel sanatları da ihmal etmeyen Kunstenfestivaldesarts her yıl mayıs ayında Brüksel’de gerçekleşiyor. Bu yıla özel olmak üzere festivale temmuzda bir hafta daha eklenmiş. 
Program açıklandığında mayıs ayındaki gösterilerden kapalı mekanlarda olanlarının hepsi yüz yüze sahnelenecek ve bunların içinden bir seçki çevrimiçi olarak naklen yayınlanacaktı. Pandeminin seyrinden dolayı mayıs ayındaki bütün kapalı mekan gösterimleri iptal edildi ve programda sadece naklen veya banttan çevrimiçi yayınlar bırakıldı. Açık havadaki gösteriler ve görsel sanat sergileri ise planlandığı gibi Kovid-19 önlemleri altında gerçekleşiyor. 
Fiziksel sınırları kaldıran çevrimiçi program sayesinde, Belçika’nın en önemli kültür insanlarından biri olan -ve maalesef geçen yıl ölen- Frie Leysen tarafından 1994 yılında kurulan festivali ilk defa bu sene takip etme imkanım oldu.

Pieces of a woman (Bir Kadının Parçaları)

Çevrimiçi yayınlardan ilki, ünlü Macar yönetmen Kornél Mundruczó’nun yönettiği Pieces of a woman (Bir Kadının Parçaları) idi. Polonya’nın ünü dünyaya yayılmış tiyatrosu TR Warszawa’nın yapımı olan ve 2018 yılında prömiyer yapan Pieces of a woman geçen yıl pandemiden dolayı iptal edilen Avignon Festivali, Ruhrtrieannale gibi prestijli organizasyonların açıkladıkları programların içindeydi. Gösteri Kunstenfestivaldesarts kapsamında çevrimiçi olarak kayıttan yayınlandı.

Mundruczó’nun uzun yıllardır çalışma arkadaşı ve eşi olan Kata Wéber’in metnini yazdığı Pieces of a woman genç bir kadın olan Maja’nın kendi tercihiyle evinde ebeyle doğum yaparken ölen bebeğinin yasını kendi tarzında tutuş sürecini ve bu beklenmedik kayıp üzerinden gelişen ama daha fazlasını da içeren, Maja’nın annesi, ablası ve eşinin merkezinde olduğu çekirdek ailenin birbirleriyle hesaplaşma ve gerçeklerle yüzleşme hikayesini anlatıyor.
Gösteri iki bölümden oluşuyor: ilk 30 dakikasında tek plan çekimde doğum sahnesi filmden veriliyor, bu olaydan altı ay sonraki bir aile yemeğini konu eden ve yaklaşık iki saat süren ikinci bölüm ise sahnede gerçekleşiyor. Gerek filmde gerekse de sahnede yaratılan ortam gerçeğe çok yakın, hatta hiper-realist. Oyunculuklar da öyle. Ancak hem ortam hem de oyunculuklar gerçeğe yakın oldukları kadar steril ve mesafeliler de. Belki, hikayeden kaynaklanan zorlamalar ve boşluklar yüzünden de seyredilenle (protagonistlerle ve olaylarla) empati kurmak kolay değil.


Mundruczó ile Wéber’in aynı çıkış noktası üzerinden çektikleri, benzerlikleri olduğu kadar “bir tema üzerine çeşitlemeler” misali farklılaşan, aynı adlı filmi izlediğinizde (Netflix’te yayında) ise, hikaye tiyatro gösterisine nazaran belki daha derinlikli değil ama ulaşılabilir; genç kadının süreç içindeki motivasyonu, annesinin güçlü karakterine karşılık kabalığı ve basitliği yüzünden bebeğin kaybıyla baş edemeyen ve genç kadını aldatan kocasının zayıflığı daha elle tutulur, anlaşılabilir.


Violences (Şiddetler)

Festivaldeki ikinci çevrimiçi gösteri Léa Drouet’nin yazdığı, yönettiği ve bizzat oynadığı tek kişilik Violences (Şiddetler) idi. Drouet’nin üstüste üç akşam sahnelediği gösteri her akşam sahneden naklen olarak yayınlandı.
Oyun başladığında kumdan tepelerden ve farklı boyutlarda rengarenk plastik bina maketlerinden oluşan bir peyzaj karşıladı bizi. Her bir bina veya kum öbeği, tripodların üzerine yerleştirilmiş spotlarla aydınlatılmıştı. Sahne adeta çocukların oynaması için hazırlanmış bir set gibiydi. Biraz sonra Drouet bir anlatıcı olarak o peyzajın içinde dolaşmaya başladığında; İkinci Dünya Savaşı sırasında gizlenmek zorunda kalmış bir çocuk olan babaannesi Mado’nun hikayesi ile yakın bir zamanda ailesiyle birlikte mülteci olarak yaptığı yolculuk sırasında bir polis memuru tarafından öldürülen Kürt kız çocuğu Mawda’nın hikayesini birbirinin içine sokarak anlattı bizlere.
Drouet hikayeleri bir yandan adeta bir gazeteci titizliğinde ve tarafsızlığında mesafeli ve sakin bir ses tonuyla anlatırken, bir yandan da bir çocuk gibi kum tepeleriyle ve maketlerle oynayarak -ama gerçekçi bir temsilden kaçınarak- canlandırdı. Metinde Mado ile Mawda dışında hikayenin ne başka bir kişisinin, ne de herhangi bir yerin ismi anılıyordu. Bu sayede anlatılan hikayeler kişilerden, yerlerden ve zamandan bağımsızlaştılar ve her an her yerde karşılabileceğimiz şiddet öğesinin sorgulanması tekillikten çıkarak genelleştirilmiş oldu.

Le public (Seyirciler)

Çağdaş gösteri sanatları alanında son 20-25 yılda oyun sırasında sahnede veya yakın çevresinde yapılan canlı çekimlerin yapıtın dramaturjisinin ve/ya estetiğinin bir parçası olarak kullanılması olağan hale geldi. Son yıllarda bu tekniği kullanan yeni nesil tiyatro insanları arasında tiyatro ile birlikte sinema alanında da üretim yapanlar arttı. İlk akla gelenler Milo Rau, Kornél Mundruczó, Simon Stone. Festivaldeki üçüncü çevrimiçi gösteri olan Le public (Seyirciler) filmi ile Arjantinli tiyatro yönetmeni Mariano Pensotti de bu alana etkili bir giriş yapmış oldu.
Sahne tasarımcısı Mariana Tirantte, müzisyen Diego Vainer ve yapımcı Florencia Wasser ile birlikte kurduğu Grupo Marea tiyatro topluluğunun bir projesi olan filmin ana fikri bir tiyatro oyununu aynı akşam seyredenlerin gösterim ertesindeki gündelik hayatları içinde etraflarındakilere bir şekilde oyundan bahsetmeleri üzerine kurulu. Kunstenfestivaldesarts’in siparişiyle ve pandemi sırasında Flamanca ve Fransızca olarak Brüksel versiyonu çekilen filmin Buenos Aires ve Atina versiyonları da var.

Film, sahneden bakış açısıyla boş bir oditoryumun maskeli seyircilerle mesafeli oturacak şekilde yavaş yavaş dolmasıyla başlıyor. Işıkların karartılmasını, oyunun başlamasını, sahnedeki ışığın seyircilerin üzerine düşen gölgelerini ve oyun sonrası alkışı da yine aynı bakış açısıyla izliyoruz, yani sahnedeki oyuna dair hiç bir görüntü ve bilgi bizimle paylaşılmıyor.
Seyircilerin tiyatro binasından şehre dağılışını gösteren çekimden sonra ise kısa film mantığında arka arkaya getirilmiş altı hikayeyi izliyoruz. Bunların arasında; Belçika’nın sömürgesiyken Kongo’da görevli babasını bir gün önce ani bir trafik kazasında kaybettiği için annesini ziyarete giden, diktatörlükle yönetilen ülkelerden Belçika’ya iltica etmiş rejim yanlısı işkenceciler hakkında belgesel çeken genç kadının hikayesi, yıllar önce komünist fraksiyonlara sızan (sonrasında evlenip çocuğu ve torunu olan) polis ile onun hamile bıraktığı, ülkeden kaçmak zorunda kalan kadından olan oğlunun yıllar sonra karşılaşmalarının ve gayri meşru oğulun babasının eşi, çocuğu ve torunuyla geçirdiği pazar yemeğinin hikayesi, bir kaç dakika önce temizlik için odaya giren ve banyoda kendini asan görevlinin cansız bedenini bulmasına rağmen istifini bozmadan bir gün sonra Avrupa Parlamentosu’nda yapılacak bir oylamada bir grubu kendi tarafına çekmek için odasına çağırdığı grubun başkanıyla pazarlık yapan kadın politikacının hikayesi gibi politik ve/ya sosyal duyarlılığı yüksek ve girift hikayeler olduğu gibi, lise öğretmeninin verdiği ödev nedeniyle oyunu seyretmek zorunda olup, oyuna gelmek yerine birlikte partiye gidip ardından sevişen iki sınıf arkadaşıyla okuldan eve yaptığı kısa bir otobüs yolculuğu sırasında yakın arkadaşıyla aynı kıza aşık olduklarını anlayan gencin hikayesi gibi basit gönül hikayeleri de var.








Her hikayenin protagonisti bir akşam önce seyrettiği oyundan, o anda içinde bulunduğu duruma uygun bir çıkarım yaparak, bahsediyor. Aynı tiyatro oyununun farklı kültürel, ekonomik, toplumsal ve politik geçmişlere ve özelliklere sahip insanlar tarafından nasıl yorumlandığına, onların gündelik hayatlarının içinde ne ifade ettiğine tanık oluyoruz. Böylece biz filmin izleyicileri de tiyatro oyunu hakkında parça parça bilgileniyoruz, hatta birbiriyle çelişen yorumlardan oyuna dair kendi fikrimizi oluşturuyoruz. Tam da, herhangi bir tiyatro gösterisinin onu seyreden, izleyen veya deneyimleyen her farklı insan tarafından farklı yorumlanması gibi. 
Le public bir yandan, tiyatronun özü hakkında basit bir fikirden yola çıkarak, bir sanat eserinin alımlanması üzerine basit bir alıştırmayken öte yandan, sinematografisi, kurgusu ve oyunculuğunun yalınlığı ve özellikle içinde bulundukları durumlarla yüzleşmeye çalışan kahramanların psikolojik derinliklerine odaklanan senaryosu açısından Krzysztof Kieślowski sinemasının kalitesini anımsatıyor. Özetle, Le public bir ilk uzun metrajlı filmden beklenmeyecek olgunlukta bir çalışma.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder