20 Temmuz 2019 Cumartesi

ressamlarım - 3: nikos nikolau

landscape/peyzaj, 1960, yağlıboya

sırada bekleyen çok ressamım var, ama sanırım taze keşfettiklerimden devam etmek kolayıma gidiyor. işte bir yakın zaman keşfi: nikos nikolau.

ama önce nikolau'yu keşfettiğim yer hakkında bir-iki paragraf:
atina'daki müzelerden ghika galeri bana göre çok özel bir mekan. benaki müzesine bağlı ghika galeri, ressam nikos hadjikyriakos-ghika'nın evi ve stüdyosu olan altı katlı bir apartmanda bulunuyor. apartmanın sadece en üst iki katı ghika'nın yapıtlarına ayrılmış ve stüdyosunun mevcut şekilde korunmuş halini barındırıyor. diğer dört kat ise 20.yüzyılda yunan kültür ve sanat dünyasını oluşturan bütün önemli isimleri içeren kalıcı bir sergiye ev sahipliği yapıyor.

yunan arkadaşımın vurguladığı gibi bu serginin en önemli özelliği, serginin küratörü de olan, geçen yıl ani bir şekilde vefat eden benaki müzesi'nin efsanevi direktörü angelos delivorias'ın bu sergiye o zamana kadar sol ve sağ diye ayrılan yunan kültür-sanat tarihi yazımını altüst ederek bütünsel bir bakışla yaklaşması ve her politik görüşten kültür insanını ve sanatçıyı dahil etmesi.
katları birbirine bağlayan merdiven duvarları dahil olmak üzere her cmkaresi dolu, hatta tıklım tıklım, ama takip edilebilir bir düzenlemeyle dört kat boyunca 20. yüzyılda yunanistan'ı yunanistan yapan kültür-sanat insanlarını kah yapıtlarından örneklerle, kah el yazılarıyla, kah eşyalarıyla tanıyorsunuz; heykeller, tablolar, kara kalem çizimler, özgün baskılar, kitap kapakları, mektuplar, kitap içlerindeki ilüstrasyonlar, bir sanatçının bastonu, diğerinin stüdyosunda kullandığı fırçalar, michalis cacoyannis'in zorba ile aldığı oscar heykelciği, neler yok ki!

syntagma meydanı'na iki dakika mesafedeki bu galeriyi gezmek en az bir dört saatinizi alıyor. yeni haliyle 2012 yılında ziyarete açılan galeriyi ben ilk defa üç yıl önce gezmiştim ama kısıtlı zamanım vardı, hakkını verememiştim. bu sefer (geçtiğimiz haziran sonunda) gittiğimde, 36 derece ve nemli atina sokaklarından kaçarak sığınılacak bir yer gibi de oldu ve yaklaşık dört saatimi galerinin katlarında dolaşarak geçirdim.

ghika galerisinden bahsettikten sonra şimdi sıra bu seferki ressamıma geldi. ev ve stüdyo nikos hadjikyriakos-ghika'ya ait ama içindeki sergide beni vuran ressam ghika değil, nikos nikolaou.
nikolaou'nun ilk, yukarıya koyduğum tablosuna tutuldum. renkleri, yalınlığı, hissi tam bana göreydi. uzun süre önünden ayrılamadım.

hydra, 1960-65, kağıt üzerine tempera

 hydra'da evler, 1961, kağıda suluboya

ermioni, liman, 1961, kağıda suluboya

nikolau, 1909'da doğduğu ada hydra'nın bir çok resmini yapmış. çizimlerinin naifliği, ilüstratif niteliği, suluboyalarındaki hafiflik hissi çok hoşuma gitti.


1948 ile 1972 yılları arasındaki figürler
üstteki üçü fresko, alttaki kağıt üzerine tempera

nikolau atina, roma ve paris'te eğitim görmüş ve 1960'ların ortasında armos isimli bir sanatçı grubu kurmuş. resimleri için antroposentrik tanımı kullanılıyor; yerel halk sanatından ve arkaik, roma ve mısır sanatından etkilendiği söyleniyor. zaten özellikle portrelerinde, mısır'ın fayoum bölgesinden çıkarılan mumya portrelerinin etkisini görmemek imkansız.

peyzaj'ından tablosundan beni en çok etkileyen yapıtları ise taş üzerine yaptığı insan yüzleri oldu. taşların gelişigüzel (işlenmemiş) halleri ve yüz çizimlerinin naifliği ve yalınlığı beni çok etkiledi. taşların doğal hatlarını kullanarak ve çok az çizgi ekleyerek (buna müdahele bile diyemeyiz) algımızla oynayan, taşlara hayat veren, bakış açılarımızı çoğaltan işler bunlar.
aynı taş üzerinde, önünde arkasında, ya da yanında üstünde ikişer insan yüzünün çizili olması aklıma hemen günümüz sanatçılarından sebastian bieneik'in işlerini getirdi. bieniek insan yüzlerine çizdiği ikinci bazen üçüncü yüzlerle bizleri afallatan bir sanatçı. bu yılki istanbul film festivali afişleri de onun hayalgücünden çıkmaydı.







bu taş işleri, nikolaou'nun atölyesindeki bazı eşyaları (fırçaları, kaseleri) ve bastonlarıyla birlikte bir köşe oluşturacak şekilde sergileniyor.




hakkında okuyunca; dans ve tiyatro toplulukları için sahne ve kostüm tasarımları yapmış olduğunu öğrenmek de ayrıca mutlu etti ve ona yakın hissettirdi beni.

nikolaou 1986 yılında vefat etmiş. ghika galeri'deki yakın tarihli iki yağlıboya tablosuyla yazımı bitiriyorum. ilkindeki incir yapraklarında ve figürlerin kesip yapıştırılmış gibi halinde matisse'in kolaj tekniğinin etkisi var sanki. ikincisindeki biberiyenin kokusu ise burnuma kadar geldi.

incir ağacı altındaki çıplaklar, 1978, yağlıboya

biberiye, 1983, yağlıboya

internette araştırınca, doğal olarak, bu galeride sergilenmeyen bir çok yapıtı olduğunu gördüm. umarım bir gün hydra'ya giderim, yunanistan'daki sanat müzelerinde nikolaou'nun diğer işlerine rastlarım.

17 Temmuz 2019 Çarşamba

hadi, epidaurus antik tiyatrosu'na!


22.06.2019 (fotoğraflar: mehmet kerem özel)

yurtdışındasınızdır, mesela yunanistan'da; üstelik damardan yunan kültürüne ve coğrafyasına dair bir ortamdasınızdır, ancak ülkeniz peşinizi bırakmayabilir!
nasıl mı?...

atina-epidaurus festivali'nin programında her yıl haziran-temmuz-ağustos aylarında her hafta sadece cuma-cumartesi akşamlarında epidaurus antik tiyatrosu'nda sahnelenmek üzere sadece antik yunan yapıtlarından uyarlanmış gösterileri yer alıyor. istisnai olarak davet edilmiş gösteriler de olabiliyor ara sıra; sam mendes'in yönettiği, istanbul'da da iksv sayesinde seyretme imkanı bulduğumuz "3. richard" mesela.

festival epidaurus'daki bütün oyunlar için atina'dan özel otobüs kaldırıyor. gidiş-dönüş 10 euro gibi çok cüzi bir fiyata hem de. ancak otobüs sayısı sınırlı, dolayısıyla gösteri biletinizi aldığınızda hemen otobüs biletinizi de almalısınız. son dakikaya bırakırsanız yeriniz olmayabilir.

2008'deki epidaurus seyahatimden anlar...

epidaurus antik tiyatrosu'na ilk defa 11 yıl önce pina bausch'un "orfeus ve eurydike"sini seyretmeye gittiğimde festivalin böyle bir organizasyonu yoktu, ama atina otobüs garından özel şirketlerin organize ettiği benzer otobüs seferleri vardı.


korint'teki moladan (22.06.2019)

otobüs 2.5 saatlik bir yolculukla varıyor epidaurus antik kentine. yol üzerindeki korint kanalı'nın hemen yanında 25 dakikalık ihtiyaç molası veriyor, bu sayede korint kanalını da yakından görme ve fotoğraf çekme imkanı oluyor.

otobüs biletleri aynı gösteri biletleri gibi isme kayıtlı olduğu için, otobüse bindikten sonra orta yaşını biraz geçmiş, ev hanımı halli bir mihmandar kadın sıradan biletlerimizdeki isimlerle kendisindeki listeyi karşılaştırıp kontrol etmeye başladı. ismimi söyleyince bir durdu, muzip muzip baktı ve "türk müsünüz?" dedi. "evet" dedim. meğerse türkçe öğreniyormuş, hatta yolda çalışmak için ders kitabı bile yanındaymış. türkçeyi yeni yeni öğrenmeye başladığı için, türkçeyi pek konuşamıyordu, ingilizce de bilmiyordu, yanımda oturan yunan hanım ingilizce üzerinden iletişimimizi sağladı. artık sizinle yol boyunca pratik yapar diyerek gülümsedi bana yanımdaki hanım. mihmandar her yanımdan geçişte tatlı bir gülümseme, bir göz kırpma ile dikkatimi çekti. yanımdaki hanım "otobüsteki en prestijli yolcusunuz" diyerek espri yaptı.
önden ikinci sırada oturduğum için hem şöförün açtığı radyodan gelen yunan halk müziğini dinliyor hem de eleni isimli mihmandar hanımın telefonundan türkçe kelime telafuz egzersizini duyuyordum. mesela "kereviz" kelimesini önce telefonun aplikasyonu söylüyor, eleni ardından tekrar ediyordu: "kereviz". eleni hatta bir iki kere yanık türkçe şarkılar da açtı telefonundan, neyse ki şarkıları sonlarına kadar çalmadı.
çam ağaçlarının altında kıvrıla kıvrıla giden, bir tarafı dağ diğer tarafı deniz, tipik yunan peyzajındaki yolda yunan müziğine ve etrafımdakilerin yunanca sohbetlerine türkçe nağmeler karıştı. ilginç bir deyimdi.
dönüşte ise önümdeki yaşlı çift bütün yol boyunca robert wilson'ın biraz önce seyrettiğimiz "oedipus"unu tartıştılar. hanım beğenmiş, bey beğenmemiş; yanımdaki hanımdan öğreniyorum, hatta bey "yönetmen trajedini kurallarını bilmiyor!" diye çıkışmış.
geceyarısı vardığımız atina'da ilk durakta indim. orta kapıdan indiğim için önde oturan eleni başta fark etmedi. inince öne doğru yürüdüm, baktım camdan bana gülerek (ellerini değil) kollarını sallıyordu, yani bütün vücuduyla beni uğurluyordu.

eleni gibi bir mihmandara rastlamak her türke nasip olur mu bilmiyorum ama gösteri sanatlarına meraklı her insankızı/oğluna tavsiye ederim, bir gün mutlaka epidaurus antik tiyatrosunda 20.000 kişiyle birlikte bir gösteri seyretsinler.
antik tiyatronun çevresindeki ortam sanki bir ayindeymiş gibi; etrafta yüksek sesle konuşan yok, çöp yok, sucuk-köfte kokuları yok, mısır diye bağıran yok, betondan sevimsiz binalar yok, çıkışta atina! atina! diye çığıran taksiciler yok. herkes sakin, ortam uygar.






hemen şimdi önümüzdeki haftasonu için atina'ya bir uçak bileti alabilirsiniz, zira 26-27 temmuz tarihlerinde epidaurus antik tiyatrosu'na fransızların köklü tiyatro kurumu comedie française konuk olacak ve ünlü belçikalı yönetmen ivo van hove'nin rejisiyle sofokles'in "electra/orestes"ini sahneleyecek. hala bilet var, benden söylemesi!

3 Temmuz 2019 Çarşamba

ayşe draz ve marlin de haan'dan "panorama radio"



pina bausch, dansçılarına sorduğu sorulara onların verdiği cevapları kullanarak yapıtlarını tasarlardı. ayşe draz ile marlin de haan ise seyircilere sordukları sorularla üretiyorlar işlerini.
draz ile de haan ikilisini ilk defa geçen yıl, şimdilerde kapanmış olan bomontiada_alt'ta sahneledikleri, a corner in the world'ün ortak yapımcılarından olduğu performatif yerleştirme "once i set foot outside" ile tanıdım. ayşe draz'ı istanbul tiyatro sahnesinden dramaturg ve oyuncu olarak biliyordum zaten ama düsseldorf'lu sanatçı marlin de haan'ı hiç tanımıyordum. "once i set foot outside" ikilinin ilk işbirliğinin ürünüydü. ilk diyorum çünkü onlar bu sezon tekrar bir araya geldiler ve biz seyircileri yeni işlerine maruz bıraktılar: "panorama radio"ya.

ama önce kısaca da olsa, “once i set foot outside” hakkında geçen yıl yazmaya vakit bulamadığım düşünce ve izlenimlerimi paylaşmak istiyorum.
“once i set foot outside” bildik bir kara-kutu tipi sahnede sergilenmişti, ancak icracı-seyirci ilişkisi bildik/alışıldık değildi. biz seyirciler oyun alanından yaklaşık iki metre kadar yüksekte bir kottaydık, icracıları yukarıdan seyrediyorduk; sanki onlar kentsel kamusal bir mekandaydılar, mesela bir şehrin meydanında, bizler de evimizin balkonundan onları izliyorduk.
günde üç seans olarak sergilenen iş, strüktürü aynı kalsa da her seferinde doğaçlamaya ve durumlara göre değişiyordu. nereden mi biliyorum, üç ayrı seansta izlemiştim. gerek biçimi gerekse içeriğiyle bu iş bir kara-kutu mekanda sahnelenmek yerine keşke (üç oyuncunun her seferinde değiştiği) daha geniş bir kastla bir müze salonunda günboyu kesintisiz olarak sergilenseydi, seyirci salona istediği gibi girip çıkabilseydi diye düşünmedem edememiştim o zaman. tür olarak yaratıcıları tarafından “performatif yerleştirme” olarak tanımlanan “once i set foot outside” bir çok açıdan aklıma tino seghal’in işlerini getirmişti; “müzede sergilenseydi keşke” yorumum da seghal etkisi nedeniyleydi zaten. ama “once i set foot outside” asla kopya değil, en az seghal’inkiler kadar nitelikli bir işti.
“once i set foot outside”ın güçlü taraflarından birini daha belirtmeden bu paragrafı bitirmiyim: icracıları. dansçı-koreograflar gizem bilgen ile canan yücel pekiçten ve oyuncu-yönetmen erkan uyanıksoy bana göre istanbul sahnesinin hareket, mimik ve jest kalitesi açısından en nitelikli ve sıradışı üç sanatçısıdır ve bu işte de oldukça dozunda icralarıyla göz doldurdular.

“panorama radio”ya dönüyorum:
yaklaşık iki buçuk ay önce posta kutuma bir mektup düşmüştü. mektup draz ve de haan'dan geliyordu; ekinde bir anket vardı ve cevaplamam isteniyordu. şaşırmamıştım çünkü geçen yılki projeleri için de benzer bir formatta iletişime geçmişlerdi benle. bu seferki sorular geçen yılkilerle aynı sularda yüzüyordu: kamusallık, kamusal mekan, kent mekanı. belli ki, draz ile de haan özellikle bu kavramlarla ilgileniyor, bunların derinine inmek istiyorlardı.
yolladıkları öyle çok uzun bir anket değildi; dört soru vardı. kamusal neyi gözetmeli, kamusalın sorumlulukları neler, hangi hizmetler kamusal olmalı, hangi ölmüş veya yaşayan kişiyi kamusal tartışmalarda görmek isterdiniz, neden? hangi özel eşyanızı kamuyla paylaşmak istediniz, neden?
sorular ilginç, zihin çalıştırıcı ve cezbediciydi. draz ile de haan'ın, onlara gelen cevaplardan çıkaracakları işi merakla beklemeye başladım.
haziran sonunda ikiliden gösterinin daveti geldiğinde heyecan ve merakım iyice arttı çünkü ikili oyun mekanı olarak klasik veya çağdaş bir tiyatro binasını değil, kentsel kamusal alan içinde kişinin kalabildiği en özel alanı seçmişti: arabayı. evet, araba!
davette belirtildiği üzere kendi arabanda sürücü olarak da katılabilecektin gösteriye, arabadaki yolculardan biri olarak da.
"panorama radio"nun ilk gösterimleri 28-30 haziran 2019'a denk gelen haftasonunda gerçekleşti. bir arabanın arka koltuğunda oturan üç kişiden biriydim.

hiç tanımadığınız üç kişiyle birlikte bir arabanın içinde kentin sokaklarında dolaşarak 40 dakika geçirdiğinizi düşünün. arabanın sürücüsü de sizin gibi, seyircilerden biri.
arabada sadece onun yanında oturan kişi seyirci değil; o bir tür kolaylaştırıcı, tedarik edici. neyi mi tedarik ediyor? 40 dakikalık sürede yapacaklarınız için gereken aksesuarları. evet, bu gösteride bir seyirci olarak siz, aynı zamanda bir icracısınız. neyi/neleri icra edeceğinizi ise, arabanın radyosundan duyduğunuz sesler yönlendiriyor. nasıl icra edeceğiniz ise size kalmış.

"panorama radio" çevrenize, yaşadığınız çağa, kente ve kamusallığa farklı bir açıdan bakmanız için pencereyi aralıyor; pencerenin ardından değil içinden bakmanız için; sesleri de duyabilin, elinizi  uzatıp dokunabilin diye..
"panorama radio" sürreal olduğu kadar gerçek bir yolculuk, geçmişe olduğu kadar geleceğe doğru bir yolculuk..
"panorama radio" bütün tiyatral gösteriler gibi işitsel ve görsel olmasının yanısıra dokunsal algınıza da hitap eden, onu da tetikleyen; iletişim için sosyal medya araçlarının hakim olduğu günümüzde yüz yüze gelerek, ortaklaşa bir şey yaparak, bir konuyu "o anda ve orada" tartışarak sosyalleşmenizi sağlayan bir iş..
"panorama radio" farklı, talepkar ve özgür bir iş..

"panorama radio"yu büyük ihtimalle kaçırdınız! üzülmeyin, eylül sonundaki düsseldorf sürüşlerinden sonra ekim'de tekrar şehrimizde olacak..

1 Temmuz 2019 Pazartesi

jochen sandig'den "insanlık ağıtı"



bir klasik müzik yapıtının icracılarının yapıtı icra ederken mekanın içinde hareket ettiklerini hayal edin. sonra da o hayale seyirci olarak sizin de yapıtı dinlerken hareket ettiğinizi ekleyin. hele de bu yapıt en sevdiğiniz, sadece canlı değil kayıttan her dinlediğinizde sizi huşu içinde bırakan bir yapıtsa, cennetesiniz demektir.
bir seyirci olarak; bir müzik konserinin ne kadar içinde olabilirsiniz? uçuşarak boşlukta ilerleyen notalar sizi ne kadar sarabilirler? havaya karışan müziğin bir parçası ne kadar olabilirsiniz?
işte jochen sandig’in hayalgücünün ürünü “human requiem” bu soruların “ne kadar”ını sonuna kadar karşılayan müthiş etkileyici bir gösteriydi.

sandig, johannes brahms’ın duygusu yoğun yapıtı “ein deutsches requiem” (bir alman ağıtı)'nın, koro ve solistlere orkestra yerine iki el piyanonun eşlik ettiği versiyonunu kullanmak suretiyle, icracıların mekanda hareketli olmalarının yolunu açmış. mekanda serbestçe hareket edebilsinler diye seyircilerin de altlarından koltuklarını çekmiş. ikisi de sabit konumlarda bulunarak, birilerinin çaldığı/söylediği diğerlerinin dinlediği, bildik bir konser düzenine sahip bir gösteri değil bu; iki tarafın birbirinin içine geçtiği, sınırların/çizgilerin ortadan kalktığı bir biraraya geliş!

brahms'ın, adına dili diğer requiem'lerden alışıldık şekilde latince değil de almanca olduğu için "alman"ı eklediği ancak onun yerine rahatlıkla "insan"ı koyabilirdim dediği ağıtı, sandig'in sahnelenmiş yorumunda bu niteliği kazanıyor, hem de sonuna kadar; icracı ve dinleyici, bütün insanları kapsayarak. icracılar (koro üyeleri) gündelik kıyafetlerinin içinde seyircilerden ayırt edilmiyorlar. mekana girişte ayakkabılarının çıkarılması istenen seyircilerin de yalınayak icracılardan farkları kalmıyor.

şimdiye kadar immersive (kapsayan/çevreleyen/yutan) tiyatro örneği deneyimleme şansım olmadı ama "human requiem" sayesinde immersive konser deneyimledim; arkanızdan, önünüzden, solunuzdan, çaprazınızdan, sağınızdan, hemen dibinizden, biraz uzağınızdan, çok ötelerden gelen çepeçevre seslerle müziğin bir parçası kılınıyorsunuz, müzik gözeneklerinizden sızıp içinize işliyor. ben böyle bir deneyim hiç yaşamadım.
müzik, sanatlar arasında bana göre en ilahi ve ulvi olanıdır, evde kayıttan müzik dinlerken bazen sesi olabildiğince açarım, müziğin mekanı ve içimi doldurmasını, onun içinde olmayı isterim. işte hayatımda ilk defa bu hissi "human requiem"de yaşadım, deneyimledim.

jochen sandig bu gösteriyi koreograf eşi sasha waltz'in danışmanlığında gerçekleştirmiş. waltz sahne alanını olduğu kadar mevcut mekanları kullanmada, yani yere özgü (site specific) işler üretmekte oldukça deneyimli ve usta bir koreograf. onun bu projedeki danışmanlığı sayesinde, 64 kişilik oldukça kalabalık rundfunkchor berlin (berlin radyo korosu) üyeleri mekanın içinde müthiş akıcı ve rahat bir şekilde hareket ediyorlar, ve bazı sahnelerdeki yalın koreografilerin altından başarıyla kalkıyorlar.

brahms'ın yapıtı yedi bölümden oluşuyor. sandig her bölüm için, o bölümün müzikal formundan ve içeriğinden esinlenerek farklı bir mekansal mizansen tasarlanmış;
ilk bölümde  mekanın geneline dağılan, adeta dağınık bir konumlanma,
müzikal tempo olarak cenaze töreni alayının geçisini betimleyen ikinci bölümde mekanı çaprazlarla kesen bir hareket düzeni,
üçüncü bölümde döngüsel bir hareket,
ruhun tanrıda bulduğu barınaktan bahseden dördüncü bölümde yukardan inen iki büyük salıncak grubunun tanımladığı iki merkezi mekan/barınak yaratıldı,
soprano solosunu içeren beşinci bölümde sopranonun mekanı çapraz kesen tek bir hatta hareketi,
altıncı bölümde mekanı ikiye yarayan koridor sahne düzeni
ve adeta hepimizin karanlıkla/ölümle bütünleştiği son bölümde seyircilerin icracılar tarafından devasa bir halkanın içine alınması.
bu mükemmel düzenlemelere dair tek eleştirim; salıncaklı kısımda keşke salıncakta sallananlar içeri, yani merkeze doğru değil, dışarı yani bizlere doğru sallansalardı; hareketin bu hali icracıların içlerine kapanmasına neden oldu, diğer haliyle ise bizlere açılıyor, bizleri kapsıyor olacaklardı ve bu hali gösterinin genel ruhuna daha uygun olurdu kanımca.

phillip moll'ün dört el piyano uyarlaması yapıtın orkestra ve orglu özgün halinden daha sakindi ancak zayıf değildi.
gerek gijs leenaars yönetimindeki koronun üyeleri, gerek bariton john brancy ile soprano iwona sobotka, gerekse de dört el piyanoda angela gassenhuber ile philip mayers müthiş nüanslı, duygusal ve yumuşak bir yorum çıkardılar.
dolayısıyla hem müzikal uyarlama hem de icracıların yorumları, sandig'in insanları biraraya getiren ve tek bir bütünde birleştiren konseptinin hümanist özünü vurgular nitelikteydi. bu hümanist öz zaten brahms'ın yapıtına da içkindi. yani bütün öğeler birbirleriyle uyumlu bir şekilde bir aradaydılar.

gösteri bittiğinde huşu içinde zeminden bir kaç karış havalanmıştım sanırım.
iksv müzik festivali düzenleyicilerine, bizleri bu olağanüstü gösterinin bir parçası yaptıkları, bizlere bu müzikal ve mekansal deneyimi yaşattıkları için yürekten teşekkürler.