24 Haziran 2013 Pazartesi

istanbul atatürk kültür merkezi neden yıkılmamalıdır!


atatürk kültür merkezi (akm) yıkılmamalıdır!

1. derece anıtsal yapı değerine sahip olması bir yana; batıda veya doğuda fark etmez, dünyanın hiç bir uygar ülkesinde mevcut bir opera binasının yıkılıp da yeniden yapıldığı görülmemiştir. [bunun en önemli nedeni herhalde kültüreldir, ancak ekonomik gerekçeler de söz konusu olabilir.]

eğer daha iyisini, daha görkemlisini, daha çağdaşını [pardon "barok"unu] yapmak istiyorsanız, istanbul kocaman bir şehir, 17 milyon nüfusu var; mevcut olanını restore eder, ikinci bir tanesini yaparsınız. istanbul iki opera binasını kaldırır. bütün uygar metropollerde de bu böyledir; ya kendi binalarına sahip olan iki-üç opera kurumu vardır (örneğin londra, berlin gibi) ya da tek bir opera kurumunun iki yapısı vardır (örneğin paris gibi).

akm’nin mimarisini beğenmiyor olabilirsiniz.
modernist mimariye, “modernizm”e burun bükmek moda zaten. ancak dünyanın hiç bir yerinde bu binaları yıkmıyorlar; belli bir dönemin ürünü olarak saklıyorlar; saklamak ne kelime, gözleri gibi bakıyorlar. ancak ve ancak, eski rejimlerine “hıncı” olan ülkelerde (balkan’larda, eski sovyet cumhuriyetlerinde) belki yıkılanı oluyordur. akm’nin yıkılmasını isteyenlerin çoğunluğu, akm’yi belli bir mimari tarzın örneği olarak gömek yerine, -bence yanlış bir okumayla- belli bir ideolojiyle özdeşleştirenler olduğunu söylemek mümkün.

...

hannelore schubert’in 1971 tarihli “moderner theaterbau” (modern tiyatro mimarisi) isimli bir kitabı var. kitap ikinci dünya savaşı sonrasında almanya’da inşa edilmiş veya tasarlanmış olan sahne sanatları yapılarını ana eksen kabul ederek son 100 yıldaki tiyatro mimarisini ele alıyor. kitabın kısa bir derleme mahiyetindeki “uluslararası duruma bakış” kısmında ise ikinci dünya savaşı sonrasında dünyada yapılmış opera ve tiyatro/kültür merkezi örneklerine kısa bilgi, fotoğraf ve çizimlerle yer verilmiş. bazılarımız için şaşırtıcı olabilir ancak bu bölümde türkiye başlığı da var! tabii ki akm binası vesilesiyle.
akm büyük ihtimalle dünya literatürüne geçen tek modern çağ kültür merkezimiz.


akm entellektüellerimiz ve mimarlarımız tarafından da genellikle soğuk, itici, çirkin, otoriter tavırlı, çevresiyle ilişkisiz olarak eleştirilir. ancak modernist mimari zaten böyle bir tarzdır. modernist mimari örnekleri, içinde bulundukları bağlamla ilişki kurmazlar; kendi başlarına var olurlar. kaldı ki bence akm, belki arkasını döndüğü boğazla ilişki kuramıyor olabilir ancak, kesinlikle önündeki taksim meydanı ile ilişki kurmayan bir yapı değil!
anakronizmaya düşerek, yani günümüzün ekolojik, sürdürülebilir, çevreci yaklaşımlarıyla 60 yıl öncesine bakarak, akm’yi mahkum etmeyelim.
londra’daki southbank kültür merkezi (1951) thames nehri ile ne kadar ilişki kuruyor? sydney operası (1973) sydney limanı ile ne kadar ilişki kuruyor? varşova’daki ulusal tiyatro (1949), new york’taki lincoln performans sanatları merkezi (1962-1966), berlin’deki alman operası (1961) önlerindeki meydanlarla ne kadar ilişki kuruyorlarsa akm de taksim meydanı ile o kadar ilişki kuruyor. kat kat fuayelerin bütünüyle şeffaf, tül gibi bir cepheyle meydana açılması, meydandan da bu ışıl ışıl cephenin seyredilmesi dışında o dönemde bu büyüklükteki kültür yapıları için başka bir ilişki kurma şekli de yok ki zaten.
düsseldorf schauspielhaus’un (1970), alvar aalto imzalı essen operası’nın (1959-1988) önlerindeki meydanlara sağır duvarlarla, arkalarındaki yemyeşil parklara kısıtlı açıklıklarla bakıyor olmasından hiç bahsetmiyorum.
bırakalım o dönemi, yakın zamanlarda yapılan en büyük ölçekli opera binalarından, paris’teki bastille operası (1989) hemen önündeki bastille meydanı ile ne kadar ilişki kurabiliyor ki! ilişki kurulsun diye tasarlanmış, bastille meydanına bakan dış merdivenlerde kaç kişi oturuyor!
günümüzün star mimar-mühendislerinden santiago calatrava’nın valencia operası’na (2005) ne demeli!

neticede; bu büyüktükteki kültür yapıları zaten ancak fuayeleri üzerinden etraflarıyla ilişki kurarlar ki, akm de bu ilişkiyi fazlasıyla yerine getiriyor.
[bir opera binasının çevresi ile kurduğu ilişkide kırılma noktası yaratan bir uygulamayı bu konulardan bu kadar bahsetmişken anmadan geçmek istemem: oslo operası (2007). binanın çatısı bütünüyle limana/denize/suya doğru inen basamaklarla mükemmel bir kamusal alan olarak tasarlandı, uygulandı, işliyor.]

...

akm’nin büyük (opera) salonunun akustiği de çoğunlukla eleştirilir.
salonun yanmadan önceki localı halinin, bu locaların mimari çözümünden (sesin kırılmasını sağlayan yüzeyler oluşturmuş olmalılarından) dolayı daha kaliteli bir akustiğe sahip olduğu da söylenir.
büyük salon, istanbul’un büyük ölçekli, düzgün salon eksikliğinden dolayı yıllarca istanbul devlet senfoni orkestrası ve müzik festivali’nde konuk orkestra konserleri için kullanılmaktaydı. mekansızlıktan dolayı istanbul devlet tiyatrosu da cumartesi suare ve pazar matine gösterilerini bu salonda gerçekleştirmekteydi.
ancak büyük salon ne tiyatro ne de konser düşünülerek tasarlanmıştır. salonun esas işlevi opera gösterileridir ve opera için gerekli akustik koşullar mimari olarak farklıdır. ne yazık ki büyük salonun opera temsillerindeki akustiği de öyle “dünyanın bir numarası” değildi, ancak bu salondaki tiyatro ve konser etkinliklerindeki kötü akustik koşulları örnek göstererek salonu ve bütün binayı kötülemek iyi niyete sığmaz. 



akm’ye başka bir açıdan da bakmak istiyorum;
akm içinde sadece bir opera sahnesi barındıran bir programa sahip değil. zaten yeterince kapsamlı bir mekansal düzenlemeye (arka ve iki yan sahne, yüksek sofita, ana sahnenin parçalanarak hem döner hem de aşağı-yukarı doğrultuda hareketli olması) ihtiyacı olan opera sahnesi dışında akm ek olarak bir konser salonu, bir sinema salonu, bir oda tiyatrosu ve bir sanat galerisi barındırıyor. dünyada bu kadar salonu bir arada, yanyana, üstüste barındıran çok az kültür yapısı var, belki de hiç yok. literatürü şöyle bir tarayın, opera salonuna en fazla küçük salonun eklendiğini, ender örneklerde salon sayısının üçe çıktığını görürsünüz.
tabii sadece seyirci açısından bakıp da mekan çeşitliğinini ele almamak lazım, bu işin bir de “mutfağı” var: sanatçı odaları, prova salonları, dekor-kostüm atölyeleri, sanatçı lokantası, idari birimler.. saymakla bitmez!
akm kendi kendine yeten, kendi içinde büyük, kapsamlı bir dünya. dolayısıyla akm bu yönüyle de değerli. ve maalesef; bu kadar işlevi bir arada barındırdığı için de bazılarımıza “hantal” gözüküyor!

akm’nin işlev ve mekansal çözümlerinden devam edersem;
binanın mimarı hayati tabanlıoğlu almanya’da tiyatro mimarisi üzerine yüksek eğitim görürken gerhard graubner’in öğrencisi oluyor. graubner almanya’da ikinci dünya savaşı sonrasında sayısız tiyatro-opera-kültür merkezi projesi çizmiş ve uygulamış bir mimar. dolayısıyla tabanlıoğlu, bu işi kaynağında, en yetkin kişisinden öğreniyor ve öğrendiklerini birebir istanbul’da uyguluyor. nedir öğrendikleri? akm’nin fuaye büyüklükleri, merdiven genişlikleri, vestiyer alanı, gişe alanı gibi ikincil işlev mekanlarına baktığınızda, türkiye’de bu büyüklükte/genişlikte örnekler göremezsiniz. akm’de bu mekanların bu kadar geniş tutulmasının nedeni, büyük ihtimalle tabanlıoğlu’nun bu mekanların alanlarını belirlerken, sahne sanatlarının dünyada en gelişmiş, halka en çok malolmuş ülkelerinden biri olan almanya’nın standartlarını baz almış ve graubner’in bilgisini kullanmış olmasıdır. eğer bir gün almanya’da bir graubner yapısına denk gelirseniz (mesela wuppertal’de 1966 yılında kullanıma açılmış olan schauspielhaus onundur) akm’yi daha iyi anlarsınız.

buradan da ister istemez istanbul’da son yıllarda inşa edilen tiyatro yapılarına gelmek istiyorum. örnek olarak yakın zamanda yeniden inşa edilmiş iki binayı düşünelim: şehir tiyatrolarının muhsin ertuğrul sahnesini ve üsküdar musahipzade sahnesini.
bu yapıların fuaye büyüklükleri, vestiyer alanları, salona giriş çıkışları, yapıların çevreleriyle kurdukları ilişkiler yeterli mi sizce? tiyatro çağlar boyunca toplumsal bir etkinlik alanı olmuştur. hele de 21. yüzyılda tiyatro sadece insanların karanlık bir salona girip sahnedekileri izleyip çıktıkları tek taraflı bir etkinlik değildir. öncesinde, arasında, sonrasında biraraya gelinen, sohbet edilen, seyredilmiş olanın tartışıldığı bir etkinliktir tiyatro. bunlara imkan sağlayacak olan ise fuayenin mekansal kalitesidir; niteliğidir. fuaye büyüklüğüyle ve donatılarıyla seyircinin "seyirci" olarak kalmadığı, seyrettiğini sorguladığı, tartıştığı bir mekan olarak kurgulanmalıdır.

toparlarsam;
mevcut atatürk kültür merkezi'ni bir modernist mimari örneği olarak restore edip koruyarak, bugünden sonra tasarlanacak kültür-sanat binalarında "kamusal" değil “ortak alan” (david harvey) hissiyatını oluşturmak dileğiyle..

19 Haziran 2013 Çarşamba

penderecki molası



arvo paert ve giya kancheli’den sonra, bir başka büyük besteciye daha, bu sefer leh usta krzysztof penderecki’ye pazartesi akşamı aya irini’de istanbul müzik festivali kapsamında iksv yaşam boyu başarı ödülü verildi. ödül töreni ve konser öncesinde aya irini’nin osmanlı dönemi eki medresenin avlusunda pencerecki ile bir söyleşi gerçekleştirildi.


penderecki söyleşisi ve münih oda orkestrası’nın konserinin, gezi direnişinde sinirlerin fena halde gerildiği dehşetengiz haftasonunun ardından, ortamın görece sakinlediği bir güne rastlaması, 20 gündür durdurakbilmeden süren “koşuşturma”da soluklanmak için iyi bir fırsattı.

penderecki ile yapılan yarım saatlik söyleşi, konserden daha mutlu etti beni. penderecki, mizahi dozu yüksek anlatımıyla bizleri gülmekten kırdı geçirdi. her an suratında bıyıkaltı, muzip bir gülümseme ile anlatığı her anektodta 80 yıllık bir hayatın damıtılmış tecrübesi vardı.

“etkilendiğiniz, size esin veren besteci?” sorusuna “benden önceki hepsi” anlamına gelen yuvarlak bir cevap verirken, “peki 20.yy’dan hangi bestecileri beğeniyorsunuz?” sorusuna stravinski’den schönberg’e kendinden önceki kuşağı teker teker sayarak cevap verdi. yani, kendisiyle aynı dönemde veya 1950 sonrasında beste yapan hiç bir müzik adamının adını anmadı. “ıssız bir adaya yanınızda, kendi besteleriniz dışında, hangi bestecinin hangi eserini alırdınız?” sorusuna ise, önce yine muzipçe “kendi bestelerimi ayırmanız iyi oldu” dedikten sonra “kesinlikle bach! yapıt olarak da herhalde ya bi minor mass’ı ya da aziz matya pasyonu’nu alırdım” diye devam etti.

moderatör hanım “stanley kubrick’in “shining” filminde kullandığı bestenizden bahseder misiniz?” diye sorarken, tam da shining kelimesi sonrasında mikrofonun eko yapması üzerine penderecki “benimki böyle bir beste değil ama” diyerek herkesi güldürdü. çalgıları bozacağını iddia ederek yapıtlarını çalmayı rededen orkestralar olduğunu, tepki almaktan çok memnun olduğunu ve bunu doğal karşıladığını belirtti.

1960’larda müzikte devrim yaratan elektronik müzik bestelerinin o zaman için sıradışı olduğunu, ancak o alanda yapmak istediği her şeyi denediğini ve ardından daha klasik anlamda beste yapmaya geri döndüğünü, değişimin insanın doğasında olduğunu ve bunu yadırgamamak gerektiğini söyledi. bilgisayarla müzik bestelemek konusunda tutucu olduğunu, bilgisayar öğrenmediğini ve bu yaştan sonra da öğrenmeyeceğini, bestelerini eski usulde kalemle yazarak kayda geçirdiğini ve bundan memnun olduğunu söyledi. piyanoda çalarak veya deneyerek değil, ilk önce aklında tasarlayarak beste yaptığını, diğer türlü deneme-yanılma-arama yöntemiyle beste yapanları gerçek besteci olarak görmediğini de ekledi.

sinema için hiç müzik bestelemediğini, ancak 1960’larda tiyatro için bir çok bestesinin olduğunu söyledi. yale üniversitesi’nde ders verdiği dönemde film müziği bestelemesi için teklif geldiğini, ancak yüksek ücret teklifine ragmen geri çevirdiğini yoksa kendini para kazanmaya kaptırmasının an meselesi olduğunu ekledi.

her gün sabah erkenden itibaren beste yapma işine kendini verdiğini, düzenli olarak çalışmadığı takdirde üretemediğini, şu sıralar bir sürü oda müziği yapıtı bestelemekte olduğunu, viyana operası siparişi üzerine 2015’e “phedre” adlı bir opera yazdığını belirtti. moderatör hanımın “hiç besteleme krizi yaşadığınız oluyor mu?” sorusuna “her sabah” demesi yine hepimizi gülümsetti.

hiç bir yapıtını politik amaçlarla/dürtülerle bestelemediğini, örneğin o akşam dinleyeceğimiz “52 yaylı için hiroşima kurbanlarına ağıt” adlı yapıtında da olduğu gibi, önce besteyi yazdığını, ardından adını veya ithafını koyduğunu söyledi. akşamın ilerleyen saatlerinde münih oda orkestrası ve 30 kadar türk müzisyen tarafından seslendirilen yapıtı dinlediğimde tam da atom bombası ve ardından gelen acıları anlatıyormuş gibi geldi bana. sanki yapıtın adını bilmesem de aynı izlenimi edinirdim diye düşünüyorum; bence en azından apokaliptik, karanlık, keskin, tekinsiz bir atmosferi vardı yapıtın. ben “hiroşima kurbanların ağıt”ı, barışcıl gezi parkı protestolarında acımasızca şiddet gören herkesi düşünerek, hepimizi anarak dinledim.

demir perde döneminde o ülkeler arasında polonya’nın en özgür ülke olduğunu, sadece müzik alanında değil, tiyatro ve sinema alanlarında önemli sanatçıların yetiştiğini, bu nedenle duvar yıkılıp sscb’nin dağılmasından sonra polonya’da sanatsal özgürlük açısından değişen pek bir şey olmadığını vurguladı. demir perde dönemindeki en büyük sorunun pasaport alma olduğunu, konservatuarı bitirdikten sonra en büyük istediğinin yurtdışına çıkmak olduğunu, bu nedenle 1959’da birincilik ödülü yurtdışı seyahati olan bir beste yarışmasına birincilik ödülünü garantilemek için üç ayrı eserle katıldığını anlattı. iki eliyle de yazabildiği için bir besteyi sağ eliyle, ikinci besteyi sol eliyle, üçüncü besteyi de bir arkadaşına yazdırmış, el yazısından üçünün de aynı kişiye ait olduğu anlaşılmasın diye. neticede üç bestesi ile yarışmanın üç ödülünü birden kazanmış. yurtdışı seyahatini ise, o güne kadar görmeyi çok istediği italya’ya yapmış.

Şehrimizde giderek doğru düzgün parklar bahçeler kalmazken, park yapılabilecek yerlerden birer birer gökdelenler, toki konutları yükselirken 80 yaşındaki bu bilge kişiden 40 yıl önce 3 hektarla başladığı arberatumunu günümüzde 30 hektara çıkarttığını; doğayı, kendi diktiği ağaçlar arasında, altında, gölgesinde yürümenin onu çok mutlu ettiğini öğrenmek onun adına beni ne kadar mutlu ettiyse, şehrim adına da o kadar hüzünlendirdi.



penderecki’yi istanbul’da yıllar yıllar önce festival’de, başyapıtlarında biri olan “leh requiem”iyle de, üç yıl önce crr’de sinfonietta cracovia’yı yönetirken de izleme imkanımız olmuştu. meğer eşiyle stanbul’u çok seviyorlar ve şehrimize arada turistik ziyaretler de yapıyorlarmış.

önümüzdeki yıl polonya-türkiye ilişkilerinin 600. yılı kutlanacak; bu vesileyle sanat etkinlikleri gerçekleştirilecek. umalım büyük usta penderecki 2014’te de konuğumuz olsun; hatta kendisine bir yapıt sipariş edilse ne güzel oldurdu..



15 Haziran 2013 Cumartesi

Asi Şehirler'den.. [2]





“… Fannie Mae’nin (Federal National Mortgage Association/Federal Ulusal İpotekli Konut Kredisi Birliği) başı çektiği konut lobisi, giderek büyüyen, özerk bir refah, nüfuz ve güç merkezi halini almış, Meclis’ten denetleme kurullarına, hatta faaliyetlerinin çok düşük risk taşıdığını ispatlamak için sayfalar dolusu araştırma yayımlayan muteber aakdemisyen iktisatçılara (Joseph Stiglitz gibi) varana dek herkesi manipüle etmeye kadir hale gelmişti…”

“… sorun ortak alanda değil, onu çeşitli ölçeklerde üreten ve kullananlar ile şahsi çıkarları için ona el koyanlar arasındaki ilişkidedir. Kentsel siyasette karşılaşılan yolsuzlukların çoğu, kamu yatırımlarının, ortak alan gibi görünen ama aslında imtiyazlı mal sahipleri için özel aktif değerlerinde artışı destekleyen alanlara tahsis edilmesiyle ilişkilidir…”

“… Varlıklı sınıfların, tek tek kişiler olarak değilse de idareleri altındaki kıymetler açısından bakıldığında, en savunmasız oldukları yer şehirlerdir. Bu nedenledir ki kapitalist devlet, gelecek yıllarda sınıf mücadelesinin ön cephesini oluşturacak olan askeri özellikte kent mücadeleleri için teçhizatlanmaktadır…”

“Yitirilmiş olduğu düşünülen kentsel müştereklerin son dönemde yeniden vurgulanır olması, yakın zamanda deneyimlenen özelleştirme, ortak alanların kamuya kapatılışı, mekansal denetim ve polis gözetiminin derin etkilerine delalet eder. Son dönemde belirginleşen bir gözetim dalgası, genel olarak kentsel yaşamı, özelde de capitalist sınıf çıkarlarının etkisi (hatta hakimiyeti) altındaki kentsel süreçlerin içinden yeni toplumsal ilişki biçimleri (yeni bir tür ortak alan) meydana getirme potansiyelini hedef almıştır…”

“… İngiltere’nin halihazırdaki başbakanının “vahşi” dürtüleri, bir yandan ahlaki pusulanın şaştığından, adabımuaşeretin yerle bir olduğundan, başıboş gençler arasında aile değerleri ve disiplinin maalesef erozyona uğradığından dem vururken, diğer yandan tazyikli su püskürten tankları, biber gazı taburunu ve plastik mermileri devreye sokacak gibi görünüyor…”

“… Nihayet bütün devletlerin talep ettiği şiddet tekelini, halkı kamusal alan addedilen yerin olabildiğince dışında tutmak ve emirlerine uymayan kim varsa taciz etmek, gözaltına almak ve icabında suçlu ilan ederek hapse atmak için kullanır. Baskıcı hoşgörü hususunda üzerine yoktur; ifade özgürlüğü aldatmacasını devam ettirir, yeter ki söz konusu ifade, kendi yürütmekte olduğu projenin ve ona zemin hazırlayan baskı aygıtının doğasını ifşa etme cüretini göstermesin…”

“… Wall Street’I İşgal Et hareketinin şehirden şehre yayılan taktikleri, şehrin merkezinde iktidarın ağırlığının yoğun olarak hissedildiği bir kamusal mekanı, park veya meydanı alıp bu mekana insan bedenlerini yerleştirerek kamusal alanı siyasi bir müşterek alana çevirmek – bu iktidarın ne yaptığına ve onun erişimine karşı koymanın en iyi yolu hakkında açık bir tartışma mekanına…”

- David Harvey
(çeviri: Ayşe Deniz Temiz)
Metis Yayınları, Mart 2013



12 Haziran 2013 Çarşamba

manolo valdes



"...ispanya'da durum yadsınamayacak kadar kötü. öte yandan, ispanya tarihine şöyle bir baktığımızda, "tarihinin en kötü krizi" demek biraz iddialı olur. bu toplum çok büyük badireler atlatmış, daha dün denebilecek bir tarihte birbirinin gırtlağına sarılmış bir toplum. üstelik, savaşı kötüler kazanmış. yine de yıllarca süren diktatörlükten sonra silkinip medeniyet haritasında layık olduğu yere gelen bir ülkeden bahsediyoruz. bu krizin de uzun vadede aşılacağını umuyorum. ama kısa ve orta vadede bırakacağı hasarları da görmek, bunlarla mücadele etmek gerek. sokaklar taksitlerini ödeyemediği için evinden olmuş insanlarla dolu. bunların arasında yaşlılar, çoluk çocuğa karışmış gencecik insanlar var. özellikle gençler arasında, işsizlik korkunç boyutlarda. belki de hep övündüğümüz demokrasiye geçiş döneminin dokunulmazlığını kaldırmanın, ab'ye giriş sürecinde yapılan hataların hesabını sormanın zamanı geldi. nasıl oldu da "politikacı" denen insan türü halktan bu denli koptu? halk nasıl oldu da ısrarla kendi çıkarlarına, geleceğine ihanet eden bu insanları iktidara getirdi ve orada tuttu? bütün bu maskaralığa nasıl göz yumuldu? bunların hesabını bütün bir toplum verecek. hiçbirimiz kaçamayacağız."
- bir+bir, haziran 2013

5 Haziran 2013 Çarşamba

"Asi Şehirler"den

"...
Artı sermayenin emilmesi sürecinde kentleşmenin önemli bir rol oynadığı ve bunu da giderek büyüyen bir coğrafi ölçekte gerçekleştirdiği, ancak bu sürecin kentli kitleleri şehir üzerinde her tür haktan mahrum bırakan ve giderek yaygınlaşmakta olan yaratıcı yıkım süreçleri pahasına gerçekleştiği sonucuna varabiliriz. Bu durum dönem dönem başkaldırıya yol açar, tıpkı mülksüzleştirilen kitlelerin yitirdikleri şehri geri almak için ayaklandığı 1871 Parisi'nde olduğu gibi. 1968'lerde Paris'ten Bangkok'a, Mexico'dan Chicago'ya uzanan kentsel hareketler de kapitalist inşaat şirketleri ve devlet tarafından dayatılandan farklı bir şehir yaşantısı tarif etmeyi amaçlıyordu. İçinde bulunduğumuz bağlamda mali güçlükler artacak olursa, kapitalist üretim fazlasının kentleşme aracılığıyla soğrulması sürecinde bugüne dek geçerli olan neoliberal, postmodern, tüketime dayalı evrenin sonu geldiyse, ve eğer daha geniş çaplı bir kriz patlak verecek olursa, karşımıza çıkacak olan soru şudur: Bizim '68'imiz nerede, hatta daha ileri giderek, nerede bizim Komünümüz?
..."

- David Harvey
(çeviri:  Ayşe Deniz Temiz)
Metis yayınları, Mart 2013