3 Ekim 2011 Pazartesi

yüzlerimizdeki lekeler


nuri bilgen ceylan’ın filmleri hiçbir zaman “benim filmlerim” olmadı. n.b.c. sinemasını “koza”dan beri ilgiyle, keyifle, hayranlıkla izledim; o kadar.

n.b.c.’ın “duruş”unu hep biraz “uzak” bulmuşumdur; kendini herkesin ötesinde (ve belki de üzerinde) bir yere konumlar gibi.
“bir zamanlar anadolu’da” sadece adıyla bile yeterince iddialı. sinema tarihine geçmiş iki “bir zamanlar” filmi varken, bunlara yeni bir coğrafya eklemek cesaret ister. bu cesaret de öyle her sinemacıda yoktur.
“bir zamanlar”ın “amerika“ ve “batı” versiyonları hafızamda çok gerilerde; onları “anadolu” ile karşılaştıramayacağım. sinema yazarları bu konuya bir ucundan dokunur nasıl olsa. biçimlerinin ötesinde içerik bakımından net olarak hatırladığım “amerika” ve “batı”nın birer suç hikayesi anlatmaları. “anadolu” da bu anlamda kriminal bir ton içeriyor; neyse ki çok daha ötesini barındırıyor.

n.b.c. sinemasına mesafeli duruşum bir yana, “bir zamanlar anadolu’da”yı çok beğendim.

öncelikle, yapısal olarak hoşuma gitti: gece ile gündüz, kırsal ile kent, geniş açılar ile yakın planlar, geniş açık dış alanlar ile sıkışık kapalı iç mekanlar.

muhammet uzuner ve -bir kez daha- taner birsel’in oyunculuğuna hayran kaldım.
yılmaz erdoğan’ın bu filmde ne aradığını düşündüm. [cem yılmaz’ın bir sonraki ferzan özpetek filminde ne arayacağını düşünmedim!] yılmaz erdoğan faktörü olsa olsa n.b.c. filmlerinin türkiye’de kemikleşmiş seyirci sayısını biraz yukarı çekmekten öte bir işe yaramayacak. polis müdürü rolünü ondan çok daha iyi canlandıracak; uzuner ve birsel ile birlikte üçgenin dengesini hakkıyla kuracak nice oyuncumuz yok mu; hele ki n.b.c. gibi tanınmamış, amatör oyunculardan cannes’da ödül alacak performanslar alabilecek düzeyde bir yönetmen için.

filmin bütün ikincil ve üçüncül rollerindeki oyuncularını da hayranlıkla izledim. yarattığı karakterlerle onlara bu imkanı sağlayan n.b.c.’ı takdir ettim.

...

“bir zamanlar anadolu’da” en çok etkilendiğim ise; film boyunca savcının yanaklarında ışığa bağlı olarak koyu koyu görünür olan lekeler ile doktorun yanağına filmin bitmesine çok az kala sıçrayan kan damlası arasındaki neden-sonuç ilişkisi idi.

son jenerikte bahsi geçen çehov alıntılarını filmi seyrederken fark etmemiş olsam da, doktor cemal'in tam da bir çehov karakteri gibi, içinde yaşadığı toplumsal ortama, ekonomik koşullara, geleneklere, değer yargılarına yenik düşmeye yazgılı melankolik hali oldukça dokundu bana.

öyle böyle değil, gerçekten “olağanüstü” görüntülerinin ve yağmurun yıkadığı camlara eşlik eden neşet ertaş türküsünün ötesinde, filmi benim için anlamlı ve unutulmaz kılan da bu oldu; yüzlerimizdeki lekelerin izini sürmüş olması…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder