bir oyun metnini veya konusunu okursunuz; yazarın betimlediklerinin sahnede nasıl gerçekleştirilebileceğini merak edersiniz, zihninizde kurmaya çalışırsınız, hatta bazen “yok artık sahnede herhalde bu kadarını da yapamazlar” diye düşünürsünüz. sonra, oyunun sahnelendiği bir yapımı izlersiniz ve haklı çıkıp hayal kırıklığına uğrarsınız. metinde yazanlar veya sizin hayalinizde canlandırdıklarınız sahnede yarım yamalak gerçekleştirilmiştir.
böyle ilk hayal kırıklığımı 1980’lerin ortasında istanbul devlet operası’ndan “sihirli flüt”ü ilk defa seyrettiğim zaman yaşamıştım. 14-15 yaşlarındaydım. akm’de herhangi bir operayı seyretmeden önce evde, dedemin, gençliğinde anneme hediye ettiği faruk yener’in “100 opera” kitabından o akşam seyredeceğimiz opera hakkında bilgi edinmeyi adet edinmiştim. “sihirli flüt” maddesinde okuduklarım beni çok heyecanlandırmıştı: “vay be, demek ki bu akşam akm’nin sahnesinde ejderhaların ağızlarından ateş fışkıracak, insanlar havada uçacak, görkemli mısır tapınakları olacak” diye içimden geçirdiğimi çok net hatırlıyorum, ardından yaşadığım hayal kırıklığını da. tabii ki o akşam akm’nin büyük sahnesinde bunların hiçbiri gerçekleşmedi; bıraktım ejderhaları, havada uçan habercileri, dekor niyetine bile sahnede neredeyse hiç bir şey yoktu, sadece bir kaç basamak ve inen kalkan ince tül perdeler! zamanla beklentilerimi törpülemeyi öğrendim, hele de türkiye’de bir yapım izleyeceksem.
şubat başında paris’e gitmeden önce, fransızca oynandığı için anlamayacağımdan doug wright’ın “quills” adlı oyununun ingilizce metnini edindim ve okudum. metne göre; oyunun yarısına doğru, bütünüyle çırılçıplak kalacak ve öyle oynamaya devam edecek bir protagonisti, çarmıh üzerinde çırılçıplak sevişileceğini ve vücuttan kopartılmış parçaların kendi başlarına hareket edeceklerini sahnede birebir göreceğimden pek umudum yoktu, yapımın altında ne kadar robert lepage imzası da olsa. yanılmışım; lepage, sanata ve tiyatroya olan inancımı bir kez daha harladı.
son yıllarda özellikle almanca konuşulan ülke tiyatrolarında erkek çıplaklığını kullanmak “a la mode” adeta. ancak lepage’ınki öyle 3-5 dakika veya tek bir sahne boyunca çıplak kalmak değil, lepage arasız 140 dakika süren oyunun 1/3 süresi boyunca çırılçıplak ve bu durumu muhteşem bir rahatlıkla içselleştirmiş olarak sahnede arz-ı endam ediyor.
marquis de sade’ın; önce hücresinin derece derece soyulması (ilk olarak kitap, kağıt ve kalemlerinin alınması, sonra bütün perde ve çarşaflarının) ve son aşamada peruğu dahil bütün kıyafetinin elinden/bedeninden alınmasıyla tamamıyla çırılçıplak kalmasının sahnede birebir gerçekleştirilmesi çok önemliydi, çünkü metinde marki’nin -aydınlanma felsefesini de besleyen- düşüncelerine savaş açan protagonistler (rahip, müdür, marki’nin eşi) lepage'ın yorumunda hem sımsıkı, katman katman ve koyu renkli kıyafetleriyle hem de büyük masraflarla inşa ettirdikleri şatoları ve pahalı, gösterişli ve kalabalık eşyalı yaşamlarıyla markiz’in karşıtını temsil ediyorlardı. bu nedenle; çıplak kalmadan önceki sahnelerde kıyafetlerinin giderek beyaza dönüşmesi, soyulduğunda/soyunduğunda bütünüyle kılsız vücudunun ve kel kafasının bembeyazlığı, ve sahnede hep gözleri kamaştıran beyaz neon ışıklarla çevrili oluşu marki'nin, her türlü (düşünsel, bedensel, toplumsal ve cinsel) özgürlüğün simgesi olma halini cisimleştiriyordu adeta.
(fotoğraf: mehmet kerem özel, 10.02.2018 la colline-paris)
düşünce ve ifade özgürlüğü engellenebilir mi, insanın zihninden geçenlere sınır konabilir mi, konmalı mıdır? insan, zihninden geçenlerin hangilerini gerçekleştirme özgürlüğüne sahiptir, bunun sınırı nedir? özgürlük nerede başlar, nerede biter? medeniyetin kuralları neye göre koyulmuştur, hangi kriterlere göre işler? kuralları koyan ve uygulamakla yükümlü olan erk sahiplerinin yöntemlerinin ne kadarı, kendi koydukları kurallara uyar?
doug wright’ın, 2000'de philip kaufman tarafından muhteşem bir kadroyla (geoffrey rush, michael caine, kate winslet ve joaquin phoenix) sinemaya uyarlanan, ve şu aralar erdal beşikçioğlu'nun yönettiği ve başrolünde oynadığı tatbikat sahnesi yapımı olarak istanbul dahil bir çok şehrimizde sahnelenmekte olan 1995 tarihli “quills” (tüy kalemler) adlı oyunu marquis de sade’ın charenton akıl hastanesindeki -kurmaca olarak son- günlerini ele alırken, yukarıda belirttiğim soruları tartışmaya açar ve ahlakın göreceliğini ve toplumun, dinin ve iktidarın ikiyüzlülüğünü apaçık bir şekilde ortaya serer.
günümüzün tiyatro ustalarından kanada-quebec’li robert lepage’ın kendi topluluğu ex machina bünyesinde sahneye koyduğu “quills” versiyonunu şubat başında paris’te izleme şansım oldu.
yapım, 6-18 şubat tarihlerinde, lepage’ın eski çırağı şimdinin ise önemli frankofon tiyatrocularından wajdi mouawad’ın genel sanat yönetmeni olduğu la colline ulusal tiyatrosu’nda turnedeydi. la colline’nin, internetten hala izlenebilen 2017-2018 sezon tanıtım toplantısında mouawad’ın lepage’ı ağırlayacak olmaktan duyduğu heyecan hissediliyordu.
bu vesileyle, benim gibi bir çok lepage ve mouawad hayranını heyecanlandıracak bir haberi de vermiş olayım: ikili önümüzdeki sezon, mouawad’ın geçtiğimiz (21.) istanbul tiyatro festivali’nde seyretme imkanı bulduğumuz “seuls” (yalnızlar) ile başlayan üçlemesinin son halkası “freres” (erkek kardeşler) de beraber çalışacaklar.
lepage ile cloutier tasarım olarak seyirciye bakan tarafı aynalı, cam duvarlardan oluşan bir mekan hazırlamışlar; bunlar birbirlerinin üzerine kayabiliyorlar ve en içteki parçası kendi etrafında 360 derece dönüyor.
arkasına ışık verildiğinde şeffaflaşan, ama aynı zamanda ayna özelliğini de yitirmeyen bu yüzeyler wright’ın metninde detaylı bir şekilde tarif ettiği sahne direktiflerinin ve daha da ötesinin gerçekleştirimesine olanak sağlıyor. örneğin, öndeki mekanın zamanında konuşan iki karakterden biri eskiye dair bir şey anlatırken bahsettiği eski tarihli olaydaki diğer kişiler camın arkasında beliriyorlar, ve daha da ötesi: geçmişteki kişinin camın arkasındaki konumu ile şimdiki zamandaki kişinin öndeki konumu ve yönü o şekilde ayarlanmış ki, ilkinin cam ardındaki görüntüsü ile ikincisinin aynadan yansıyan görüntüsü sanki bu iki kişi geçmişte anlatılan olaydaki mekandalarmış gibi karşılıklı geliyor, halbuki farklı zamanlarda ve farklı mekandalar.
bu dönen ve kayan aynalı cam yüzeyler sayesinde bazen geçmiş ve şimdiki zamanlardaki farklı mekanlar, bazen sadece şimdiki zamandaki farklı mekanlar (birinci perdenin sonundaki, oyunun doruk sahnelerinden biri olan: markiz’in anlatısının hücreden hücreye aktarılması) ve bazen de karakterlerin zihninden geçen hayaller üstüste süperpoze edilmiş oluyor. bu da oyunun anafikrinin pırıl pırıl bir netlik ve şeffaflıkta ortaya serilmesini sağlıyor: insanın caniliğinin ve gerek düşünce gerek yapma/gerçekleştirme özgürlüğünün hem sınırsızlığı ve hem de ikiyüzlülüğü.
yapımın altı kişilik oyuncu kadrosunda, lepage dışındakiler -rejinin ustaca belirlediği trafik ve hızlı kostüm değişimleriyle- birer ikinci rol de canlandırıyorlar.
marquis de sade rolünde benzersiz bir icra sergileyen robert lepage ile rahip coulmier’de pierre-yves cardinal yapımın beş yıldızlık oyuncuları.
charenton müdürü doktor royer collard’da pierre lebeau ve marki’nin eşi rene pelagie’de erika gagnon maalesef rahatsız edici derecede abartılı oyunculuklar sergiliyorlar.
sahne tasarımının kusursuzca gerçekleşebilmesi içinse sahne arkasında 10 kişilik bir teknik ekibin varlığını, lepage’ın her gösterisinin sonunda olduğu gibi alkış sırasındaki özel onurlandırmayla öğreniyoruz.
robert lepage’ın ex machina bünyesinde yaptığı -şimdilik- son iş olan, 2016 yapımı “quills” şimdiye kadar sadece kanada’da montreal ve quebec’de ve fransa’da (16 yaş sınırıyla) lyon, chalons-en-champagne ve paris’te sahnelendi.
günümüz dünyasında tartışılması elzem ve isabetli temalar olan; insanın düşünce ve ifade özgürlüğü, din ve iktidar kurumlarının ikiyüzlülüğü ve ahlakın göreceliliğini müthiş yaratıcı bir şeffaflıkla ortaya koyan bu yapımın yolu açık olsun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder