15 Mayıs 2016 Pazar

[parantez]den sızan zaman ve mekan: nefret radyosu

fotoğraf: danzon

international institute of political murder (iipm) isimli tiyatro topluluğunun kurucusu milo rau'nun yazdığı, yönettiği ve istanbul tiyatro festivali kapsamında sahnelenen "nefret radyosu" (hate radio) oyunundan allak bullak çıktım; sadece içeriğinden değil, biçiminden dolayı da. oyunun içeriği başlı başına çarpıcı zaten.
biçimiyle ilgili olarak da, bu tarz tiyatroya "belgelsel tiyatro" mu denir? tiyatroyu bırakın, herhangi bir sanatın "belgesel"i olur mu? sanat dediğin zaten, bir sanatçının dünyasından (gözünden, aklından, ruhundan) süzülmüş bir gerçeklik değil midir? dolayısıyla o gerçeklik ile gerçek kabul edilen arasında fark yok mudur? o zaman da "belgesel"den söz edilebilir mi? sanat dediğimiz şey zaten "kurmaca", ya da "kurgu", ne derseniz, isterseniz "hayal" deyin, değil midir? "gerçek" kabul edilen olaylardan esinlenildiğinde ne zaman "belgesel" olur, ne zaman "kurmaca"? tabii bu sorular "gerçek nedir?"e kadar gider! okuduğumuz tarih kitapları "gerçek"i mi anlatırlar, yoksa, kitabın yazarının tarihsel olaylara bakışını mı? tabii ki ikincisi, değil mi; yani onlar da birer "yorum"durlar? belki onlar ile bütünüyle kurmaca bir hikaye arasında farklar vardır; peki bu fark ne kadardır? nasıl ölçülür? sanki ince bir çizgiden öte değildir.. neyse; derin konulara girmeyeyim; eminim özellikle belgesel sinemacılar bu konuları enine boyuna tartışıyorlardır..

rau'nun oyununa dönersem; dünyada olan bitenlere biraz meraklı biriyseniz (tabii ki yaşınız da tutuyorsa) 1994'de ruanda'da gerçekleşen soykırımdan haberdarsınızdır. sıradan biriyseniz, en sıradanımızın bile amerikan filmlerini ve oscarları takip ettiğini kabul edersek, ünlü amerikalı aktör don cheadle'ın başrolünde oynadığı ve en iyi erkek oyuncu dalında oscar'a aday olduğu bol ödüllü "hotel rwanda" filmini izlemişsinizdir. dolayısıyla 1994'de ruanda'da gerçekleşen soykırımdan haberdar olmanın ötesinde, dehşet ve vahşetine dair bir fikriniz vardır.
buradan hareketle; oyunu seyrederken, bu iş sıradan bir "batılı" sanatsevere artı ne sunuyor diye düşünmeden edemedim. merakımda oyunun yapımcılarına ve nerelerde sahnelendiğine baktım; şaşırmadım, tam da tahmin ettiğim gibi orta avrupa merkezli finanse edilmiş ve sahnelemeler de avrupa sınırlarından çok fazla dışarı çıkmamış. hele de orta avrupa tiyatro seyircisinin, yukarıdaki "sıradan biri" betimlememin çok üstünde donanıma sahip olduğunu düşündüğümüzde; rau'nun, ruanda'da gerçekleşmiş olanlardan büyük ihtimalle haberdar ve bilgi sahibi "batılı" ve "entellektüel" tiyatro seyircisine sunduğu bu oyun ile, onlara bildiklerinden ve hissettiklerinden öte ne anlatmayı, ne hissettirmeyi amaçlamış olabilir diye sordum kendime.

depomsu büyük bir mekanın tam ortasına yerleştirilmiş bir kutu. belli ki iki uzun tarafı şeffaflaşacak, o yönlere seyirci tribünleri hazırlanmış.
prolog ve epilog; kutunun jaluzi ile kapatılmış iki uzun yüzeyinin üzerine yansıtılan video görüntülerinden oluşuyor. oyunun esas bölümü ise kutunun jaluziler açıldıktan sonra bir radyo stüdyosu olduğu görülen iç mekanında geçiyor. bu radyo istasyonu ruanda soykırımı sırasında yaptığı yayınla katliamın katmerlenmesinde büyük rol oynamış; prologda öğreniyoruz bunu. yaklaşık 100 dakika bu stüdyodaki bir yayını "gerçek zamanlı", yani zamansal olarak parçalanmadan izliyoruz.



zamandan (1994'ten) ve mekandan (ruanda'dan/kayıt stüdyosunun bulunduğu binadan) bir kesit, bir parantez alınmış ve bize o kesit izletiliyor. mekan bizden camlarla ayrılmış; dolayısıyla sesleri ancak bize verilen kulaklıklardan duyuyoruz. yani biz seyirciler de bir anlamda paranteze alınmışız.
(ancak; kulaklıktan sıkılıp da, kulağınızdan çektiğinizde, dış mekana verilmiş doğa (su-cırcır böceği-yaprak hışırtısı) seslerinin amacını/anlamını çözemedim.)

bu tam anlamıyla paranteze alınmış zaman ve mekan, zamanında (1994'te ve ruanda'daki o stüdyoda) yaşanmış olabileceği gibi "canlandırılıyor"; tabii ki, o zaman ve mekanda kişilerin nasıl hareket ettiklerini, tam ne dediklerini, derken nasıl durduklarını, müzik çalarken tam olarak ne yaptıklarını bilemeyiz, milo rau da bilemez; dolayısıyla izlediğimiz tabii ki, yönetmenin "kurgusu", ama olabildiğince "gerçekmiş" gibi kurgulanmış. bir tek şey dışında! işte zaten o bir tek şey, tüylerimi diken diken etmeye, yerimde huzursuzca doğrulmama ve tiyatral anlamda bu yapımdan etkilenmeme yetti!
radyo istasyonundaki tek "beyaz" (batılı) karakter (ki onun orada olduğu tarihsel bir gerçek; prologda onun orada olmaktan ve yayında söylediği sözlerden dolayı yargılandığını öğreniyoruz; yani yönetmen bize taa en başta, ilerde oyununun tek "tiyatral" öğesi olarak kullanacağı figürün "kurmaca" olmadığını imliyor), işte o karakter zaman zaman içinde bulunduğu mekandan dışarı bakarak biz seyircilerle "ilişki" kuruyor; o sırada çalan müziğe uygun el kol hareketleri yapıyor ve bizi aynılarını yapmaya teşvik ediyor, gözlerini dikip ayırmadan saniyelerce bize bakıyor (size dakikalar, saatler gibi geliyor), bizi işaret ediyor.
işte o anlarda 1994'ten ve ruanda'dan paranteze alınmış zaman ve mekan genişliyor, oyunun sahnelendiği zamana ve mekana ulaşıyor; bu sefer 2016'ya ve istanbul'a ulaştı.

oyunun ağırlıklı olarak "batılı" ve "beyaz" seyirci topluluklarına sunuluyor olması, oyunun afrikalı ve siyahi karakterlerinin mekanın içine dönük davranırken sadece tek "beyaz" ve "batılı" karakterinin seyirciyle ilişki kuruyor olmasını daha da anlamlı hale getiriyor kanımca. milo rau işaret ediyor; ifşa ediyor: oradaki soykırımdan siz batılılar sorumlusunuz; bizler sorumluyuz!
ve belki de devamı da var rau'nun vurgusunun: dikkat edin, hiç de sizlere/bizlere uzak değil orada yaşanmış olanlar; nasıl son 100 yıldır bu coğrafyalarda da benzerleri yaşanmışsa, gelecekte de yaşanmaması için hiç bir sebep yok; sizlere/bizlere bağlı!

son yıllarda avrupa'dan çıkan önemli genç tiyatroculardan milo rau ile bizi geciktirmeden buluşturduğu; tiyatronun ne ve nasıl olabileceğinin geniş sınırlarına dair örnekleri bizlere sunduğu için iksv istanbul tiyatro festivali ekibine teşekkürler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder