dimitris papaioannou 2000’de “medea” ile istanbul tiyatro
festivali’nin açılışını yapmıştı; “medea”yı izleyememiştim. 2004 atina
olimpiyat oyunlarının açılış töreni’ni onun tasarladığını ise, töreni
hayranlıkla izledikten çok yıllar sonra öğrendim. 1984 los angeles
olimpiyatı’ndan beri kesintisiz bütün açılışları izlemiş biri olarak, la fura
dels baus imzalı 1992 barselona töreni ikinci olmak üzere, seyrettiğim en
yaratıcı, esinini bütünüyle bulunduğu toprakların geçmişinden ve kültüründen
aldığı halde 1996 seoul gibi folklorik veya 2012 londra gibi pop olmadan
evrensel olabilen bir çağdaş sanat ürünüydü 2004 atina açılış töreni.
papaioannou’yu, internette kendisinin paylaştığı işlerinden
bölümler içeren videolardan, “2” adlı işinin dvd kaydından ve son olarak da
2014 bakü olimpiyatı açılış töreni’nden takip etmeye devam ettim. bu tören de
yine, bir yandan bir olimpiyat açılışının gerektirdiği görkemi içerirken, diğer
yandan insaniliği ve insan ölçeğini kaybetmeyen; aynı anda hem epik hem lirik
olabilen müthiş bir dengeye ve yaratıcılığa sahipti.
papaioannou’yu ne yapıp edip artık canlı takip etmeliyim
diye düşünürken karşıma muhteşem bir fırsat çıktı: papaioannou çağdaş italyan
tiyatrosunun haşarı çocuğu, feminist emma dante’nin davetiyle rönesans
döneminden kalma ünlü tiyatro binası teatro olimpico’da, sondan bir önceki işi
“primal matter”ı sahneleyecekti. hem mekânın benzersizliği hem de papaioannou
faktörü birleşince vicenza seyahati elzemleşti; 2-3 ekim 2015 tarihlerinde
sahnelenen “primal matter - special edition”ı 3 ekim cumartesi akşamı izleme şansına erdim.
“primal matter” dinden sanata, insan ilişkilerinden tıbba
her anlamda yaratıcı ile yaratılan arasındaki ilişkiyi ortaya seren, tartışan,
sorgulayan bir yapıt.
yapıtın “yaratanı” dimitris papaioannou bütünüyle siyahlar
içinde (siyah gömlek, siyah takım elbise ve siyah ayakkabasıyla) seyirciyi
salonun kapısında karşılıyor, “iyi akşamlar” diliyor ve bileti kontrolü yapıyor. herkes yerleştikten sonra, oditoryumdan sahneye geçiyor; bir priz ile
fişi birbirinden ayırıp oditoryumun ışığını kesiyor, başka bir priz ile bir fişi
birleştirip sahnenin ışıklarını yakıyor.
bu başlangıç sekansının ardından 80 dakika boyunca bütünüyle
siyah kıyafetli yaratan (dimitris papaioannou) ile çırılçıplak yaratılan (michalis theophanous) arasındaki gerilimin çeşitli
veçhelerini izliyoruz; kâh ressam ile modelini, kâh heykeltraş ile heykelini, kâh tanrı ile ademi, kâh tanrı ile isa’yı, kâh michelangelo
ile davud’u, kâh doktor ile masanın üzerinde muayene/ameliyat ettiği hasta, kâh en basit
haliyle iletişim kurmaya çalışan iki farklı (biri ezen, diğeri ezilen) insanı,
kâh birbirinin doppelgaenger’i iki adamı, kâh birey ile alter egosunu, kâh biri
ile ötekini seyrediyoruz sahnede.
bütün bu ikiliklerin ve ilişkilerin temelinde yatan öz ise 80
dakikanın son 10 dakikasını oluşturan sekansta sunuluyor bize. o 10 dakikayı
izleyince anlıyoruz ki, önceki 70 dakikaya ustaca bir kurguyla serpiştirilmiş
olan bazı parçalar aslında bu son sekansın bileşenlerini oluşturuyorlar. ve bu son
sekansın ışıklar sönmeden hemen önceki son görüntüsü insan”oğlu”nun “ilksel
meselesi”nin cinsellik olduğunu fısıldıyor kulağımıza; insan”oğulları”nı yönetenin
akıl değil uçkur olduğunu gösteriyor bize.
papaioannou, derdini anlatmak için kullandığı araçları (bu
insan bedeni de olabiliyor, cansız nesneler de) parçalamayı, parçalara ayırmayı
seviyor; ve daha sonra tekrar birleştirmeyi, ama bu sefer başka araçlarla (başka
bedenlerle) birleştirmeyi.
bir bütünün bileşeni olan parçalar önce, bütünden ayrıldıklarında
“farkına varılır” olarak kendi başlarına anlam ifade etmeye başlıyorlar; sonra,
diğer bir bütüne dönüştüklerinde farklı bir anlam kazanıyorlar. seyirci olarak
bir parçayla özdeşleştirdiğiniz bir anlam, parça başka bir bütünün bileşeni
haline gelince dönüşüyor; anlamlar çoğalıyor. aynı durum bütün için de geçerli;
bir bütünün onunla ilk karşılaştığınızdaki anlamı, bütün parçalandığında
bozuluyor, değişiyor, dönüşüyor.
papaioannou bu parçalama ve yeniden birleştirme işlemlerini
hem yaparken hem de yapmak için sürekli seyircinin algısıyla oynuyor; tam bir
koordinat sistemine, bir bakış açısına, bir duruma/bütüne alışmışken, bir anda
herşeyi altüst edip size yepyeni bir koordinat sistemi, bakış açısı sunuyor;
yepyeni bir durum/bütün yaratıyor.
papaioannou seyircinin algısıyla oynama şeklini ise genellikle ilüzyon
ve şaşırtma teknikleri üzerine kuruyor oluşuyor; tam bir sihirbaz gibi, başarıyla yüzeylerle ve derinlikle oynuyor.
papaioannou’nun, sahneleri kendi içlerinde düzenleme tarzı ise
frontal/cephesel; bu da kaçınılmaz olarak iki boyutlu bir tasarım dünyası demek.
bu seçim resim eğitimi almış olmasından da kaynaklanıyor olabilir, antik yunan
sanatının temeltaşlarından biri olan vazo resimlerinden yoğun olarak esinleniyor
olmasından da. belki de zanaatkârane ilüzyon teknikleri kullanan katmanlı barok
tiyatronun çerçeve sahnesine yakınlık duyuyordur, bilemiyorum…
işin parçalarını oluşturan sahneler kendi içlerinde iki
boyutlu olsalar da işin bütünü, yukarıda bahsettiğim koordinat/bakış
açısı/durum yenilenmeleri sayesinde derinlik kazanıyor, üç hatta dört boyutlu
hale geliyor. ancak bu derinlik rönesans’ın geliştirip fetişleştirdiği
perspektiften ziyade ortaçağ freskolarından, barok tiyatrodan ve kübizminden
besleniyor sanki.
“primal matter”ı, 1580 tarihinde inşa edildiğinden günümüze özgün haliyle ayakta kalabilen teatro
olimpico’da izlemek ayrı bir keyifti. rönesans’ın kilit figürlerinden andrea
palladio’nun, aynı zamanda doğup büyüdüğü ve önemli ürünlerini verdiği kendi
şehri vicenza’daki teatro olimpico antik roma tiyatrosundan esinlenen sabit bir sahneye
(skene’ye) sahip. sahnedeki kapıların arkasında, perspektif kurallarına uygun olarak inşa edilmiş antik kent sokaklarından oluşan -ve dünyada başka bir benzeri olmayan- üç boyutlu
dekoru ise palladio’nun ölümünden sonra yapıyı tamamlayan scamozzi tasarlamış.
papaioannou, normalde sahnenin arka yüzeyini sağır bir duvarla
sınırladığı işini bu eşsiz tiyatronun mimarisine uyarlamış; inşaat iskelesine
benzeyen bir strüktürün boşluklu yapısı sayesinde palladio-scamozzi’nin sabit
dekorunu görünür kılmış; tabii bu antik kültür kaynaklı dekor papaiaonnou’nun
işine hem fiziksel olarak hem de düşünsel anlamda müthiş bir “arkaplan”
sağlıyor; “primal matter”ın hem esinlendiği antik kültür ile hem de genel
olarak sanattaki yaratan-yaratılan gerilimi ile birebir ilişkileniyor.
papaioannou bununla da yetinmiyor, yapıtın bir
bölümünde bizzat bu üç boyutlu dekorun sokaklarında yürüyerek ve kaybolarak bu eşsiz arkaplanı kendi yapıtı bağlamında işlevsel hale de getiriyor.
dimitris papaioannou’nun takviminde bu sezon 2012 tarihli “primal
matter”ın başka bir gösterimi gözükmüyor, ancak 2014 tarihli “still life” adlı
yapıtı başta atina ve selanik’te tekrar sahnelenmesinin yanısıra antwerp’ten
sao paulo’ya, paris’ten stockholm’e, belgrad’dan şili-santiago’ya ve
milano’ya uzanan geniş bir coğrafyada turneye çıkıyor. denk getirip “still life”ı
bir şehirde yakalamak dileğiyle..
müthiş, yazınız için teşekkürler.
YanıtlaSilyorumunuz için esas ben teşekkür ederim; yazımın birilerine ulaşmış olduğundan haberdar olmak sevindirdi beni :)
YanıtlaSiliyi-kötü fark etmez, ses çıkaran olmayınca, sanki boşluğa yazıyormuşum gibi geliyor bazen :(
Ben o kadar bayıldım ki dimitris zaten Pina dan sonra çok müthiş bir sanatçı benim için yeni fakat the great tamerin şuanda sold out olması beni çok üzdü. ama üzülme ben tüm yazılarını okuyorum genelde devam et 👌🏻
YanıtlaSilThe Great Tamer'ı bir yerde yakalarsınız; Mayıs sonunda Atina'da daha yeni gösterime başlayacak. Amsterdam, Avignon benim bildiğim ilk uluslararası durakları..
YanıtlaSilÇok güzel bir yazı, teşekkür ederim.
YanıtlaSilbeğendiğinize sevindim :)
Sil