28 Ağustos 2024 Çarşamba

berlin havası



bu akşam berlin filarmoni'nin oda müziği salonundaki konsere biletim vardı. filarmoni'ye bir buçuk saat önce gittim. buraya ilk gelişim değildi tabii. yine de her seferinde ilk defaymış gibi heyecanlanıyorum. 

hava limonata gibiydi, ne soğuk ne sıcak, güneş batmaya hazırlanıyordu. önce büyük salonun binasıyla oda müziği binasının arasındaki arka alanda oturdum biraz. geçen sefer geldiğimde oradaki park düzenlemesine dikkat etmiştim; yerde ağaçların etrafına geniş asimetrik dairesel şekillerde çimenlikler yapılmıştı, yumuşak bir eğim de verilmişti; müziğin akıcılığına benzetmiştim. oradaki basit kentsel mobilyalarda oturmuş bekleyen insanlar çoktu. sonra, ön tarafa geçtim, orası daha kalabalıktı. 

bir saat kala kapılar açılınca çoğu insan içeri girdi. oda müziği binasının girişinin karşısına, hemen yolun dibine bir bank vardı, boşaldı oturdum. güneş iyice alçalmıştı, abendzauber ışığında binanın sarı metal kaplamalarının cazibesi arttı. bankta oturdum, güneş arkamı ısıtırken, hafif rüzgar yüzümü yalarken 20 dakika kadar meydanı seyrettim.
taksiyle gelenlerden portatif oksijen makinesi elinde olan mı istersiniz, taksi şoförünün bagajdan yürütecini çıkaranı mı... başka bir taksiden, bayağı büyük olanlarından, dört kişi indi, kulağıma istanbul, kapadokya lafları çalındı, müşteriler ispanyoldu şoför türk. kapının etrafında, biletleri tükenmiş konsere kağıda yazdıkları yazıyla bilet arayanlar vardı. girişin karşısına yolun diğer tarafına (yeni müze inşaatının önüne) yerleştirilmiş geçici yeşillikler arasında meze ve şarapla demlenenler de konsere mi girecekler diye düşündüm, tesadüf bu ya az sonra girişte görevliye hemen benim önümden biletlerini okuttular. kasklı, kırmızı kıyafetli bir hanım geldi bisikletle, kaskını çıkardı, 70'ine merdiven dayamış gibi gözüküyordu, imrendim. tabii, sadece konsere gelenler yoktu meydanda; akşam koşusunu yapan bir kaç kişi geçti önümden, bu akşam konser olmayan büyük salon tarafından ise kaykay yapan gençlerin sesleri geliyordu. 15 dakikada bir 200 numaralı otobüs binanın önündeki durakta durup konsere seyirci taşıdı. yine bir taksi durdu cepte; iki ayağı sorunlu, kol değnekli yaşlı bir hanım ile bir bey zar zor indiler. o sırada girişten dışarı tek ayağı alçıda kol değnekli genç bir hanım çıktı, yanında birisi vardı. 

en çok onlara; ayağı kırık veya rahatsız olanlara, yürüteçle gelenlere özendim; öyle bir şehirde yaşıyorlar ki, hayatlarının mobilite açısından en zor döneminde bile o şehir onların gündelik keyiflerini yapmalarını sağlayan altyapıyı sunuyor onlara. 


birazdan philippe herreweghe'nin yönetimindeki collegium vocale gent'ten "et in arcadia ego" temalı 16. yüzyıl mantua sarayında çalınan müziklerin ağırlıkta olduğu muhteşem bir konser dinleyecektim, bütün bu seyircilerle birlikte dinleyecektik; acaba onlar, konserde konu edilen özgürlük, bahar ve huzurun hüküm sürdüğü, acı ve kederin olmadığı arcadia'nın aslında tam da içinde yaşadıklarının farkındalar mıydı. evet, o idealize edilmiş yerde de ölüm var, konserin başlığını ödünç aldığı giovanni francesco barbieri, nam-ı diğer guercinos'un tablosu da bunu söylüyor zaten, ama ne gam, böylesine özgür ve huzurlu bir yerde ölmek de bir terk ediş değil, yeni bir başlangıç olmalı...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder