mehmet kerem özel'in hayata ve sanata dair yaşadıklarını, takip ettiklerini, tanık olduklarını ve izlenimlerini paylaştığı günlüğü. [for english version please visit danzon2017.blogspot.com.tr]
29 Şubat 2012 Çarşamba
disosya harikalar dünyası / 0.2
kayıp zamanının peşinden giden şarkıcı kızın gerçek hayat ile rüyalar/kabuslar alemi arasında salınan hikayesi. -adının alis (alice)’ten türetilmiş olma ihtimali yüksek- lisa’nın gerçek hayatında yaşadıkları nedeniyle arızalanmış düşgücünde serbest bir gezinti; belki de bir kaçış, kurtuluş, yeni bir başlangıç ümidi…
mutlu hatırlanan çocukluk döneminden miras duygular; güvensizlik, suçlululuk… baskıcı kurumlar; din, aile… arkadaşlık ilişkileri… barışıl(a)mamış cinsellik… figürler; baba, abla, sevgili…
sıfırnoktaiki anthony neilson’ın “disosya harikalar diyarı” adlı oyununu sami berat marçalı rejisiyle sahneliyor. kalabalık kadrolu oyunun sahne trafiği ustaca çözümlenmiş. lisa’nın gerçek ile hayal arasında gidip gelen dünyasının deliklerinden, boşluklarından çıkan, fırlayan, kıvrılan, kaybolan sayısız yaratık tıkır tıkır işleyen sahne düzeninde ard arda arz-ı endam ediyorlar.
“disosya harikalar diyarı”, lewis carroll’un “alice harikalar diyarında”sı ile sıfırnoktaiki’nin daha önce sahnelediği philip ridley’in “korku tüneli”nin karışımı gibi. carroll’un dünyasını çağrıştıran kraliçe, tavşan (keçi), iksir (telefon), saat gibi öğeler ile ridley’in “korku tüneli”nin oyun kurgusu üstüste bindirilmiş.
“korku tüneli”nde iki kardeşin korkularıyla hayallerinde yarattıkları iki karakter ile “disosya harikalar dünyası”nın lisa’sının, gerçek hayatta etrafındaki kişilerden etkilenerek zihninde/hayalgücünde varlıklar yaratması arasındaki paralellik kastettiğim.
oyunda; yaratıcı ve zanaatkarane kostüm tasarımı (meltem tolan) ve gerçek hayatın soğukluğu ile düşgücünün renkliliği arasındaki karşıtlığı vurgulayan ışık tasarımı (ushan çakır) çok başarılı.
lisa’yı oynayan pınar çağlar gençtürk 80 dakikanın her bir anında sahnede; adeta nefes almadan çaresizlikten sevince, umuttan isyana dönüşen duyguları abartmadan; kalın harflerle, sert vurgularla değil; sanki arkasında yılların deneyimi olan usta bir oyuncunun sakinliğiyle canlandırıyor. gençtürk’ün duru, doğal bir oyunculuğu var.
bir nevi koro işlevi gören diğer sekiz oyuncu arasından murat mahmutyazıcıoğlu, fatih gençkal ve ipek banu kılar bir adım öne çıkıyorlar. bu üçlü, canlandırdıkları yan karakterlerin olanaklarını sonuna kadar kullanarak oyunun seyir keyfini yükseltiyorlar.
“disosya harikalar dünyası” sıfırnoktaiki’nin sıvası kazınmış, tuğla dokulu “olağan” ikincikat’ında değil, mecidiyeköy’de bu sezon açılmış yeni tiyatro mekanı “blackbox” sahnehal’de sahneleniyor. pazartesi akşamları dokuzda…
27 Şubat 2012 Pazartesi
oscar gecesi
oscar'ların da dağıtılmasıyla ödül sezonu sona erdi.
cesar, bafta, altın küre, oscar, independent spirit; ne tarz ödül, hangi ülkede verilen ödül olursa olsun; bu yılın galibi "artist" oldu.
cesar'ı (fransız), oscar'ı (yakın zamanda yapılan bir araştırmaya göre akademi üyelerinin ortalaması: 62 yaş, beyaz, erkekmiş), altın küre'yi anladım, esas çözemediğim bu filmin ingiliz bafta ve amerikanın oscar'a muhalif "bağımsız ruh" ödüllerini de silip süpürmüş olması.
tamam siyah beyaz ve sessiz, tamam sinemanın ilk yıllarına bir saygı duruşu. ama daha ötesi? sinema sanatı açısından; üç sahne dışında, "artist" sanki 100 yıl öncesinin mantığıyla çekilmiş fikir fakiri bir film.
kime ödül verdiklerine değil de, kimi aday yaptıklarına baktığımızda ise; bafta'cıların -arabesk bir tabirle de olsa- alnından öpesi var insanın.
en iyi film adaylarının arasında "drive" ve "tailor tinker soldier spy"; en iyi yönetmen adayları arasında ise "drive" ile nicolas winding refn, "tailor, tinker, soldier, spy" ile tomas alfredson, "we need talk abour kevin" ile lynne ramsay vardı; en iyi erkek'te "shame" ile michael fassbender'i, en iyi kadın'da tilda swinton'ı es geçmemişlerdi.
drama'nın antik yunan'dan sonra en yetkin örneklerinin verildiği topraklara da bu yakışırdı zaten.
en iyi belgesel dalında "pina" oscar alamadı. "artist"in ödül aldığı bir geceden wim wenders'in eli boş dönmesi iyi oldu aslında.
büyük bir naiflikle, acaba tanztheater wuppertal dansçıları oscar töreninde küçük bir gösteri sunarlar mı diye aklımdan geçmişti. gecede cirque de soleil'in sahneye çıkması beni kendime getirdi; seyrettiğim organizasyonun seviyesini hatırlattı bana. aslında, onların da haklarını yememek lazım; gecenin en iyi/yaratıcı/dinamik dakikaları güneş sirkinin insanüstü akrobatlarının marifetlerini seyretmekti.
bir de; merly streep'in çok güzel, duygusal, içten konuşması törenin en etkileyici anıydı.
streep büyük bir alçakgönüllük ve vefayla: "öyle görünüyor ki bir daha bu ödülü alamayacağım, bu yüzden, buradan, şimdiye kadar birlikte çalıştığım, bu diyardan göçmüş veya yaşayan herkese teşekkürlerimi iletmek isterim" dedi.
[aşağıdaki fotoğrafı eklemeden edemeyeceğim, çünkü oscar gecesinden bahsedip de, gecenin en sade, en alımlı, en estetik kadını penelope cruz'u es geçmek olmazdı. 04.03.2012]
26 Şubat 2012 Pazar
en sevdiğin cansız nesne nedir? / bostancı - odman - san
iki dansçı; biri garip bir oyuncak hayvan, diğeri bir masa olmak istiyor. tam "istemek" olmayabilir; hesaplaşmak, hemhal olmak, değmek, esinlenmek, anlamak da olabilir.
gösterinin başlığı: "en sevdiğin cansız nesne nedir?"
aslı bostancı'nınki küçük plastik hayvanlar, ilyas odman'ınki basit, ahşap bir masa.
birbirine teğellenmiş yirmişer dakikalık solo performanslarında önce bostancı sonra odman cansız nesneler ile canlı bedenleri arasında iletişim kuruyorlar.
bostancı, derdini daha soyut ele alarak aktarıyor; performansının alt başlığı "arada"nın altını kalınca çizerek kendini tanımsız canlı bir varlığa dönüştürüyor; sesiyle, duruşuyla, sırtıyla, saçlarıyla dna'sı özgün bir varlığa.
odman ise hesaplaştığı nesneyle her an temas halinde; onunla birlikte evriliyor, dönüşüyor. bazen masanın bir parçası, devamı, uzantısı olmaya çalışıyor, bazen masayı kendi bedeninin uzuvlarından biri haline getiriyor. aralarda, leitmotif gibi masanın (mimari anlamda) tektonikliğini taklit ediyor.
çok basit (ama gerekli etkiyi sağlayan) ışık tasarımı ve canlı performansla yaratılan ses tasarımı (mutlu san) bostancı ile odman'ın varlıklarına arka çıkıyor, yaratılan atmosferi destekliyorlar.
"what is your favorit inanimate object?" 27 şubat pazartesi iksv salon'da, 29 şubat çarşamba kumbaracı50'de.
sahne-seyirci ayrımı kesin çizgilerle tanımlanmamış bu mekanlarda bostancı, odman ve san'ın ortaklaşa yarattıkları dünya daha da etkileyici oluyordur.
kaçırmayın; belki de istanbul'daki son gösteriler...
25 Şubat 2012 Cumartesi
!f 11, 02
üç gün üstüste yaşlıları merkez alan filmler izlemek biraz fazla geldi. bilet alırken bilmiyor muydum; filmleri, genellikle konularına göre seçmediğim için fark etmemiştim; hele de arka arkaya geleceklerini.
önce: jacques nolot'dan "avant que j'oublie" (unutmadan önce).
60'ına merdiven dayamış, eski jigolo eşcinsel HIV pozitif pierre'in güya "bir türlü yazamama krizini" izliyoruz, ancak bence daha çok; yaşlı eşcinsellerin cinsel dünyasına derin ve çıplak bir bakış var filmde.
"güya" çünkü; film sonrası söyleşisinde nolot'nun dediğine göre bu filmi ona çektiren esas dert, protagonistin düşüncelerini bir türlü yazıya dökemiyor olması ve filmdeki bir kırılma noktasıyla bu krizin nasıl aşıldığını göstermesiymiş, bu açıdan da film otobiyografik ögeler içeriyormuş. ancak bir seyirci olarak filmi izlerken bu içsel krizi "hissedemiyorsunuz" çünkü film fazlasıyla "yüzeysel" eylemlerle ve konuşmalarla dolu; bu açıdan da tam bir "fransız" filmi.
filmin en etkileyici yanı son sekansı: travestileşmiş pierre'in mahler'in 3. senfonisi eşliğinde pigalle'de metruk ve izbe bir kulüp kapısında sigara içişine tanık oluyoruz. sonra da kulübün karanlıklarına dalıyor ve kayboluyor.
bu sahne bana tam da, pierre'in dekandanslığı müzik, kostüm, mekan ve tek çekimle ne kadar muhteşem bir şekilde ortaya serilmiş diye düşündürtürken, yönetmen nolot o sahne için pierre'in "özgürleşmesi" tabirini kullanınca; felsefeden hiç bir şey anlamadığımı bir kere daha kendi kendime ispatlamış oldum!
ertesi akşam, yine 19.00 seansında bu sefer izlanda'dan yaşlılık hikayeleri vardı beyazperdede. rúnar rúnarsson'un yönettiği "eldfjall" (volkan).
aksi hannes'in emekli olduktan sonra eşi, çocukları, torunu ve sandalıyla yaşadıklarını sade, süssüz ama kesif bir hüzünle sarmalanmış olarak seyirciye anlatan, yavaş ilerleyen, çok etkileyici bir filmdi "volkan".
yönetmen hikayenin özünü (ve hüznünü), ailenin yıllar önceki bir volkan patlamasından dolayı terk ettiği topraklara (adaya) duyulan özlemle de pekiştirmiş; bu sayede protagonistleri içinde yaşandıkları bağlamla sıkıca ilişkilendirmiş; çok da iyi etmiş.
film, festivallerin birinde "kieslowski ödülü" almış; fazlasıyla hak ediyor.
cuma akşamı ise yine süssüz, yavaş ilerleyen, gerçekleri/olayları bütün çıplaklığı ile gösteren başka bir filmle kendi "yaşlılar üçlememi" bitirdim: gianluca ve massimiliano de serio kardeşlerden "sette opere di misericordia" (merhametin yedi biçimi).
filmdeki karakterlerin duygusuzlukları ve sertlikleri filmin anlatımına da yansımıştı.
herkesin dardenne kardeşler olamayacağını gösteren; oldukça mesafeli, soğuk ve anlaşılmaz bir filmdi. maalesef sanat filmi özentisi kokuyordu.
önce: jacques nolot'dan "avant que j'oublie" (unutmadan önce).
60'ına merdiven dayamış, eski jigolo eşcinsel HIV pozitif pierre'in güya "bir türlü yazamama krizini" izliyoruz, ancak bence daha çok; yaşlı eşcinsellerin cinsel dünyasına derin ve çıplak bir bakış var filmde.
"güya" çünkü; film sonrası söyleşisinde nolot'nun dediğine göre bu filmi ona çektiren esas dert, protagonistin düşüncelerini bir türlü yazıya dökemiyor olması ve filmdeki bir kırılma noktasıyla bu krizin nasıl aşıldığını göstermesiymiş, bu açıdan da film otobiyografik ögeler içeriyormuş. ancak bir seyirci olarak filmi izlerken bu içsel krizi "hissedemiyorsunuz" çünkü film fazlasıyla "yüzeysel" eylemlerle ve konuşmalarla dolu; bu açıdan da tam bir "fransız" filmi.
filmin en etkileyici yanı son sekansı: travestileşmiş pierre'in mahler'in 3. senfonisi eşliğinde pigalle'de metruk ve izbe bir kulüp kapısında sigara içişine tanık oluyoruz. sonra da kulübün karanlıklarına dalıyor ve kayboluyor.
bu sahne bana tam da, pierre'in dekandanslığı müzik, kostüm, mekan ve tek çekimle ne kadar muhteşem bir şekilde ortaya serilmiş diye düşündürtürken, yönetmen nolot o sahne için pierre'in "özgürleşmesi" tabirini kullanınca; felsefeden hiç bir şey anlamadığımı bir kere daha kendi kendime ispatlamış oldum!
ertesi akşam, yine 19.00 seansında bu sefer izlanda'dan yaşlılık hikayeleri vardı beyazperdede. rúnar rúnarsson'un yönettiği "eldfjall" (volkan).
aksi hannes'in emekli olduktan sonra eşi, çocukları, torunu ve sandalıyla yaşadıklarını sade, süssüz ama kesif bir hüzünle sarmalanmış olarak seyirciye anlatan, yavaş ilerleyen, çok etkileyici bir filmdi "volkan".
yönetmen hikayenin özünü (ve hüznünü), ailenin yıllar önceki bir volkan patlamasından dolayı terk ettiği topraklara (adaya) duyulan özlemle de pekiştirmiş; bu sayede protagonistleri içinde yaşandıkları bağlamla sıkıca ilişkilendirmiş; çok da iyi etmiş.
film, festivallerin birinde "kieslowski ödülü" almış; fazlasıyla hak ediyor.
cuma akşamı ise yine süssüz, yavaş ilerleyen, gerçekleri/olayları bütün çıplaklığı ile gösteren başka bir filmle kendi "yaşlılar üçlememi" bitirdim: gianluca ve massimiliano de serio kardeşlerden "sette opere di misericordia" (merhametin yedi biçimi).
filmdeki karakterlerin duygusuzlukları ve sertlikleri filmin anlatımına da yansımıştı.
herkesin dardenne kardeşler olamayacağını gösteren; oldukça mesafeli, soğuk ve anlaşılmaz bir filmdi. maalesef sanat filmi özentisi kokuyordu.
21 Şubat 2012 Salı
kral çıplak!
dün akşam crr konser salonundaki dünyaca ünlü venezuelalı piyanist gabriela montero konserinde sanatçı nezdinde bir şeylerin ters gittiğini anlamak için müthiş hassas bir müzik kulağına sahip olmaya ihtiyaç yoktu; piyanodan garip ve kontrolsüz sesler çıkıyordu. nitekim, konserin ikinci yarısının başında sahneye gelip mikrofonu eline aldığında montero’nun büyük bir yüreklilikle ilk söylediği şey şuydu: “lütfen yetkililere yazın, şikayet edin; gerek sesim olan bu enstrümanı kullanan ben, gerekse de dinleyici olarak sizler böyle bir piyanoyu hak etmiyorsunuz; bu piyano bozuk! o kadar ki, konserin birinci yarısını zor getirdim ve ikinci yarısını iptal etmek istedim. yine de elimden geleni yapacağım, sizler burada olduğunuz için çalacağım.”
bunları söylemeden önce giriş mahiyetinde başka şeyler de söyledi ki, aslında o söyledikleri en az devamındakiler kadar canalıcıydı.
montero şöyle başladı söze: “biz sanatçıların sahnede herşeyden izole olduğumuz, içine kapandığımız zannedilir, ancak kesinlikle öyle değil. orada, yani salonda neler olduğunu, en küçük ayrıntısına kadar fark ederiz, hissederiz; kamera gibi mesela…”
[konserin ilk yarısının başında ilk once sahnedeki sanatçıyı kaydeden sonra da seyircilere dönüp flaşını yakarak onları kaydetmeye çalışan kameramanı kastediyordu montero.
ben de seyirci olarak; işsanat’ta ve oraya özenerek aynı uygulamayı başlatan crr’de konser boyu deklanşöre basan fotoğrafçıların seslerinden rahatsızım. işsanat’taki eskiden salonda dolaşırdı, son yıllarda en arkada yukardaki kontrol odasından çekiyor, ama odanın camı açık olduğu için sesi yine rahatsz ediyor, hele de arka sıralarda oturuyorsanız. crr’deki genç çocuk ise evlere şenlik; bir sahneye çıkmadığı kalıyor; konser sırasında salonda her an hareket halinde olan bir karaltı ve durmaksızın duyulan deklanşör sesi!
demek ki seyirciler dışında sanatçılar da rahatsız olabiliyormuş, bunu duymak ne mutlu.]
daha fazla söze gerek var mı! dünya çapında bir sanatçıyı salonunuzda misafir ediyorsunuz, ve o seyircilere “bu piyano ölmüş!” diyor; salonda fütursuzca bir kameraman dolaşıyor; seyircilerimiz ne yaptığını ise, zaten biliyoruz, son 5-6 yıldır defalarca tanık olduk, ama alışamadık!
seyirciden yakınan [parça içindeki duraklamada bile alkışlamaya yeltendikleri için zıvanadan çıkan bir rus viyolonselci hatırlıyorum, arkadaşlarıyla çaykovski’nin eleji üçlüsünü yorumluyorlardı] ve salonun akustiğinden yakınan [natalia gutman, bizlerin ve özellikle de salon sahiplerinin övündükleri işsanat’ın akustiğinin çok kötü olduğunu söylemişti kuliste] sanatçılar olmuştu; piyanonun akortsuz bile değil, “bozuk” “ölü” olduğunu söyleyenine ilk defa rastladık.
güher & süher pekinel kardeşler haksız değiller istanbul’da çalmamakta; piyanosuzluktan!
montero, konserlerinin programı gereği seyirciyle iletişim kuran bir sanatçı; dolayısıyla, aynı rahatlıkla, sözünü sakınmadı. ancak seyircimiz tınmadı; bozuk piyano yüzünden konserin ikinci yarısını iptal etmeyi bile aklından geçiren ve bunu açık yüreklilikle bizlerle paylaşan sanatçıdan inatla bis parçası çalmasını talep etti. anlaşılan, piyanonun bozuk sesi salondaki çok az dinleyicinin kulağını tırmalamış olmalı.
bununla da yetinmeyip, çıkışta seyircilerden biri, erken gelip piyanoyu kontrol etseydi deme küstahlığını bile gösterdi. piyanoyu kontrol etmek sanatçının işi mi! karşısına bu kadar kötüsünün çıkacağını tahmin edebilir miydi! şehre ancak gelmiş olabilir, otelinde dinlenmeyi tercih edebilir; sahnesine daha önce richter’in, say’ın, ponti’nin, kovacevich’in, nyman’ın, labeque’lerin, biret’in ve daha nicelerinin çıktığı bir konser salonunun piyanosunun bu kadar bakımsız olabileceğini tahmin etmemiş olması doğal değil mi!
kaput piyanodan düzgün sesler çıkarmaya uğraşmak montero’nun aklını o kadar karıştırmış olmalı ki, istek parçası brecht-weill ikilisinin ünlü “mack the knife / mackie messer” adlı şarkısını bir türlü hatırlayamadı. yoksa gerçekten bilmiyor muydu, daha önce hiç dinlememiş miydi; eğer öyleyse, bir “pes” de ona!
18 Şubat 2012 Cumartesi
sürücü (drive) / nicolas winding refn
işte size esrarengiz bir kahraman: sürücü.
sürücü, "sürücü" (drive) filminin, adı bile zikredilmeyen, geçmişine dair hiç bir şey anlatılmayan, karakter özellikleri olarak da az konuşan, asosyal, çekingen [?] protagonisti.
film ilerledikçe işler sarpa sarar ve biz seyirciler olarak sürücü'nün "kabiliyetleri" konusunda daha fazla bilgi sahibi oluruz. ama sadece "kabiliyetleri" konusunda. sürücü'nün geçmişi, karakteri veya geleceği hep karanlıkta kalır.
içinde fırtınalar koparken yüzeyde hiç bir hareketin hissedilmediği sürücü, kontrolden çıktığında ise, akrep gibi kendini sokar.
nicolas winding refn'in yönetmenliğini yaptığı "drive" jenerik yazıları ve müziğiyle 80'lere öykünüyor. hatta, 80'lerin popüler aktörleri albert brooks ile ron perlman filmde rol alıyorlar ve çok iyiler; sanki bu film onlara da bir saygı duruşu. tarantino yapardı böyle kıvraklıklar; eski, unutulmuş oyuncuları bulur, yeniden parlamalarını sağlardı.
gözlerinin içi ışıl ışıl, gamzelerini çıkartan gülüşüyle her rolün altından kalkabileceğini zanneden carey mulligan "utanç"taki performansıyla beni heveslendirmişti, "drive"da tekrar aynı vitese geri dönmüş. şirin kız olmanın ötesine geçebilecek mi, yoksa hep öyle mi kalacak, zamanla göreceğiz...
"lars and the real girl"de herkesi kendisine hayran bırakan ryan gosling ise, fassbender ve oldman ile birlikte derinden akan erkek oyuncular kervanına katıldı. hollywood'da çok az oyuncunun cesaret edebileceği denli kendini geri çekerek oynuyor; içten içe. takdiri fazlasıyla hak ediyor.
"drive" ya tapılacak ya da nefret edilecek bir film; arası pek mümkün değil sanki.
tavsiye ederim.
17 Şubat 2012 Cuma
!f 11, 01
andrew haigh'in yönettiği "haftasonu" (weekend) sakin bir gay filmi; iki kişinin bir cuma akşamı barda tanışıp, o geceyi birlikte geçirip, sabahındaki sohbette yakınlaşıp, birbirlerinden hoşlanmalarını; o haftasonunda çeşitli vesileler yaratıp buluşmalarını, aile-eşcinsellik-sanat-cinsellik-önyargılar üzerine sakin sakin ettikleri sohbetleri; ve pazartesi sabahındaki -zorunlu- ayrılıklarını anlatıyor.
bağırıp çağırmadan, dikenleri göstermeden, sertleşmeden pozisyon/tavır alabilen; iniş-çıkışsız yumuşak bir üslupta, dramalaştırmadan derdini anlatan; sanki hiç bir şey söylemiyormuş gibi bir doğallıkla ciddi meselelerden bahsebilen bir film "haftasonu".
nottingham'ın kasvetli toplukonutlarının birinin 14. katındaki mütevazi bir daireye konuk olmak için son fırsatlar yarın 22.00 ve pazar 13.00 seanslarında fitaş 4'te.
13 Şubat 2012 Pazartesi
köstebek (tinker tailor soldier spy) / tomas alfredson
stieg larsson'un ejderha dövmeli kız ve david pearce'in red riding üçlemelerinden sonra; günümüzde artık, hiç bir toplumsal-sosyal eleştirisi veya arkaplanı olmadan, sadece gizli servisler arası veya içi entrikalardan oluşan bir hikaye yeterince doyurucu olmuyor. "köstebek" neyse ki günümüzde geçmiyor; 70'leri mesken ediniyor.
filmin tarzı da 70'lerde çekilmiş casusluk filmlerini andırıyor; teknik canbazlıklardan ziyade karakterlere odaklanan, vurdusu kırdısı az, entrikası güçlü. akla ilk, "akbabanın üç günü" geliyor.
"let the right one in" ile çoğumuzu kendisine hayran bırakan tomas alfredson, bir john le carré uyarlaması "köstebek" (tinker tailor soldier spy) ile geri döndü.
her şey dozunda, ancak biraz hayal kırıklığı.
gary oldman derinden derinden çok iyi; diğerlerinin oynamasına gerek bile yok, o tek başına götürüyor.
melankolik 70'ler atmosferi.. ağırlıklı olarak karaköy rıhtımını mesken edinmiş istanbul sahneleri.. hoyte van hoytema'nın dumanlı, grenli görüntüleri.. alberto iglesias'ın içli müziği..
ve bir hafta içinde ikinci defa beyazperdede gözyaşı döken bir erkek; "utanç"ın brandon'ından sonra bu sefer de "köstebek"in jim'i.
12 Şubat 2012 Pazar
1931 / pabst / die 3 groschen-oper
1728'de john gay'in yazdığı sahne yapıtı "the beggar's opera"yı 1928'de bertold brecht "die 3 groschen-oper" (üç kuruşluk opera) adıyla uyarlıyor, 1930'da aynı hikayenin marksist bakış açısıyla romanını yazıyor, 1931'de g. w. pabst brecht'in oyununu sinemaya uyarlıyor, 1933'te film naziler tarafından yasaklanıyor.
pabst müziklerin çoğunu çıkarmış; bazılarını sözsüz arkaplan müziğine dönüştürmüş, yerlerini değiştirmiş, başka karakterlere söyletmiş. oyunun kendisini de bayağı bir değişikliğe uğratmış; bazı karakterleri elemiş, hikayenin gidişatını ve sonunu değiştirmiş.
uyarlama senaryo béla balázs'a ait. senaryoya başta brecht başlamış, pabst'la anlaşamamışlar, ayrılmış.
pabst'ın uyarlamasında özellikle polly'nin öne çıkarılmasını çok beğendim; mackie messer'in polly'i çetenin lideri olarak ilan edip sırra kadem basmasından sonra, polly'nin sıkı bir işkadınına dönüşerek bir banka kurması, para ile suç arasındaki ilişkiyi ortaya sermesi açısından bu kadar isabetli olabilirdi [banka kurmak varken soymak niye!]. ayrıca, bir kadın karaktere yüklenen güç imgesi de, filmin çekildiği dönem düşünülürse, takdiri hak ediyor.
pabst'ın; suç dünyasının mekanları (müzikhol, genelev, peachum'un karargahı, mackie messer'in deposu) ile toplumsal düzeni temsil eden mekanlar (karakol, banka) arasında kurduğu karşıtlık (ilki bol detaylı, bol gölgeli, bol eşyalı, karmakarışık, kıvrımlı - ikincisi yalın, temiz, aydınlık, düz ve net hatlı), kraliçe ile yoksulları/dilencileri gözgöze getirdiği sokak sekansı ve peachum'un dilencileri isyana teşvik ettiği sahnedeki alttan ışık - gölge kullanımı çok başarılı.
pabst kameraya bayağı pan yaptırmış; aynadan ve camdan yansımaları anlatımın bir parçası olarak kullanmış; özellikle merdivenleri mizansenlerin önemli bir öğesine dönüştürmüş.
sesli sinemanın ilk yılları; bir film aynı anda bir kaç dilde birden çekilirmiş; aynı sahne önce bir kastla, sonra diğeriyle. "die 3 groschenoper"ın da pabst tarafından çekilmiş almanca ve fransızca versiyonları var.
pabst iki versiyonda farklı tarzlar denemiş. alman versiyonundaki anlatıcı daha bir kabaretist tarzındayken, fransız versiyonundaki tam bir clochard. alman kast oldukça sarkastik, fransızlarda ise belli bir charm var. mackie messer'de alman rudolf forster karizmatik, fransız albert préjean biraz şarlo tadında.
fransız versiyonu kukla görüntüleriyle başlıyor; hem paranın kuklası olma anlamında hem de filmin içinde peachum'un dilenci tiplerinin cansız mankenleriyle parallelik kuruyor.
son olarak; almancasında jenny rolünde lotte lenya'yı izlemek ne kadar keyifliyse, fransızcasında dilenci filch rolünde antonin artaud'ya rastlamak o kadar şaşırtıcı.
10 Şubat 2012 Cuma
ruslardan kar altında kış konseri
eski kafalıyım biliyorum. bir rus orkestrasının turneye geldiği şehirde hem de iki akşam konser vermişken bisler dahil çaldığı 10 yapıttan sadece birinin rus besteciye ait olmasını garipsiyorum; en iyi icra ettikleri yapıtın piazzolla tangosu olmasını da.
bir türlü şu küreselleşmeye alışamadım.
sıradan mozart yorumları, bakır üflemelilerin feci şekilde detone olduğu (acaba kulisteki buffetde fazla mı kaçırdılar) beethoven "7", düzgün ama romantik olamayan mendelssohn "iskoç" yerine, şöyle damardan çaykovski'ler, prokofiev'ler, moussorgsky'ler fena mı olurdu; hele de dışarısı kar kış kıyametken.
neyse ki solistler durumu azıcık kurtardılar; hem kalite hem rus damarı açısından.
ilk akşam andrei gavrilov her ne kadar saint-saens "2"yi yalapşap çaldıysa da, bis olarak verdiği chopin "nocturne" ve arkasından prokofiev "şeytani teklif"de formundaydı; ama neden bir pop yıldızı gibi kollarını iki yana açıp etrafa öpücükler yolladı anlamadım.
ertesi akşam misha maisky ise tam tersi bir havada, fazlaca ciddiydi; şu ruslar, hiç arasını bulamıyorlar. maisky'nin gerek programda gerekse de bis olarak orkestra eşliğinde çaldığı çaykovski "rokokolar" ve "nocturne" nihayet bir rus orkestrasından beklediğim hüzünlü damarı ortaya çıkardı.
hüzün deyince; meğer rus stepleri ile buenos aires'in arka sokakları sırdaşmış.
juri gilbo yönetimindeki russian chamber philharmonic st. petersburg orkestrası iki akşam da konserlerinde son bis parçası olarak, astor piazzolla'nın "oblivion" ve "adiós nonino" adlı yapıtlarından oluşan bir medley çaldılar. son timpani vuruşu hariç, sadece yaylılar için düzenlenmiş, müziği mekansal olarak da zenginleştiren yorumları oldukça etkileyiciydi.
bir türlü şu küreselleşmeye alışamadım.
sıradan mozart yorumları, bakır üflemelilerin feci şekilde detone olduğu (acaba kulisteki buffetde fazla mı kaçırdılar) beethoven "7", düzgün ama romantik olamayan mendelssohn "iskoç" yerine, şöyle damardan çaykovski'ler, prokofiev'ler, moussorgsky'ler fena mı olurdu; hele de dışarısı kar kış kıyametken.
neyse ki solistler durumu azıcık kurtardılar; hem kalite hem rus damarı açısından.
ilk akşam andrei gavrilov her ne kadar saint-saens "2"yi yalapşap çaldıysa da, bis olarak verdiği chopin "nocturne" ve arkasından prokofiev "şeytani teklif"de formundaydı; ama neden bir pop yıldızı gibi kollarını iki yana açıp etrafa öpücükler yolladı anlamadım.
ertesi akşam misha maisky ise tam tersi bir havada, fazlaca ciddiydi; şu ruslar, hiç arasını bulamıyorlar. maisky'nin gerek programda gerekse de bis olarak orkestra eşliğinde çaldığı çaykovski "rokokolar" ve "nocturne" nihayet bir rus orkestrasından beklediğim hüzünlü damarı ortaya çıkardı.
hüzün deyince; meğer rus stepleri ile buenos aires'in arka sokakları sırdaşmış.
juri gilbo yönetimindeki russian chamber philharmonic st. petersburg orkestrası iki akşam da konserlerinde son bis parçası olarak, astor piazzolla'nın "oblivion" ve "adiós nonino" adlı yapıtlarından oluşan bir medley çaldılar. son timpani vuruşu hariç, sadece yaylılar için düzenlenmiş, müziği mekansal olarak da zenginleştiren yorumları oldukça etkileyiciydi.
8 Şubat 2012 Çarşamba
rutin ile normal / akyay ile marangoz
"rutin" ve "normal" zeynep tanbay dans projesi'nden iki dansçının ilki kısa, ikincisi orta metrajlı koreografileri. ilki evrim akyay'ın, ikincisi alper marangoz'un. "rutin" ile normal" ocak'ın son iki pazartesisi garajistanbul'da sahnelendiler.
...
evrim akyay'ın "rutin"i, altına philip glass'ın müziğinin döşendiği koreografik bir kuartet.
yapıt, strüktür olarak tıkır tıkır işliyor: ikili eşleşmeler, duolar (özellikle alper marangoz ile bengi sevim'in duosu çok iyiydi), unisonlar, ters eşleşmeler, kesintisiz bir akıcılıkla birbirine bağlanan hareketler.. ancak; ne kadar iyi çözümlenmiş olsa da, çokca rastlanan, pek bir özelliği olmayan, gittikçe de biteviyeleşen bir iş "rutin". taa ki!
evet, taa ki!
"rutin"in son 5 dakikasını ele vermek istemiyorum. ancak şu kadarını söyleyebilirim: basit bir fikir, belki "çılgınca" bir fikir, bir kıvılcım, bir "tık" herşeyi değiştirebiliyor. bir anda sizi kendinize getiriyor, rutinden koparıyor, uyandırıyor, diriltiyor.
...
alper marangoz'un "normal"i ise; kalabalık dansçı ekibi, 35 dakikaya varan süresi ve özel olarak hazırlanmış ses/müzik tasarımıyla (burçin vural), ışığıyla (arek nişanyan) iddialı bir iş. zaten 2010 avrupa kültür başkenti katkısıyla tasarlanmış, sahnelenmiş, 2011'de ljubljana'daki 6. balkan dans platformuna katılmış. cemal reşit rey'deki ilk sahnelenişini seyretmişim meğer, izlenimlerimi buraya yazmışım hatta, ama bu sefer izlerken hiç bir sahnesini hatırlamadım; sanki ilk defa izliyormuş gibiydim.
"normal"in bir hikayesi var gibi; bir ara gestuslar bile giriyor işin içine, sanki...
bir topluluk; uyanıyor... keşfediyorlar; bedenlerini, kapasitelerini... birbirlerine uymaya çalışıyorlar; aralarından ayrıksılar da çıkıyor... müdahele edenler, kaçıp gidenler, başına buyruk takılanlar...
"normal"in özellikle ilk 10 dakikasında ses tasarımı çok güçlü bir katkı sağlıyor atmosferin yaratılmasında. ikinci on dakikada bir dağınıklık var; yoğunluk kayboluyor.
yapıtın en zayıf tarafıysa sonu; sanki nasıl bitirileceği bilinememiş; de, bir noktada "keselim artık" denmiş gibi. çünkü tam "bu iş nereye evrilecek" diye merak etmeye başlamışken pat diye sonlanıyor.
...
"rutin" ile "normal"i garajistanbul'da kaçıranlar, 17 ve 24 şubat'ta aksanat'ta yakalayabilirler.
6 Şubat 2012 Pazartesi
bari, bir kaç delik açsaydınız!
sanat tarihi doktoralı yüksek mimar büyükşehir belediye başkanımız acaba hayatında hiç saraçhane'deki tünelimsi kısacık alt geçitte otobüs veya dolmuş beklemiş mi?
kısa mesafesine rağmen orası bile ne kadar sevimsiz, izbe ve havasızken; hangi akla hizmet (neye hizmet ettiği belli ya, neyse) bu köstebek yollarını hediye edecek bizlere?
önümüze sunulan proje sanki bir marifet ürünü, bir de animasyonu yapılmış, gerine gerine seyrettiriliyor. yahu, filmde bariz bir şekilde görünüyor meydanın altının ne kadar yaşanmaz, karanlık bir yer olacağı; fazla söze ne hacet!
belli ki, kafalara konmuş yapılacak. her köşe tutulduğu için, ne yazık ki öyle geri dönüşü olabilirmiş gibi gelmiyor bana. bari, delikler açılsaymış!
[ayrıca; yeraltına giren yolların oluşturacağı duvarlar, meydana çıkan sokakların yaya kullanımının sıfıra inmesi, şimdi bile tanımsız ve ölçeksiz olan meydanın devasa bir boşluğa dönüşmesi say say bitmeyecek olumsuzluklardan en başta olanları. dünyanın hiç bir "uygar" yerinde böyle bir uygulama olmaması da cabası. dünya "ulaşılabilir", "engelsiz", "ekolojik" tasarım derdine düşmüşken, tam bir zihni sinir projesi. kışla da "bonus"u!
literatüre böyle geçmek de varmış kaderde.]
5 Şubat 2012 Pazar
"biz kötü insanlar değiliz, sadece kötü bir yerden geldik"
"utanç" (shame) için yılın en iyi filmi demeye korkuyorum, çünkü daha "drive"ı ve "we need to talk about kevin"i izlemedim, ama şu kadarını söyleyebilirim; son yıllarda çok az film, sözcüklerden çok görüntülerle derdini, ruhunu, duygusunu seyirciye geçirmeyi başarabildi ve "utanç" bunların başında geliyor.
dahası; bir yönetmen/film sanki hiç bir şey anlatmıyormuş gibi olup da bu kadar derine nasıl inebilir, hayret doğrusu.
filmin senaryosunu da yazmış olan yönetmen steve mcquenn üç yıl önce ilk filmi "açlık" (hunger) ile çarpmıştı; "utanç" ile çıtayı daha da yukarı çekti.
michael fassbender tek kelime ile muhteşem. carey mulligan'a ise nihayet hayran olabildim.
dallanıp budaklanmadan, az ve öz protagonistlerle ve her türlü fazlalıktan, özelikle de sözcüklerden tasarruf ederek anlatmak istediği esas fikre odaklanma konusunda filmin senaryosu sinema okullarında okutulmalı.
kişisel not:
filmin ikinci yarısında brandon'un yanağındaki yara izi, bana bir kere daha "bir zamanlar anadolu'da"ki savcının ve doktorun lekelerini hatırlattı.
1 Şubat 2012 Çarşamba
"artist"in artistik değeri
"artist" ilk 5 dakikası, ortasına gelmeden önceki bir rüya sahnesi ve son 5 dakikası dışında hiç bir orjinalitesi olmayan bir film; tek sempatik yanı sessiz filmleri yad etmesi, o kadar. belki biraz da, başrol oyuncularından rol çalan köpek.
...
[uyarı: yazının devamı filmin sonunu değilse de başını ele vermektedir.]
"artist başladı, ilk dakikalar; tüylerim adeta diken diken oldu, bir başlangıç bu kadar sürprizli, bu kadar bilmeceli; bu kadar "virajlı" mı olur:
ilk önce: siyah beyaz, sessiz bir film seyretmeye başlarız.
ardından, aslında bu filmin büyük bir sinema salonunda, orkestranın bangır bangır çaldığı canlı müzik eşliğinde oynatıldığını görürüz; şaşırız.
görüntü hala siyah beyazdır; bir kere daha şaşırırız.
salondaki müziğin sesinden dolayı seyircilerin filmdeki sahnelere gülmeleri veya hayretleri bizim seyrettiğimiz filmin içinde duyulmaz.
arada, sinemada oynayan filmin ara yazılarını görürüz.
sonra kamera sinema perdesinin arkasını gösterir: filmin oyuncuları, yapımcısı, yönetmeni salondaki gala gösteriminin bitmesini bekliyorlardır. film, perdenin diğer tarafında oynadığından, salondaki seyircileri rahatsız etmemek için sessiz kaldıklarını ve bu yüzden kısa kısa birbirleriyle işaret diliyle anlaştıklarını düşünürüz.
kamera bir süre onlarla birlikte perdenin arkasında kalır. filmin bittiğini tersten/arkadan görünen "the end" yazısından anlırız. orkestranın müziği de biter; sessizlik olur.
kamera yapımcı ve oyuncu ekibine zum yapar: önce kısa bir süre beklenti içinde kalırlar ve sonra birden sevinip birbirlerini kutlamaya başlarlar.
bir kere daha şaşırır, ne olduğunu anlamayız; ta ki kamera sinema salonunu gösterene kadar: meğer sinemadaki bütün seyirciler filmi alkışlamaktadırlar. ama: biz onların seslerini duyamamaktayızdır! yine şaşırırız.
ve ancak o zaman farkına varırız ki, seyrettiğimiz film aslında bir "sessiz film"dir!
nasıl! "bu ne açılış sekansıdır!" dedirtecek kadar mükemmel, değil mi!
ya sonrası?
"nasıl devam edecek?" beklentisi artıyor.
maalesef, hemen sonraki sahne ve ardından gelen 10 dakikada anlaşılıyor ki, "artist" gittikçe biteviyeleşecek; ilk dakikaların zeki buluşu yenileriyle zenginleşmeyecek.
hatta; baştaki "film içinde film"in ara yazıları ile bizim seyrettiğimiz filmin (artist'in) ara yazıları için aynı formatın kullanılmasına; müziğin "film içinde filmler" ile esas film arasında fark gözetmeksizin tek elden çıkmasına kadar giden bir özensizliğe varacak.
...
mel brooks'un 1976 yapımı "silent movie"si fransız filmi olmadığı için mi oscar'a aday olacak kadar "ses" getirmemişti; herhalde!
tabii bir de, amerika'daki dağımtıcısının harvey weinstein olmamasının da epey etkisi vardır.
anakronizmaya düşmemem lazım: geçenlerde dağıtılan altın küre'de kendisine takınılan lakaplarla "the punisher", "the boss" ve hatta "god" harvey 1976'da daha bu işler için pek tıfıldı.
neyse...
...
toparlarsam:
bu sene sinemanın ilk yıllarına nur yağdı; scorsese'nin "hugo"sundan sonra hazanavicius'un "artist"i de sinemanın ilk yaratıcılarına hoş bir saygı duruşunda bulundu.
herhalde "akademi" de bu iki filmi ödülsüz bırakmayacaktır.
2012 oscarları, sinemanın sessiz yıllarını yad eden filmlerde oynayan "rakip" köpeklerle hatırda kalacak...