27 Kasım 2009 Cuma

monica coteriano günleri 02


"Gözümü kapattım, açtığımda tüm dünya değişmişti
Sadece bir an... çabucak geçen bir an
Beni ait olmadığım
Ama gene de orda olmanın anlamlı olduğu
Yerlere götürecek
Güzel günlerin düşünü kurdum
..."


"Kaybolmuşuz kendi aptal küçülmüşlüğümüzde
Etrafı koklayıp
İçinizdekileri hissedin
Nasıl? İyi mi?
Rüzgar esiverdiğinde
Gerçek, yüzünü gösterir, belki
..."


monica coteriano’nun temps d’images kapsamındaki üçüncü peformansı “windows” perşembe akşamı garajistanbul’da gerçekleşti.

performanlarının ilk ikisi sayesinde, şarkı söyleme ve doğaçlama sohbet etme yeteneklerine aşina olduğumuz coteriano bizi bu sefer de hayal kırıklığına uğratmadı. “sweet” olmaktansa “bitchy” olmayı tercih ettiğini, çünkü böylesinin daha heyecanverici, dikkatçekici olduğunu laf arasında belirterek, bütün samimiyetiyle seyircilere sataştı, ışıkçıyla uğraştı, eşlikçi müzisyenlerine viski ikram etti, garajistanbul’dan “ozgur” (özgür)’ü sık sık yardım için sahne arkasına (!) ve sahne üstüne çağırdı. aralarda da, hepsinin sözlerini bazılarının da müziğini kendisinin yazdığı şarkıları seslendirdi.

şarkıların her biri pop müziğin ayrı bir dalına göre bestelenmişti; bir balad, bir r&b, bir rock’n roll...
gösteri öncesi, sözleri türkçeye çevrilmiş olarak elimize verilen şarkıların içerikleri ise, saldırgan bir diva beklenmeyecek kadar yumuşak ve kırılgandı; aşk, özlem, varoluş, yalnızlık, şefkat, kaybetme üzerine buram buram yaşanmışlık kokan duygulu, içli dizeler...

windows” doğaçlama sohbeti bol, müziği (gerek coteriano’nun vokali, gerekse eşlikçi müzisyenlerin performansları açısından) doyurucu bir gösteriydi ancak projenin üçüncü ayağı, multimedya, yeterince kuvvetli değildi.
özellikle iki şarkıda multimedya tasarımı çok kuvvetli idi: prolog niteliğindeki ilk şarkıda silüet olarak bir kadın şarkıcının ağzından çevreye saçılan noktaları ve çizgileri seyrettik; şarkıcı monica conteriano, saçılanlar da notalardı herhalde. ikincisinde ise; coteriano iki perde arasında durarak ellerini arkadan perdelere yasladı ve her bir parmağından, durmadan değişen lekelere dönüşen siyah beyaz kurdelalar çıkarak perdelerin bütününü kapladı.

monica coteriano’nun hiç bitmesin istediğim yaramaz, cilveli, tatlı saldırgan performansı ve tok sesi ile söylediği birbirinden güzel şarkıları, 40 dakikalık gösteri sonrasında yerini, büyük sürprizle, bir jam session’a bıraktı.
conteriano’nun eşlikçisi ve portekiz’in önemli gruplarından dead combo’nun üyesi iki müzisyen, pedro gonçalves ile to trips, garajistanbul’da olmaktan duydukları memnuniyetle, “windows” sonrası, seyircilerin de davetli olduğu “dostlar arasında” bir jam session yaptılar.
bir iki şarkı sonra, baterist za vilao da dayanamadı, onlara katıldı. ardından monica coteriano’yu sahneye tekrar davet ettiler; coteriano cilveli bir huysuzlukla “ben bu akşamlık işimi yaptım zaten!” diyerek geldi ve bize, sanırım doğaçlama, önce ispanyolca sonra ingilizce enfes bir hikaye seslendirdi; şarkının/hikayenin ingilizce versiyonunu istanbul’a uyarladı. demek ki, fatih akın’ın istanbul’daki favori mekanlarından büyük londra oteli’nin şanı monica coteriano’ya kadar uzanmış…

hem monica coteriano’nun, hem de ona eşlik eden müzisyenlerin yolu umarım tekrar istanbul’dan geçer…

25 Kasım 2009 Çarşamba

monica coteriano günleri

bu aralar, şehrimiz sokaklarında çılgın bir macao'lu dolaşıyor, rastlarsanız kıymetini bilin: monica coteriano.
kendisi koreograf, dansçı, şarkıcı, metin yazarı; tam anlamıyla bir performans sanatçısı.
dün akşam garajistanbul'da biri 7, diğeri 28 dakikalık iki performans sundu:
"everything one can do with one finger" (2007) ve "the story of my life" (2009).

bu iki performans coteriano'nun iki farklı yönünü gösterdi bize: müthiş enerjik, hayat dolu, cazgır ve provokatif, ama aynı zamanda son derece duygusal, lirik, kırılgan ve "gizemli" bir varlık kendisi. bir anlamda, idans'ın ivo dimchev'inin ruh ikizi!

cateriano her bir performansında bambaşka birer varlık olarak çıktı karşımıza, adeta o varlıklara büründü: saçından ayak parmaklarına, bedeninin her bir parçasıyla, ilkinde bembeyaz bir konga dansçısına, diğerinde bir viyolonsele dönüştü.

iki performansta da arkası seyircilere dönük sadece oturdu cateriano. peki, nasıl "müthiş enerjik" olabilir derseniz, izlemeniz lazımdı; oturuyor olmanın genel duraganlığı içinde, cateriano'nun bedeninin ihtiva ettiği "müthiş enerji" minimal hareketlere dışarıya yansıyor, dalga dalga üzerimize geliyordu.

bedeni kadar sesini de çok ustaca kullandı; ilkinde seksi, ikincisinde içliydi.
ilkinde, "europa"daki max von sydow kadar hipnotize ediciydi (zaten, amacının bizleri hipnotize etmek olduğunu da saklamadı), ikincisinde -anlattıkları 1910'larda geçse de- sanki yüzyıllar öncesinden kalma yorgun bir çalgının görmüş-geçirmiş, hüzünlü, hafif puslu sesiydi coteiano; hele de, ingilizceyi terk edip, portekizce ve ispanyolca konuştuğunda...

"...
Gördünüz mü?... Hareketlerimin sizi hipnotize ettiğini biliyorum...
Özellikle de tam gözlerinizin içine baktığımda...
Bu arada, beni Konga yaparken görmek ister misiniz?
'Hadi millet! Konga yapmaya... Biliyorum tutamıyorsunuz artık kendinizi'
Nasıl hareket ediyorum, görüyor musunuz? Ne dersem onu görürsünüz!
Bunun sizi çıldırttığını biliyorum
Gözlerimle görmesem böyle dans edebileceğime inanmazdım!
Nasıl hareket ediyorum, görüyor musunuz? Hala sallanıyorum...
Ne dersem onu görürsünüz!
..."

"Ansızın kar başlar bazen Haziranda
Bazen de güneş çepeçevre dolanır ayın etrafını
Gözlerindeki hüznü görürüm
Şaşırmak öyle her zaman kısmet olmaz insana
Bir zamanlar tek yaptığım oturup beklemekti
Duyduğun en güzel sesin benimki olduğunu söylemeni
Böyle olacağını hiç düşünmemiş, hiç beklememiştim
Ama işte her şey birdenbire oluverdi
Şimdi gövdelerimiz ağaca kesmiş duruyoruz öylece
Ve şu dünya ne de delibozuk bir yer diye geçiriyorum içimden
..."

ilk iki performansı kaçıranlar, coteriano'nun sitesinde gösterilerin tamamını içeren videolarla avunabilirler.
monica coteriano'yu ucundan da olsa yakalamak isteyenler ise yarın akşam garajistanbul'da olsunlar; 2008 tarihli "window" gösterisiyle karşımızda olacak.

"tüm soneler"den:

Sonnet No. 10

For shame! deny that thou bear'st love to any,
Who for thyself art so unprovident.
Grant, if thou wilt, thou art beloved of many,
But that thou none lovest is most evident;
For thou art so possess'd with murderous hate
That 'gainst thyself thou stick'st not to conspire.
Seeking that beauteous roof to ruinate
Which to repair should be thy chief desire.
O, change thy thought, that I may change my mind!
Shall hate be fairer lodged than gentle love?
Be, as thy presence is, gracious and kind,
Or to thyself at least kind-hearted prove:
Make thee another self, for love of me,
That beauty still may live in thine or thee.


Sone 10

Yazık! hem kıyasıya harcıyorsun kendini,
Hem gönlün yeltenmiyor hiç kimseyi sevmeye.
Biliyorsun, saymakla bitmez sevenler seni,
Ama besbelli sen aşk duymuyorsun kimseye.
Öldüren bir nefrettir yüreğindeki şeytan:
Hiç umurunda değil kazsan kendi kuyunu,
Çekinmezsin güzelim canevini yıkmaktan
Onarmak olmalıyken asıl amacın onu.
Sen tutum değiştir de cayayım düşüncemden,
Yumuşak bir sevgi koy nefret yerine bir yol;
Göründüğün gibi ol: cömert, sıcak, sevecen;
Hiç değilse kendine yumuşak yürekli ol.
Aşkım uğruna bir 'sen' daha yarat kendine:
Güzellik onda veya sende yaşasın yine.

- william shakespeare
çeviren: talat sait halman, cem yayınevi

24 Kasım 2009 Salı

kesif bir umutsuzluk sarıyor benliğimi...

serhan bali'nin bugünkü radikal'de çıkan yazısı, eminim istanbullu sanatseverlerin çoğunun düşüncelerini yansıtıyor.
ayazağa'da yarım kalmış kültür kompleksi özelinde istanbul'un salonsuzluğunu konu ettiği yazısında serhan bali çok önemli noktalara parmak basıyor.
meğer hıncal uluç da uzun zamandır kendi köşesinde bu konudan bahsediyormuş; takip etmediğim için bilmiyordum.

...


"avrupa kültür başkenti" esprisinin istanbul için bir hayal olduğunu anlamak için son zamanlardaki gelişmelerin olmasına gerek yoktu aslında; etrafımıza şöyle bir baksak fark ederdik!

ikinci-üçüncü sınıf işlere para ayrılması yerine, eğitim projelerine destek verilseydi, -ki böylesini umut etmek de hayal bu ülkede-, belki geleceğe dair bir umudumuz olurdu.

"balık baştan kokar" lafı boşuna edilmemiş bu topraklarda; kararları veren mercilerin niteliği ve seçimi kültürsüzlüğümüzü çok güzel ortaya koyuyor.

...


her yerimiz alışveriş merkezi oldu; yetmiyor, zamanında birinci ordu'nun üzerine kültür ve sanata hizmet veren bir yapı inşa edilmesi şartıyla iksv'ye devrettiği araziye de bir alışveriş merkezi yapılacakmış, kılıfı 5000 kişilik "black box".
beyoğlu'nda emek sineması'nın içinde bulunduğu ada da aynı şirket tarafından alınmış, oraya da bir alışveriş merkezi inşa edilecekmiş, onun kılıfı emek sinemasını korumak.

3000 yıllık istanbul yakın bir gelecekte tarihi değerleri ile değil, 30 yıllık dubai şehri gibi alışveriş merkezleri ile anılır olacak.

illa da topkapı sarayı'nı görmek isteyen turist de antalya'daki otele gitsin canım, ne gerek var istanbul'a gelmesine!

ey tiyatro/dans/opera seyircisi, sen de eğer bir gösteri izlemek istiyorsan, gideceksin şehirdeki sayısız alışveriş merkezlerinden birine, geçeceksin fast foodcuyla şipşak kahveci arasından, ve mısırı elinde bir seyircinin yanısıra gireceksin bir oyuna.
ne yazık ki, yeterince kültürlü de değilsin, şanslı da; olsaydın, belli tarihlerde dünyanın 40 ülkesindeki [ki bu şanslı ülkeler arasında kolombiya, şili, peru, güney kore, uruguay, kosta-rika falan var; öyle sırf, bizlerin "batılı" diye bildiğimiz "uygar" ülkeler yok listede] sinemalarda, new york metropolitan operası'ndan naklen yayınlanan operalardan birine denk gelirdin.
belki, iyi ki de senin şehrinde yapılmıyor bu etkinlik, yoksa mazallah, büyük merciler "bu şehirde opera kurumuna da ihtiyaç yok, nasıl olsa kolay yoldan ithal ediyoruz operayı" diyebilirlerdi!

...


dünyada dubai gibisini kurmak ne kadar kolaysa, istanbul gibisini bulmak da bir o kadar zor, hatta imkansız.

imanı para olmuş bu insanlar ne yazık farkında değiller; öyle bir zaman gelecek, istanbul'un pazarlanacak tek bir değeri kalmayacak ve zavallı istanbul dünyadaki onlarcası gibi, herhangi bir şehir olup çıkacak.
yakın zamanda istanbul'a "gerçek"leşecekler yanında, orhan pamuk'un "kara kitap"ta boğaziçi'ne dair "kurgu"ladığı gelecek hafif kalacak!

23 Kasım 2009 Pazartesi

kötü bir uyarlama

domuz gribine karşı dezenfektasyondan dolayı "eğitime iki gün ara verdik", bunun türkçesi: okul tatil! sanki öğrenci gibi sevinçliyim; okulda kalınca, öğrenci psikoloji devam ediyor herhalde..

hazır tatil, sabah taktım ailemin hanımlarını peşime, "yedi kocalı hürmüz"e götürdüm; hiçbirinin kocaya ihtiyacı yok gerçi, maksat nostalji.
zaten ezop'un anlattığı "yedi kocalı hürmüz"ü ancak eski günlerin hatırına seyredersiniz, o da, karşınızda akıp giden rezaleti izlerken, durmadan eskisini hatırlayıp, "ayten gökçer ne güzel oynamıştı, ne kadar başarılıydı", "adile naşit ne komikti" diye hayıflanarak.

ezop'un filminin hiçbir artısı yok; ne zeka, ne yaratıcılık, ne bir sihir, ne de küçük bir hoşluk! tam tersine; "fazlaca" yaptığı çok şey var; filmin her karesini istila etmiş ucuz belaltı espriler, abartarak tasarlayınca "özgün bir dünya yarattım" zannettiren kostüm ve dekorlar, kötü müzikler, beceriksiz danslar, başarısız oyunculuklar... hele filmin en sonu yok mu; carlos saura yıllar önce o hinliği yapmıştı.
hadi, uyarlıyım derken yüzüne gözüne bulaştırdın, bari, orijinalinden miras aldığın tek şeyi, "tanrım... tek başına koyma kullarını..." şarkısını hakkını vererek kullansaydın!

uğur vardan radikal'deki yazısında, keşke bu oyunla özdeşleşen ayten gökçer'e sembolik bir rol düşünülseymiş diye yazmış; bence iyi ki düşünülmemiş, ya da düşünülmüş ve teklif edilmişse, ayten hanım iyi ki geri çevirmiş!
ezop'un hürmüzü, sadık şendil'in "yedi kocalı hürmüz"üne ve bu oyunu 70'li yıllarda başarıyla sahneleyen sanatçılara büyük bir saygısızlık.
yeni nesiller "yedi kocalı hürmüz" denince bu filmi hatırlayacaklarsa yazık!

demirleblebi bir gösteri

dün akşam alternatifim çoktu; işsanat'ta benzersiz kontrabasçı dave holland ve ekibinin konseri mi, çevre tiyatrosu'nda semaverkumpanya'nın yeni oyunu "lursin sokağı cinayetleri"mi, yoksa crr konser salonunda -kuvvetle muhtemelen ilginç- bir dört piyano konseri mi [konserin son yapıtının ravel'in bolero'su olması da beni çok cezbetmişti] diye kararsızca vakit öldürürken, tercihimi, sürpriz bir kararla, garajistanbul'daki dans tiyatrosu "expensive darlings" için kullandım.

gösterinin ne sloven koreografı maja delak'ı tanıyordum ne de yapımcı slovene institute emanat'ı.
[ama, aynı bir zamanlar iksv'ye duyduğum güvenle daha önce adını sanını duymadığım bir sürü sanatçının [örneğin 1988'de maurice bejart'ı, 1998'de pina bausch'u ilk defa istanbul'da canlı seyredene kadar tanımıyordum!] gösterilerine gidip çarpılmışsam, şimdilerde de garajistanbul'a kim gelse gözüm kapalı gidiyorum. hele de, bu etkinliğin düzenleyicilerinden biri, takdire şayan fransız-alman ortak kültür kanalı arte ise.
bir de merak var tabii işin içinde; ingilizler "merak kediyi öldürür" dese de, gösterinin kötü, sıkıcı veya bana uygun çıkmama olasılığı olsa da, bilmediğim ve yeni bir şeyleri izlemeyi/dinlemeyi her zaman heyecanverici/adrenalinarttırıcı bulmuşumdur.
kendi açımdan, sanatçıyı önceden tanımıyor olmamın başka hoş bir tarafı daha var: kafamda beklenti oluşturmuyorum; beklenti olmayınca hayal kırıklığı azalıyor :-)]

"expensive darlings" adlı gösteride koreograf maja delak ile dramaturg katja praznik'in temel çıkış noktası çağdaş dansın slovenya'daki ve kadın dansçıların çağdaş dans sahnesindeki durumları imiş. bir de; bu projenin siparişini veren slovenya'daki kadın festivali "city of women"ın o yılki genel başlığı: "mizah".
mizah deyince; eğlence ve komedi değil, tam da eski bir doğu-bloku ülkesine yakışacak koyulukta kara mizah, sert mizah; güldürmekten çok sırıttıran, eğlendirmekten çok düşündürten.
[belki de gösterinin en mizahi olan kısmını, biz -ve muhtemel bütün diğer sloven olmayan seyirciler- anlamadık; bizlerin, "sondaki marş benzeri" olarak tanımladığımız şarkı meğerse slovenya'nın milli marşının sözleri değiştirilmiş haliymiş ve slovenya'daki gösterilerde bu sahnede bayağı gülen oluyormuş.]
maja delak'ın gösteri sonrasındaki söyleşide belirttiği üzere, "expensive darlings" aynı zamanda, amerikalı psikolog silvan s. tomkins'in formüle ettiği utanç ile zevkin karşılıklı ilişki içinde olma halinden de oldukça esinlenmiş. [gösterinin oluşum sürecine dair zihinaçıcı bir metin için tıklayın]

ışık tasarımıyla basıklaştırılmış bir sahne... sahnenin ve kulisin çeşitli yerlerine gizlenmiş kameralardan alınan siyah-beyaz görüntülerin sahnenin önüne dizilmiş bir dizi televizyon ekranından sunulmasıyla yaratılan izlemeye ve kontrol etmeye dair baskıcı atmosfer... "peeping tom"... yedi birbirinden yetenekli kadın dansçının/tiyatrocunun sahnenin farklı noktalarına yerleştirdikleri objeleri kullanarak anlattıkları, zaman zaman birbiriyle kesişen "kişisel" hikayeleri, devinimleri, duruşları... prototipler: bir melek, bir vampirella, bir kabare dansçısı, bir gelin, bir matador... duygular, sıkışmışlıklar, engeller, gerilimler...


"expensive darlings", 18-27 kasım tarihlerinde düzenlenen "namus oyunları" alt başlıklı festival temps d'images kapsamında sunuldu garajistanbul'da.
geçen yıl bu zamanlar "namus oyunları" başlıklı bir etkinlik düzenlemişti garajistanbul. bu yılın haziran ayında da avrupa kaynaklı temps d'images gerçekleşmişti. şimdi bu iki etkinlik örtüştürülmüş.
kadın'ın toplum içindeki yerine dair yerli ve yabancı tiyatro-dans gösterileri, performanslar, paneller ve skype söyleşileri içeren "namus oyunları" festivali, kurban bayramı'nın ilk günü, oldukça anlamlı bir seçimle, murathan mungan'ın "taziye"sinin okuma tiyatrosu olarak sahneleneceği etkinlikle sona erecek.

20 Kasım 2009 Cuma

üçüncü sayfadan "kan"lı canlı "gerçek" hikayeler

[uyarı: bu yazı oyunun sırlarını ifşa etmektedir]

oyun içinde oyun, hikaye içinde hikaye, iki karakter binbir hayat...
müesser hanım ile lütfi beyin 32 kısım tekmili birden hayatları, "kan"lı canlı, heyecanlı hüzünlü...

böyük gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinden esinli hikayeleri ile, reytingi yüksek tivi programlarının kahramanlarına özenen iki karakter; müesser hanım ile lütfi bey.

bu iki karakter bir gün, çok okunmakla ve çok izlenmekle yetinmeyip, "insanın insanla en doğal, en "gerçek" karşılaşması" tiyatroya da el atarak bizlere, bir el uzaklarındaki seyircilere "canlı canlı", "hakiki" bir oyun sergilemeye karar verirlerse ne olur?
ortaya "hakiki gala" çıkar.
"gerçek zamanlı" olarak yaklaşık 70 dakika süren, ama üzerimde bıraktığı etki bu süreyi kat be kat aşan "gerçek bir tiyatro deneyimi".

"hakiki gala" bu topraklarda yaşanan gerçek hikayeleri "kurgulamak" için, bu toprakların geleneksel oyun türlerini -çağdaş bir dille/tarzla/yorumla yeniden üreterek- kullanan ve tiyatronun birincil ögesi oyuncunun gücüne dayanan bir seyirlik.

"hakiki gala" bir tiyatrotem yapımı.
yazarı ayşe bayramoğlu, yönetmeni çetin sarıkartal, usta iki oyuncusu ayşe selen ve şehsuvar aktaş.
yarın (21 kasım) kumbaracı50'de, sezon boyu istanbul'un muhtelif mekanlarında. takip için.

19 Kasım 2009 Perşembe

"Bu proje, zaman içinde sivillikten arındırılmıştır."

"2010 bir sivil toplum projesi olarak ortaya çıkmıştı ve Girişim Grubu projenin bu özelliğini yasal güvenceye kavuşturuyordu.
Şimdi onun esamisi bile okunmuyor.
Bu proje, zaman içinde sivillikten arındırılmıştır.
...
Şimdi Ajans devletin herhangi bir biriminden farklı değil.
Devlet anlayışı ve alışkanlıklarıyla, bu boyuttaki bir kültür projesinin yürütülmesi mümkün değil. Mümkün olsaydı, bugüne kadar olurdu."

"2010 Yılında belki büyük etkinlikler, festivaller, konserler, sanat olayları sergiler vb gerçekleştirebiliriz, ama önemli olan bunlar değildir, önemli olan kamu, yerel yönetimler ve sivil toplum arasında yaratmamız gereken ortak çalışma ilkeleridir, bir yönetişim planıdır. Geriye tek kalacak olgu budur.
...
Bugünkü YK’ye egemen olan anti-sivil toplum, anti-sanat ve “ satın almacı ” yaklaşım ile böylesi bir işbirliğinin gerçekleştirilmesi artık mümkün görünmemektedir.
...
Biz ise hep satın alma konuştuk. Arkeolojik işler, restorasyonlar müteahhitlere bırakılmayacak kadar önemli konular iken, biz ehliyetsiz firmalara, belediye şirketlerine iş dağıttık. Onlar da tarihi yapılara zarar verdiler. “Kamu kuruluşu olarak zorunlu iş almamız gerektiği” belirtilen bu firmaların çoğu işlerini zamanında bile bitiremedi."


HALİM BULUTOĞLU VE FARUK PEKİN'İN İSTİFALARINA DAİR AÇIKLAMALARININ BÜTÜNÜNÜ LÜTFEN OKUYUN!!!

"tüm soneler"den

Sonnet No. 43

When most I wink, then do mine eyes best see,
For all the day they view things unrespected;
But when I sleep, in dreams they look on thee,
And darkly bright are bright in dark directed.
Then thou, whose shadow shadows doth make bright,
How would thy shadow's form form happy show
To the clear day with thy much clearer light,
When to unseeing eyes thy shade shines so!
How would, I say, mine eyes be blessed made
By looking on thee in the living day,
When in dead night thy fair imperfect shade
Through heavy sleep on sightless eyes doth stay!
All days are nights to see till I see thee,
And nights bright days when dreams do show thee me.


Sone 43

Apaçık görüyorum gözlerimi yumunca.
Bütün gün gördüklerim taşımaz hiçbir değer,
Ama düşlerde hep sen varsın uyku boyunca;
Göz karanlıkla ışır, karanlıkları deler.
Başka bütün gölgeler, gölgende ışık bulur;
Bedeninin gölgesi, mutluluğu gösterir
Işıl ışıl gündüze saçarak daha çok nur,
Senin gölgen nasıl da kör gözlere fer verir.
Gözlerim kutlu olur seni seyrettikçe ben,
Canlı gün aydınlanır sendeki ışıklarda,
En karanlık gecede belirsiz güzel gölgen
Derin uykuda sönmüş gözlere can katar da.
Seni görmeyince benim her günüm gece;
Geceler gündüz olur düş seni gösterince.

- william shakespeare
çeviren: talat sait halman, cem yayınevi

mekanla iletişime geçmek


dün akşam ve bugün sacha waltz ve dansçıları roma'da dialoge (diyalog) dizisini devam ettiriyorlar.

en son, bu yılın mart ayında berlin'de david chipperfield'in büyük tartışmalara neden olan, on yıllık müthiş restorasyon projesi sonucunda biten neues museum'daydılar.
şimdi roma'da zaha hadid'in tasarladığı museo nazionale delle arti del XXI secolo (MAXXI) 'nin mekanlarıyla iletişime, etkileşime geçiyorlar...

arte yaklaşık bir ay önce berlin'deki dialoge sırasında çekilmiş görüntülerden oluşturulmuş bir film yayınladı. (sanırım yakında dvd olarak satışa çıkacak.)
gösteriyi televizyonda seyretmek bile çok etkileyiciydi, herhalde canlısı nefes kesiyordu.
belki roma'daki diyalog'un da kaydı yapılıyordur.

"ilerde bir gün istanbul'da da bir dialoge gerçekleşse" dileğinde bulunmak pek bir yersiz, değil mi!

14 Kasım 2009 Cumartesi

türkiye'nin hallerine kadın bakışı: "aHHval"

adı üstünde: "aHHval". haller... vaziyetler... durumlar...
türkiye'nin halleri, 40'lı yıllardan 2000'lere... sahnede on kadın, farklı yaşlarda; onların kişisel dünyalarından türkiye'nin hallerine bir bakış.

bir tutam ayfer tunç, bolca pina bausch, kafi miktarda ironi, bir kaç kısa dans, farklı dönemlerden bir kaç yerli ve yabancı popüler müzik, oldukça fazla tiyatral durum, sıkı bir toplum ve "darbe" eleştirisi, hakim bir kadın bakışı; hepsi iyice karıştırılır, derinlikli bir sahne düzeninin üzerine, ve -türkiye şartlarında- kompleks bir ışık tasarımının altına yerleştirilir.

maalesef; eskilerden bir müzik parçası zaman zaman tekrar ederek bölümleri birbirine teyellemeye çalışsa da, gösterinin parçalı/parçalanmış halini tamir edemiyor. ancak; her bir parça kendi içinde yaratıcı bir sahneleme fikrine ve içerik olarak da sağlam bir yapıya ve eleştiriye sahip olduğundan, parçaları birleştirecek omurganın eksikliği hissedilmiyor.
aslında, parçaları birarada tutan çok genel bir çerçeve de yok değil: bu, türkiye'nin kendisi!
kah keyiflenerek kah içi acıyarak seyrediyor insan; tam bir "güleriz ağlanacak halimize" hali!

zeynep günsür'ün sanat yönetmenliğinde hareket atölyesi'ni oluşturan on profesyonel ve amatör kadın oyuncu/dansçının sahnelediği "aHHval" yaklaşık 75 dakika boyunca (gösteri broşüründe yanlışlıkla 45 yazılmış) sıkılmadan, dağılmadan, mutemadiyen diri tutulan bir dikkatle (yani sahnedeki estetik güzelliğin büyüsüne kapılmaya izin verilmeden) izlenen dinamik, temposu düşmeyen bir iş.

belirtmeden edemeyeceğim; topluluktaki "beyaz saçlı" oyuncuların performansı, gençlere ve kendi yaşıtları birçok profesyonel tiyatro oyuncusuna taş çıkartacak kadar iyiydi.

mayıs ayındaki idans02'de ilk defa sahnelenmiş olan "aHHval" yarın son defa garajistanbul'da. istanbul'da olup da imkanı olanlara tavsiye ederim.

12 Kasım 2009 Perşembe

"fado evi"; fado'nun dünyası...


evdeyim, çoktandır rafta bekleyen ispanyol şarabını açtım, annemin küçükkuyu pazarından aldığı peynirlere eşlik ediyor... bir de, argentina santos'un, geçmişin tozunu taşıyan puslu, hüzünlü sesine...

özel bir durum yok; sadece, "casa de fados" konserinden çıktım.

her ne kadar sahnede sepya rengi fotoğrafları lunapark renkleri ile aydınlatmayı tercih etmiş olsalar da; "casa de fados" konseri beni alfama'nın daracık sokaklarına, kıvrak hareketli sarı tramvaylarına, nemli havasına, sütbeyazı taş döşeli yollarına, sabah melteminde dalgalanan tül perdelerine, belem'in muhallebili milföyüne... porto'nun kirli, izbe mekanlarına, sert kayalarda patlayan hırçın dalgalarına, yüzyıllık bir tiyatroda hayatboyudostum burcu ile beraber dinlediğimiz misia'ya, narin çelik köprüye, doygun kırmızı renkte kadife tatında tatlı şaraba, denizcileri ısıtan kaba örgülü lacivert kazağa, içinde her türlü fasulye ve sucuk bulunan koyu çorbaya, gölgesi kesif bir sokakta bana bıçak çeken adama götürdü...

uzun zamandır dinlemediğim fado'ları hatırlattı bana "casa de fados" konseri; hüznü, alçakgönüllülüğü, kıvraklığı, çoşkuyu ve sabrı, acıyı, kaybetmeyi ve cesareti... vazgeçip, çekip gidebilmeyi hatırlattı!

konser hiç bitmesin istedim... seyirciler daha çoşkulu alkışlayıp ikinci defa bis'e davet etmediler diye üzüldüm... uzun zamandır bu kadar keyif almadım bir konserden, sineye çekip bir avuç olumsuzluğu...

başka bir usta, argentina santos, devam ettiriyor akşamı... sadece benim için...

11 Kasım 2009 Çarşamba

insan ruhunun karanlık tarafına dair karanlık bir film


zeki demirkubuz'un "kıskanmak" filmi hakkında, filmin hakkını veren bir yazı kaleme almak çok zor. maalesef, daha önce "kıskanmak" da dahil olmak üzere herhangi bir nahid sıkkı örik romanı okumuş da değilim.
"kıskanmak" hakkında fatih özgüven geçen hafta yazdı, bu hafta da (yarın) devam edecek; kapsamlı ve çok yönlü bir yorum/bakış merak edenlere tavsiye ederim.

benim söyleyeceğim tek şey şu olsa gerek: "kıskanmak" çok iyi bir film.

sırf, türk edebiyatında seniha gibi bir kahramanın varlığını, benim gibi ondan habersiz olanlara, tanıtması bir yana, bu kahramanın nergis öztürk tarafından çok çok iyi canlandırılması filmin en önemli artılarından biri.
ayrıca; filmde, yan karaketerler de dahil, kötü oynayan bir oyuncu, yetersiz, çalakalem çizilmiş bir portre yok.
dönem filmi olarak ne diyaloglar, ne mekanlar, ne görüntüler, ne de kostümler bana yadırgatıcı geldi,tam tersine hepsinin çok başarılı olduğunu düşünüyorum. tek çekincem, albinoni'nin "adagio"sunun filmin ana teması olarak kullanılmış olması; demirkubuz daha az bildik bir melodi seçebilirdi.

seniha'nın bıçak sırtı ruh hali, mükerrem'in seniha'ya çaresizlikle haykırdığı "hayatınız boyunca kimseyi incitmemiş bir kişi olarak nasıl olur da içinizde bu kadar kin barındırırsınız" sorusunda saklı. demirkubuz bu sorunun cevabını sadece, seniha'ya eski fotoğraflara baktırarak veya "suç ve ceza" okutarak vermeye çalışmıyor; bence kilit sahne, seniha'yı, öğretmen olduğu ilkokulun duvarındaki dört mevsimi betimleyen çocuk resimleri ile birlikte gösterdiği sekans.
seniha'nın ruh iklimi geniş, sadece kötü veya sadece iyi değil. seniha karton bir karakter hiç değil.
"kıskanmak"da bir dolu sahne var yazılacak, bağlantılar kurulacak, anlamlar yüklenecek... okunacak bir çok alt metni var, satır araları...
örneğin; halit beyin filmin başında kömür madeninde gaz kaçağı araması, ardından kibrit çakması ve bir türlü kibritin yanmaması ile, filmin sonlarına doğru çiftlik evinde karısını araması ve ardından silahını ateşlemesi sahnelerinin arasında öyle bir paralellik var ki; gerilim, şüphe, tetikte olma hali ve kaçınılmaz son bu kadar mı ustaca anlatılır!

KISKANMAK Fragman - Zeki Demirkubuz (Yüksek Çözünürlük) from elmalma brand communication se on Vimeo.

10 Kasım 2009 Salı

"and i think to myself.... what a wonderful world"

insan ilişkilerini iyi bilen bir yazar, usta bir yönetmen, iki muhteşem oyuncu biraraya gelirse, ortaya, beraber gittiğim arkadaşımın da dediği gibi, 2.5 saatin nasıl geçtiğinin anlaşılmadığı keyifli bir tiyatro gösterisi çıkıyor.
yazar: willy russel, yönetmen: ışıl kasapoğlu, oyuncular: çetin tekindor ve tülay günal.
oyun: "rita'nın şarkısı".

willy russel'ı hem istanbul'da hem de londra'da seyrettiğim "shirley valentine" ve "blood brothers/kan kardeşleri" oyunlarından, ışıl kasapoğlu'nu 1988 yılından beri takip ettiğim ve sayısını hatırlamadığım kadar çok, birbirinden etkileyici rejilerinden biliyorum.
çetin tekindor'u ise tanıtmaya gerek yok; yine de -çocukluğumun en etkileyici tiyatro sanatçılarından- ayten gökçer ile birlikte oynadığı "yedi kocalı hürmüz", "tarla kuşuydu juliet", "kim korkar hain kurttan" oyunlarındaki performanslarının hala hatırımda olduğunu söylemeliyim.

gelelim beni "rita'nın şarkısı"na çeken esas ögeye: tülay günal'a.
yıllar önce, onu "çimenser" soyadıyla seyrettiğim genco erkal'lı "simyacı", ışıl kasapoğlu'nun muhteşem shakespeare yorumlarından diyarbakır devlet tiyatrosu yapımı "onikinci gece" ve çetin tekindor'lu yücel erten rejisi brecht'in "mutlu son" oyunlarında hayran olmuştum. son yıllarda ise haluk bilginer ile "jeanne darc'ın öteki ölümü" ve dot'un "böcek" ve "vur/yağmala/yeniden"inde beni kendisine hayran bırakmaya devam etti.

"rita'nın şarkısı", "my fair lady"nin ana izleğini, alt tabakadan bir kadını eğiten üst tabakadan erkek öğretmen hikayesini, kullanan ancak bunu ele aldığı kişilere daha insancıl ve daha sahici yaklaşarak anlatan bir oyun.
ışıl kasapoğlu "rita'nın şarkısı"nı sanki hiç bir yorumu yokmuş gibi kendini geriye çekerek, ancak belli ki oyunun en önemli artısı olan "doğallığın" yaratılması sağlayarak yönetmiş. örneğin bütün ilk bölüm boyunca frank ile rita'nın dostlukları/ilişkileri geliştikçe her türlü yiyeceği (fındık, çikolata, sandwiç, elma) birbirlerinin ısırdıkları yerden ısıracak kadar "paylaşarak" yemeleri, aynı bardaktan içki içmeleri aralarında kurulan samimiyetin boyutunu ve birbirine -bir anlamda- "muhtaç olma halini" anlatmak açısından ne kadar başarılıysa, ikinci bölümdeki koreografisi çok iyi hazırlanmış fiziksel yakınlaşma ve itişme sahneleri de ilişkinin evrildiği durumu ortaya koymak açısından o kadar başarılı.
rita'nın şarkısını söylediği sahne ise -kitchliğin sınırında da olsa- göz yaşartacak kadar şiirsel.

adana devlet tiyatrosu yapımı olan "rita'nın şarkısı"ndan geçen sezon haberdar olduğumda adanalıları oldukça kıskanmıştım. istanbul'da yeterince cezbedici gösteri yok mu, aklın dışardakilerde diye kendi kendime kızmıştım da.
bu akşam, kıskancımda ne kadar haklı olduğumu gördüm; "rita'nın şarkısı" -müziği hariç- her açıdan çok doyurucu, özellikle mükemmel oyunculuklarla taçlanan, usta işi bir tiyatro deneyimi.
adana tiyatrosu yapımı bu oyun kasım ayında üç hafta boyunca istanbul'da -çok sevimsiz de olsa, hiç yoktan iyidir dedirten- cevahir alışveriş merkezi'ndeki devlet tiyatrosu sahnesinde.

[yanılmıyorsam "rita'nın şarkısı" daha önce istanbul'da sahnelenmiş olmalı.
meraklıları, michael caine ve julie walters'ın oynadığı 1983 yılı yapımı, bol ödüllü sinema uyarlaması "educating rita"yı, türkiye'de o zamanlar furya halinde olan beta video kasetlerden seyretmiş olmalılar.]

"eflatun koza"dan:

" Belki de hiçbir şey göründüğü kadar karmaşık değildi. Onu bozan, yol haritamızın orasını burasını boyayıp çizerek görünmez hale getiren bizlerdik. Elimize tutuşturulan bir hikaye vardı işte. Başı ve gelişme bölümü olan, sonu henüz yazılmamış bir hikaye. İstenen sadece o sonu bulmak ya da bulmuş gibi yapmaktı. Ama haritamızı yeterli bulmuyor, eklemeler, çıkarmalar yapıyor, kendimize uyduruyor, neticede karman çorman ediyor, ulaşmamız gereken sondan giderek uzaklaşıyorduk. Özünü kaybediyor, unutuyorduk. Hikaye kendini unutturmuyordu ama. Orada ilk haliyle, hep nasılsa öyle duruyordu. Sonunun yazılmasını bekleyerek. Eğer aklımız başımıza gelirse sil baştan yeniden onun o ilk halini aramaya başlıyorduk. Doğru olabilecek son cümleyi yazmak için..."
- cahide birgül
(everest yayınları)

8 Kasım 2009 Pazar

"algıda seçicilik diye bir şeyi hiç duymadınız mı?"


yiğit sertdemir ve altıdansonratiyatro'yu ben çok geç keşfettim: geçen sene. halbuki, onlar bu sene 10. yıllarını kutluyorlar, hem de yeni açtıkları kendi mekanlarında: kumbaracı50.
maalesef daha oraya da adım atmaya fırsatım olmadı; ekim 2009 hayatımda şimdiye kadar yaşadığım en dolu -ve sıkışık- aylardan biriydi; iyi ve kötü manada.

yiğit sertdemir'in "444" ve "öldün, duydun mu?" adlı oyunlarını oyuncular kahvesi'nin olanakları kısıtlı sahnesinde, minimal ancak etkili sahne düzenlemeleri ve başarılı rejiler sayesinde büyük keyif alarak seyretmiştim. geçen sezon "bekleme salonu"nu yakalayamamıştım, sanırım oynamadılar.
"bekleme salonu" bu sezon sürpriz bir şekilde, mayıs'taki genç günler'den transfer edilen oyunlardan (sanırım üç oyun) biri olarak istanbul şehir tiyatroları 09-10 repertuarına dahil oldu.
oyunu dün akşam, ilk defa gittiğim üsküdar kerem yılmazer sahnesi'nde seyrettim.

"bekleme salonu" sürprizli olay örgüsünden ve güçlü -olması gereken- oyunculuklardan kuvvet alan bir metne sahip; ödenekli tiyatro olanakları ile sahnelendiğinde, barındırdığı -ve öne çıkarılması gereken- bu iki temel niteliğinden bir şey kaybetmiş midir, yoksa geniş olanaklarla ele alındığında dekor-ışık-kostüm-müzik gibi yardımcı ögeler, metnin anlatmak istediğinin altını daha kalın çizmeye, vurgulamaya, desteklemeye mi yarar?
şehir tiyatroları yorumunu seyredince, keşke "bekleme salonu"nun, oyuncular kahvesi'ndeki altıdansonratiyatro versiyonunu seyretmiş olsaydım diye hayıflanmadan edemedim.

"bekleme salonu" gerilimli bir oyun; sahnelemek için sanki klostrofobik, dar, sıkışık bir alana ihtiyaç var. bir cep tiyatrosu lazım bu oyun için; örneğin, akm'nin oda tiyatrosu gibi gerek sahne gerekse seyirci salonu açısından boyuna uzayan bir mekana.
üsküdar kerem yılmazer sahnesi (şehir tiyatrolarının bir çok sahnesi gibi), tam tersine, enine genişleyen sahne-seyirci ilişkisine sahip. böyle olunca da; sahne ağzının bütün genişliğini kullanan, bekleme salonunun yan duvarlarının iki yanda giderek açılan perspektifiyle iyice genişleyen "kontrolsüz" mekanda oynanan "oyun içinde oyun"un içerdiği, kişilerin hem kıstırılmış olmalarından hem de zamana ve birbirlerine karşı yarışmalarından doğan gerilim seyirciye geçemiyor; gereken daralma, sıkışma hali yaşanamıyor.
halbuki, oyun broşüründeki ayhan doğan'ın sahne tasarımı eskizinde, belli ki uygulama aşamasında iptal edilmiş, sahne ağzı geniş de olsa mekanın sıkışma/daralma/sınırlı olma fikrini destekleyecek bir öge var: tavan.
açık ofis mekanlarının tavanını kaplayan modüler sistem, bir yandan derinlik perspektifini kuvvetlendirirken diğer yandan aynı modülün biteyive tekrarlanması sayesinde kapana kısılmışlık hissini kuvvetlendirir.
sahne tasarımcısının kağıt üzerindeki bu akıllıca fikrinin uygulamada iptal edilmesine üzüldüm. daha da üzüldüğüm, bekleme salonundaki bazı bitkilerin boyunun dekoru aşıyor olmasına dikkat edilmemiş olmasıydı! metnin barındırdığı ve oyuncuların binbir zorlukla kurmaya çalıştıkları gerilim mekanının üstünden akıp gidiyordu...

bunun yanında; yönetmen tolga yeter'in sahnelemeye dair çok önemli bir artısı var: bekleme salonunun arka yüzeyini şeffaf bırakarak, arkada, ofis katının devamında çalışanları, asansörden inen çıkanları göstermesi.
bu fikir kuşkusuz oyuna ve mekana derinlik kattığı gibi, oyunun aldığı virajlarda önemli rol de üstleniyor: boşalıyor, kalabalıklaşıyor, kararıyor, aydınlanıyor.. hatta asansörün içinin sarı-sıcak ışıkla aydınlatılması cadı-fırın metaforuna bile izin veriyor sanki! [ancak oyunu seyretmiş olanların anlayabileceği, seyretmemiş olanlar içinse ipucu değeri taşımayan, dolayısıyla sürprizi bozmayan bir detay.]

yiğit sertdemir'in oyunları hep ustaca gizlenmiş bir -veya bir çok- sürpriz barındıran, zeki diyaloglarla seyircinin ilgisini diri tutan, süreleri kısa ama -içerikleri, edindikleri dertleri ve oyuncu sayıları ile- öz oyunlar; bence, bir anlamda, "novella" tadındalar.
"bekleme salonu" da benzer bir kurguya sahip, ancak sürprizleri/kırılma noktaları ile, diğer iki oyunki kadar keskin eleştiriler ve hayati sorgulamalar taşımıyor sanki.
yine de; bu sezon gerek istanbul şehir tiyatrosu'nun gerekse devlet tiyatrosu'nun büyük bir atakla sahneye taşımayı planladıkları onlarca yerli yazarın yapıtları umarım en az yiğit sertdemir'in metni kadar zeki, tolga yeter'in rejisi kadar yaratıcı olur.

2 Kasım 2009 Pazartesi

grotowski bahane flaszen şahane



(ayşın candan, ludwik flaszen, leszek kolankiewicz)

yarın hiç bir şekilde kıramayacağım bir iş günü olduğu ve ben kayışdağı'na (yani; yeditepe ünivesitesi'ne) gidecek kadar çılgın olmadığım için, "grotowski buluşması"nın bugünkü garajistanbul etkinliklerine katıldım.

sabah seansında varşova ünivesitesi'nden grotowski uzmanı prof. leszek kolankiewicz bizlere mircea eliade'den, jean-jacques rousseau'ya, aristo'dan robert ludlum'a (evet, yanlış okumadınız, "bourne identity" ile sofokles'in "kral oedipus"unu grotowski'nin aksiyon tekniği üzerinden karşılaştırdı) geniş kapsamlı, heyecanlı ve sempatik bir sunuş yaptı.
öğleden sonra ise 1959'da onüç sıralı tiyatro'nun ilk kurulduğu günden itibaren grotowski'nin çalışma arkadaşı olan tiyatro eleştirmeni, kuramcısı, dramaturg ludwik flaszen söz aldı; yaşlı usta üç saat boyunca, aynı leszek kolankiewicz gibi ayakta, heyecanlı ve dinamik bir anlatımla grotowski ile nasıl çalışmaya başladıklarını, grotowski'nin tarzını, oyuncu yönetimini anlattı.

leszek kolankiewicz, hiç beklemediğim bir şekilde macar teolog/antropolog/romancı- mircea eliade'dan söz açıp, "flow experience"dan bahsederek konuyu mevlevilik-sema ve haiti yerlileri-voodo kuttörenleri bağlamında "hareket etmeyen hareket/devinimsiz hareket/hareketsizliğe ulaşan hareket" temasına getirdi.


ludwik flaszen ise insan olarak beni büyüledi; onu tanımaktan çok memnun oldum.
kişisel duygu haritasında istanbul'un çok özel bir yeri olduğunu söyleyen, eski reenkarnasyonlarından birinde mutlaka istanbul'da yaşamış olduğunu iddia eden, hatta istanbul'da ona türkçe hitap edilmesinde bu hipotezinin kanıtını bulan, ayşın candan'ın "grotowski ile çalışmaya nasıl başladınız?" sorusu üzerine "tabii ki yaşlı insanların görevi geçmişi anlatmaktır" diye kompleksiz bir yorum yaparak grotowski ile nasıl tanıştıklarını, uzun uzun o dönemki polonya entellektüel ve tiyatro sahnesini anlatarak başlayan, mikrofonla konuşmayı grotowski'ye gösterdiği sadakatten dolayı reddederek "ben arkaik bir insanım, insanın ses gücüne inanırım" diyen bu ak sakallı ustaya nasıl hayran olmaz insan!
ilkgençliği özbekistan'da geçtiği için türkçe'ye "canım can" diyecek kadar aşina, nasreddin hoca'ya "hayatımın kahramanı" diyecek kadar hayran, yunus emre hakkında ise "aranızda bir ilahisini söylecek birileri var mı, toplantıyı böyle noktalasak" diyecek kadar da insancıl bir tiyatro ustasını nasıl sevmez insan!

benim gibi meslek dışından, sırf merak ve ilgiden oraya gelmiş insan azdı bugün; çoğunluğu oyuncu adayı genç öğrenciler oluşturuyordu. ludwik flaszen onlara öyle bir "oyuncu etiği" dersi verdi ki; işine saygı duyan bir oyuncunun bir yandan şan, şöhret, para peşinde dizilerde boy gösterirken diğer yandan entellektüel seviyesi yüksek bir oyunda oynayıp oynayamayacağından, tiyatroda -ve özellikle de grotowski tiyatrosunda- "ketumluğun" ne kadar hayati bir kural olduğundan, grotowski'nin oyuncularına uyguladığı sert ve katı disiplinden, oyuncu için "partitur"un (ses ve hareket çizelgesi'nin) ve ses-beden tekniğinin öneminden bahsetti.
umarım genç oyuncu adaylarımız, bu bilgenin büyük bir heyecan ve şevkle aktarmaya gayret ettiği düşüncelerinin değerini idrak edebilmişlerdir.

"kafes"tekiler

şehir tiyatroları'nın mayıs aylarında düzenlediği genç günler son bir kaç yıldır başarılı yapımların çıkmasına vesile oluyor, yönetim de bu oyunları sezona taşıyor. geçen seneki yiğit sertdemir imzalı "leonce ile lena", başarılı olmasının yanısıra oldukça etkileyici bir yapımdı da; son yıllarda istanbul'da seyrederken heyecanlandığım ender oyunlardan biriydi.
genç günler'den bu sezona transfer olan oyunlardan biri "kafes"; yazarı mario fratti, yönetmeni ali gökmen altuğ.

"kafes"i iki nedenle merak ettim: mert turak ve hikmet körmükçü.
hikmet körmükçü'ye ışıl kasapoğlu'nun yönettiği "iki efendinin uşağı"ndan beri hayranımdır. mert turak'ı ise geçen sezon seyrettiğim "leonce ile lena"daki valerio ve "kabare"deki emcee rolleri ile tanıdım ve hayran kaldım.
hikmet körmükçü yılların verdiği ustalıkla, çok da söze ihtiyaç duymadan, gözleriyle, vücut diliyle çok şeyler anlatıyor. mert turak ise bukalemun gibi, daha önceki "yaramaz" rollerinden apayrı bir karakterde çok başarılı; içine kapalı, hayat deneyimi zayıf christiano'nun oyun boyunca geçirdiği değişimi dozunda bir yorumla sahneye taşıyor.
"kafes"te, "kabare"de sally bowles rolünü üstlenen senan kara tutumluer de rol alıyor, ve yine, çetrefilli bir rolü hakkıyla canlandırıyor.

"kafes", güçlü oyunculukların yanısıra düzgün ve incelikli rejisiyle de önce çıkıyor. örneğin; oyundaki baş karakterlerin (christiano, anne ve chiara'nın) duygularına ve birbirleriyle ilişkilerine bağlı olarak ellerini nereye koyacakları, nereye uzatacakları, neyi tutacakları ince ince hesaplanmış, düşünülmüş gibi geldi bana.
ancak, daha genel bakınca; "kafes"in rejisi, oyunun içerdiği "aslında hepimiz kafesteyiz" anafikrini sahneye taşımaktan daha ileriye gidebilecek potansiyele sahip olmasına rağmen, bu fırsatı hakkıyla kullanamamış gibi. örneğin; bir kültüre/topluma/dine/yaşam şekline/seçime hapsolmak/tecrit olmak/saklanmak/ortada ve görünür olmak bağlamında okunabilecek "kafesin içindeki perde" ile "pietro-chiara'nın yatağını çevreleyen perde" paralelliği daha iyi kullanılabilirmiş.
bir de; zaten toplamda 1.5 saat süren bir oyunu gereksiz yere iki perdeye ayırmak hem "kafeste olma atmosferini" zedeliyor hem de oyunun genel gerilimini düşürüyor; eğer sırf christiano'nun sakal değişimi ve kafesin içerisinin düzenleme değişimi nedeniyle ara verilmesi tercih edildiyse, bunlara pratik bir çözüm bulunabilirmiş sanki.

[oyunun yazarı mario fratti'yi daha önce tanımıyordum, özgeçmişini okuyunca bir sürprizle karşılaştım: bir kaç zamandır kendimi fragmanını defalarca seyretmekten alıkoyamadığım ve ileriki aylarda ülkemizde de vizyona girmesi muhtemel "nine" (dokuz) filminin uyarlandığı 1982 tarihli broadway müzikalinin uyarlandığı oyunun yazarıymış meğerse.
daniel day-lewis, penelope cruz, nicole kidman, marion cotillard, kate hudson, dame judi dench veeee sophia loren'in oynadıkları filmin fragmanı için: http://www.youtube.com/watch?v=y_5_lzags3I]

grotowski buluşması, 2-3 kasım 2009

“grotowski tektir, çünkü yeryüzünde ondan başka hiç kimse, stanislavski’den sonra hiç kimse, oyunculuğun doğasını, fenomen’ini, anlamını, zihinsel- fiziksel-duygusal süreçlerinin bilimini grotowski kadar tam tamına ve derinlemesine araştırmamıştır.
- peter brook

program:
02 kasım 2009 - garajistanbul
11:00, konferans - leszek kolankiewicz
14:00, konferans - ludwik flaszen
19:00, film gösterimi - aya irini’de aksiyon, yön: jacques vetter, 70 dk.

03 kasım 2009 - yeditepe üniversitesi güzel sanatlar fakültesi
10:00, film gösterimi - onüç sıralı tiyatro, yön: michael elster, 20 dk.
10:30, film gösterimi - akropolis, yön: james mactaggart, 85 dk.
13:00, panel - “grotowski’nin türk tiyatrosu üzerinde etkisi duyuluyor mu?”, yön: ayşın candan, katılımcılar: beklan algan, mustafa avkıran, hakan gürel, gül gürses, çetin sarıkartal, enis yıldız

daha detaylı bilgi için

bilanço: idans03, filmekimi08, akbankcaz19

idans 3, 10 – 31 ekim 2009
01. loin, rachid ouramdane, ****.5 (24ekm)
02. concerto, ivo dimchev, ****.5 (31ekm)
03. gustavia, mathilde monnier & la ribot, **** (27ekm)
04. it is written there., zan yamashita, **** (22ekm)

akbank 19. caz festivali, 15-25 ekim 2009
01. vassilis tsabropoulos, **** (aya irini, 15ekm)

filmekimi, 17-25 ekim 2009
01. bakjwi (kan arzusu), park chan-wook, **** (21ekm)
02. humpday (gel porno çevirelim), lynn shelton, *** (21ekm)

ses tellerinin dansı



idans03 dün akşam bitti. son gösteri ivo dimchev'in "concerto" adlı konser-performansıydı.

kendisiyle yapılan söyleşide "koreografi aşağı yukarı bir rota yaratmaktır. dolayısıyla canlı doğaçlama bir konserin koreografi olarak düşünülmemesi için bir neden görmüyorum." diyor dimchev. evet, kuramsal olarak bakıldığında haksız değil, ama uygulamada da dimchev'e hak vermemek mümkün değil; bence, ses tellerinin dansını dinledik, yüz hareketlerinin koreografisini seyrettik dün akşam.

kısıtlı bir çevreye sunulan 2006'daki istanbulREconnects'de "lili handel" adlı muhteşem solosunu kaçırmış biri olarak, "concerto"yu izlemek/dinlemekten büyük mutluluk duydum.
ivo dimchev tanınması gereken sıradışı bir sanatçı; "concerto"da hırçın, seksi, gerilimli ve arızalı bir portre sundu bize; sesiyle atmosfer yarattı, samimiydi.
"concerto", "tamamen doğaçlama, herhangi bir yapı, melodi ya da metinin olmadığı" ancak "özgür ve içsel olarak açık" bir sanatçının mükemmelliyetçiliğini yansıtan bir gösteriydi.

"concerto"ya dair tek hayakırıklığım seyirciydi; dimchev'in "seyircinin temel belirleyici bir rolü vardır performanslarımın çoğunda" diyerek önemsediği seyirci-sanatçı ilişkisinde garajistanbul'u dolduran seyirci tutuktu; dimchev'e tepki vermekte, en basitinden "alkışlamakta" ürkektik; her bölüm ardından yarımağız dillendirdiği sayısız "thank you, thank you" sonrasında, nihayet alkışlandığında gözlerindeki ışıltıyı fark etmemek imkansızdı.
dilerim, seyircinin tepkisizliği sahnedeki şaheserden büyülenmenin/hipnotize olmanın yarattığı nukt tutulmasının göstergesidir!