mehmet kerem özel'in hayata ve sanata dair yaşadıklarını, takip ettiklerini, tanık olduklarını ve izlenimlerini paylaştığı günlüğü. [for english version please visit danzon2017.blogspot.com.tr]
31 Mayıs 2018 Perşembe
mutlu bir haftasonundan kalanlar..
kapıya dayandığımızı, zile bir kaç kere bastığımızı görünce ortayaşlı, dövmeli, uzun saçlı bir adam yaklaştı yanımıza ve, “çok büyük insandı, onun mekanına, onun için geldiniz değil mi, 80’lerde biz onun adını bilmezdik, tanımazdık, bir gün tam burada, kapının önünde holiganım diye polis beni tutuklamak istedi, o geldi, benim için “öyle adam değildir, bir şey yapmadı” dedi ve polis beni bıraktı, sonradan adını öğrendim, o buranın en ünlü, en önemli insanıdır” diye soluksuz bir nefeste anlattı, elimizi sıktı ve o sırada durağa gelmiş olan otobüse doğru hızlıca ilerledi. lichtburg’un; 70’lerin sonlarından itibaren pina’nın (ve onun ölümünden sonra tanztheater wuppertal’in) prova mekanı ve ofis olarak kullandığı eski sinema salonunun önündeydik.
taksiye bindik, türkiyeli çıktı. sivas katliam'ından sonra ailesini de almış türkiye'den wuppertal'e göç etmiş alevi bir amca. "neden geldiniz buraya, eczacı mısınız?" diye sordu, malum wuppertal'de bayer'in devasa bir fabrikası var. "hayır" dedik, "pina bausch diye bir koreografın topluluğunun gösterilerine geldik." "aaa, o mu, o çok ünlüdür burada, japonya'dan her yıl bir hanım gelir onun gösterilerini izlemeye, bir hafta kalır, taksici arkadaştan biliyorum" diye devam etti taksici amca. ona diyemedim ki, ben de 2004'ten beridir 20 küsür defa wuppertal'e geldim, sırf pina için. hatta; annemi defalarca, babamı bile iki defa, teyzemi, bir seferinde sevgilimi getirdim yanımda, bir seferinde tesadüfen o sırada wuppertal yakınında olan bir arkadaşımla, başka bir seferinde önceden randevulaşarak (o hamburg’dan geldi ben istanbul’dan) sonradan sevgilim olacak kişiyle buluştum burada.
bu sefer ise; uzun zamandır benimle wuppertal’e gitmek isteyen ama bir türlü takvimimizi ayarlayamadığımız istanbul’dan iki can dostum ve paris’ten daha bir yıldır tanıdığım ama uzun zamandır tanıyormuşum gibi kendimi yakın hissettiğim bir arkadaşımla oradaydım.
her wuppertal seyahati benim için unutulmazdır, bu seferki de öyle oldu, ama sanki diğerlerinden birazcık daha fazla mutluydum.
annemi, babamı, arkadaşımı götürdüğüm pina'nın mezarına bu sefer en kalabalık ziyaretimi yaptım. dansçı dostum pina için bir sigara yaktı, içti, bir tane de sardı ona bıraktı, kırmızı bir bileklikle birlikte.
mezarlıktaki huzurlu atmosferi, çeşit çeşit kuş sesini, rüzgarın hafif esintisiyle hışırdayan ağaçları soluduk arkadaşlarımla. mezara bakan banka oturduk, kısık sesle sohbet ettik; paris'ten gelen arkadaşımın müstakbel istanbul seyahatini planladık, avrupa'daki gösteri sanatları etkinliklerinden konuştuk. pina'nın dizinin dibinde vakit geçirdik biraz..
sanırım çoğul konuşabilirim: gündelik hayatlarımızdan çaldığımız bir haftasonuydu...
22 Mayıs 2018 Salı
günümüze distopik bir bakış: gizem bilgen’den “dislokasyon”
gizem bilgen 2014 tarihli “hiatus” adlı yapıtında hareket eden duvarları dansçılarla etkileşime geçen, onların hareketlerini bazen çoğaltan bazen söndüren, bazen saklanma imkanı veren bazen tehdit unsuruna dönüşen dikey yüzeyler olarak kullanmıştı. bilgen, 2017-18 sezonunda sahnelemeye başladığı yeni yapıtı “dislokasyon”da ise bu sefer; yapıtın içinde sahnelendiği mekanın duvarlarını koreografisine gerek fiziksel gerek anlamsal katkı sağlayan yüzeyler olarak kullandığı gibi, zaman zaman bizzat performansçıları da duvara dönüştürüyor, duvar gibi kullanıyor.
etten duvar misali, performansçı bedenlerinden oluşan yüzey ("beden duvarı" denebilir) bazen geçirgenleşiyor bazen ayırıyor, yön değiştiriyor, cevap veriyor, organik bir canlı gibi formdan forma giriyor. oyun alanındaki beden duvarının hareketi x- ve y- eksenlerinin -başka bir deyişle: koordinatların- değişmesini beraberinde getirdiği için hareketsiz ve baktığı yönle sınırlı seyircinin; bir yandan ona oturduğu yerden kıpırdamadan yani statik kalarak ama görsel olarak hareket imkanı yaratarak algısını ve uzamdaki konumunu genişletiyor, diğer yandan seyrettiği düzenin her an yıkılıp yeniden kurulmasından dolayı sahnedeki her yeni duruma intibakını zorlaştırarak tedirginliğini arttırıyor.
çıplak sahne, endüstriyel çağrışımlı ses peyzajı (mehmet irdel & lot.te), küçük detaylarla farklılaştırılmış olsa da birörnek hissi veren, mor-kahverengi minimalist kıyafetler (milen nae), seyircinin gözünün içine giren, rahatsız edici, oyun alanını çevreleyen duvarlardaki gölgeleri büyülten ve çoğaltan ışık (murat ersan); sert keskin robotumsu hareketlerden, saplantı halinde tekrarlanan jest ve tiklerden, huzursuzluk yaratan yüz ifadelerinden, ender de olsa garipliğiyle güldüren ama tam da bu nedenle rahatlatmak yerine tekinsizlik hissini daha da çoğaltan durumlardan, dengesizliklerden, yalnızlığa karşı topluluk ikileminden, ve her türlü karşılıklı olma halinden beslenen tepkilerden oluşan koreografi. bütün bu saydığım özellikler sahnede distopik bir atmosfer yaratıyor. ama; çatışma, rekabet, ayrıştırma, hükmetme gibi durumları çağrıştıran hareket tasarımından dolayı tam da bugünden feyz almış hissi uyandıran bir distopya bu; dünyanın şimdi ve burada’sını, günümüzün zeitgeist’ını ortaya seren bir distopya.
“dislokasyon” david fincher’in “alien 3"ünden, alfonso cuaron’un “children of men”ine tekinsizliği mekana yayan atmosferiyle; corten (yani paslandırılmış) çelikle kaplanmış bir yüzey kadar, terkedilmiş bir fabrika enkazının verdiği hisle; 20. yüzyıl başı alman ekspresyonizmi ve ausdruckstanz’ını çağrıştıran estetiğiyle; buram buram -yine- david fincher’in “fight club”ının sertliği kadar, herhangi bir siyah-beyaz orson welles filminin nihilizmi kokan bir yapıt.
“dislokasyon” seyirciye rahat koltuğunda sakin ve dingin bir seyir sunan, kolayca tüketeceği, bittikten hemen sonra unutacağı bir iş değil; etkisi bir süre devam ediyor, seyirciyi kolay kolay bırakmıyor. salondan çıktığınızda, hayata kaldığınız yerden devam edemiyorsunuz bir süre.
dördü dansçı ve -hareket korosu olarak adlandırılan- sekizi tiyatrocu, toplamda 12 kişilik kadrosuyla “diskolasyon” bağımsız bir yapım olarak istanbul çağdaş dans sahnesinin bu sezonun iddialı ve iddiasının hakkını veren işlerinden biriydi. hareket korosunu oluşturan tiyatro kökenli performansçılar; ikili ve üçlü koreografik parçalarla öne çıkmalarına rağmen çoğunlukla topluluğun içinde yer alan dört dansçının altında ezilmeyen, hatta neredeyse dansçılardan ayırt edilemeyen bir kaliteye sahiptiler.
“dislokasyon”; kasım 2017’de beyaz rengin hakim olduğu ve seyircinin oyun alanını üç yönden sardığı akbank sanat dans stüdyosu’nda prömiyer yaptı, mayıs 2018’de seyircinin tek yönde konumlandığı her tarafı simsiyah moda sahnesi’nde sezonu tamamladı. gizem bilgen'in bu sert, yoğun ve atmosferik işi moda sahnesi’nin kara kutusuna ve mesafeli seyirci konumuna çok yakıştı. umarım önümüzdeki sezon daha çok, "karanlık" mekanlarda sahnelenmeye devam eder.
17 Mayıs 2018 Perşembe
"dünya düz?"; neden olmasın, sanat öyle yorumluyorsa...
evrende her boşluk bir şekilde doluyor. istanbul tiyatro festivali mayıs'tan çekildi kasım'a gitti, yerine ekim'deki dünyada bir köşe / a corner in the world festivali yerleşti, iyi de oldu.
bu sene üçüncüsü düzenlenen festival 02-13 mayıs tarihlerinde bomontiada ve msgsü bomonti yerleşkesi'nde gerçekleşti. bu sefer kültür-sanat yazarları ve gösteri sanatları camiamız daha bir ilgi gösterdi festivale; önceki iki senede görmediğim simalara, dostlara rastladım gösteri öncelerinde. sanırım bunda, festival ekibinin (yani burcu yılmaz, claire zerhouni ve fatih gençkal'in) sezon boyu bomontiada alt'ta yarattığı sinerji kadar bu seneki programın önceki ikisine nazaran daha olgun olmasının da rolü var.
festivali tam anlamıyla takip edemedim; (mekan sıkıntısından olsa gerek) bazı gösterimler haftaiçi çalışma saatlerine konduğundan veya birbirleriyle çakıştığından, festivalin son iki gününü de bergama'daki festivale ayırınca, "dünya düz?" temalı bu seneki festivalde ancak beş köşe tutabildim, yani beş iş seyredebildim. seyrettiklerimin çoğu hakkında burada yazdım. gösteri sonrası söyleşiler dışında maalesef hiç bir sanatçı söyleşisine, konsere veya başka bir yan etkinliğe katılamadım. yine de festivalin insanı rahatlatan ve özgürleştiren havasını yeterince içime çekebildiğimi düşünüyorum.
ilk yılından itibaren bu festivali çok önemsiyorum. çünkü odağını ülkemizin etrafındaki coğrafyaya çeviriyor; programını komşularımızdaki, yakınlarımızdaki üretimlerden oluşturuyor, gösteri sanatları alanında akdeniz ve ortadoğu coğrafyasında neler olup bittiğinden haberdar ediyor, oraların kalburüstü işleriyle buluşturuyor bizleri. herhangi bir avrupa başkentinde çok rahatlıkla karşılaşabileceğiniz ama istanbul'a kolay kolay çağrılmayan bu sanatçılarla tanışmak, onların dünyalarına girmek çok önemli; çünkü benzer dertlerden muzdaribiz ve onların bunları nasıl/ne şekilde sanatsal üretimlere çevirdiklerine tanık olmak bakışımızı genişletiyor.
şehrimizde arap ve balkan ülkelerinden sadece turist değil, sanatçı ağırlamak, onların atölyelerine, söyleşilerine katılmak müthiş bir imkan ve dünyada bir köşe festivali üç yıldır bu imkanı sağlıyor bize. kıymetinin bilinmeye başlanmış olmasını görmek de ayrıca sevindiriyor beni.
her yıla döndüğü için programı daralan iksv istanbul tiyatro festivali sadece bir yabancı dans topluluğu ağırlayabilmişken, dünyada bir köşe'nin tam dört uluslararası dans yapımını programına dahil etmiş olması ve bunların her birinin nitelikli işler çıkması; bir danssever olarak beni ayrıca mutlu etti, belirtmeden geçmek istemem..
önümüzdeki dünyada bir köşe festivali’ni iple çekiyorum..
16 Mayıs 2018 Çarşamba
bergama tiyatro festivali'nden izlenimler...
türkiye'nin ilk opera rejisörü ve iksv istanbul müzik festivali'nin başlangıcından itibaren uzun yıllar direktörü olan aydın gün bir gazete röportajında söylemişti, bir rüyası vardı: batı anadolu'nun antik tiyatrolarında düzenlemecek büyük bir festival.
eren arıkan ve kabak&lin ekibi bu yıl aydın gün'ün rüyasını bir nebze olsa da hayata geçirdi: asklepion antik tiyatrosu'nu da kullanan bergama uluslararası tiyatro festivali 10-13 mayıs 2018 tarihlerinde gerçekleşti.
festivali son iki gününde takip ettim. sadece antik tiyatroyu ve çevresini kullanan işlerle değil, bergama'nın tamamını içine alan, kendisine dahil eden yaklaşımıyla festival bana büyük keyif verdi, gönlümde büyük bir yer edindi.
arasta'da püfür püfür esen rüzgarla yaprakları dalganan çınarın altında, kuş cıvıltıları ve tavla sesleri arasında kahvemi, çayımı içerken oyunlar (sen istanbul'dan daha güzelsin / bam & yaşamak mı zor çince mi? / mekan artı) seyretmek... oyundan önce yine arasta'da kumru yerken yan masaya efsanevi yunan rejisör theodoros terzopoulos'un gelip oturması, onunla merhaba'laşmak... 50 kişilik kapasitesi yüzünden kapısının önünde, içerideki kapalıgişe işi ayakta seyretmek pahasına heyecanlı, meraklı, güleryüzlü insanların uzun kuyruklar oluşturduğu kızıl avlu'dan kös kös geri dönmek... antik bir yunan tiyatrosunda antik bir yunan kahramandan esinlenen çağdaş bir yapımı (ajax, the maddness / attis tiyatrosu) seyrederken, oyunun sadece kırmızı ışığın kullanıldığı loş bir anında başımı kaldırıp yukarı bakınca tepemde yıldızlarla kaplı sonsuz gökyüzünü görmek... sokakta yürürken, istanbul sahnelerinden tanıdığım bir tiyatrocuyla karşılaşmak, selamlaşmak, ayaküstü konuşmak... rüzgarın deli gibi estiği antik bir kentin sokaklarında, delhizlerinde, sütunlarının arasında, çeşmesinin etrafında, tapınağının duvarında, agorasının merdivenlerinde güneşin batmasına yakın alacakaranlık bir vakitte sahnelenen bir yere-özgü işle (whispers / gastkollektiv) binyıllar öncesinden günümüze uzunan fısıltılara kulak vermek... yoldan, elini tuttuğu çocuğuyla birlikte geçenin kafasını çevirip dikkatini çekince, gelip yanıma oturduğu kasabanın meydanında dört palyaçonun sevimli hikayesine (catastrophe / copenhagen commedia school) dahil olmak... istanbul'un tiyatro hayatına büyük emekleri geçmiş bir hocayla oyunlarda ve akropolde karşılaşmak... çağdaş mimariye ve imkanlara sahip bir tiyatro salonunda; kah türkçe sözlerle sezen aksu şarkıları söyleyen bir alman tiyatrocu/şarkıcının doğu berlin'den bergama'ya uzanan hikayesini dinlemek (der kleine spatz vom bosporus / tuğsal moğul), kah almanya'da yabancı düşmanlığı nedeniyle katledilen türkiye asıllı insanların hikayelerine ortak olmak (NSU monologları / bühne für menschenrechte), kah iranlı bir koreografın kaligrafi estetiğinde günümüz orta doğu kadınının ve erkeğinin çıkmazlarını, dertlerini anlattığı dans gösterisine çarpılmak (bodytext / modjgan hashemian & maxim gorki theater studio R)...
bunlar benim iki günde yaşadıklarım, seyrettiklerim, yetişebildiklerim. bir de bu iki günde, ve diğer iki günde seyredemediklerim, yetişemediklerim var. başkalarının yaşamış, seyretmiş oldukları; atölyelere katılanların, söyleşilere panellere gidenlerin, 50 kişilik kapasiteli kızıl avlu'daki işlere girebilenlerin, sezen aksu şarkılarını alman aksanla söyleyen kız yerine faust'un hikayesini dinlemeyi seçenlerin, akropole gitmek yerine meddaha kulak verenlerin...
bergama tiyatro festivali geçtiğimiz haftasonumu şenlendirdi; en son 23 yıl önce ziyaret ettiğim bu etkileyici rum kasabasının sokaklarında, çarşısında, antik akropolün kalıntıları arasında tekrar dolaşmamı sağladı, kamusal alanda etrafımdaki insanlarla paylaşarak keyifle oyunlar seyretmeme vesile oldu, bir yerleşmenin tiyatroyla nasıl canlanacağına tanık etti beni. dahası, umudumu yeşertti.
umarım festival tek defalık kalmaz; devamı gelirse, ben her mayıs bir haftasonumu bergama'ya ayırırım, kesin bilgi!
11 Mayıs 2018 Cuma
bedenin immateryalleşmesi: nacera belaza’dan “sur le fil”
nacera belaza’nın “sur le fil” adlı işinde dansçı bedenleri ışık ve ses gibi immateryalleşti, mekanın içinde sesin ve ışığın serbestçe ve fütursuzca her an hareket halinde olmaları gibi, ses ve ışıkla birlikte dolandılar. belaza bir simyacı gibi üç öğeyi kararınca karıştırdı. üçü; ses, ışık ve bedenler kah birbirinin içinde eridi, bütün oldu kah çarpıştı patlama oldu kah birbirine teğet geçti, birbirinin içinden geçti kendisi kaldı. ışık kadar karanlık, ses kadar sessizlik, bedenin materyal hali kadar immateryalliği görüldü, hissedildi, algılandı sahne mekanında.
“sur le fil” (ip üstünde) dünyada bir köşe’nin dünya düz? başlıklı üçüncü edisyonunun nefes kesici işlerinden biriydi. hiç bitmeseydi dedirten bir 40 dakikaydı. bu işi üçüncü kere seyreden fatih gençkal’e imrenmemek elde değil! bütün festival ekibine kocaman bir teşekkür!
“sur le fil” (ip üstünde) dünyada bir köşe’nin dünya düz? başlıklı üçüncü edisyonunun nefes kesici işlerinden biriydi. hiç bitmeseydi dedirten bir 40 dakikaydı. bu işi üçüncü kere seyreden fatih gençkal’e imrenmemek elde değil! bütün festival ekibine kocaman bir teşekkür!
5 Mayıs 2018 Cumartesi
hanane hajj ali'den "jogging"
oyun sonrasında, festivalin düzenleyicilerinden fatih gençkal'in "bu iş nasıl çıktı?" sorusuna, sanki bir klasik müzik konseri sonrasında alkışlara bis parçasıyla cevap veren müzisyenler gibi, en az oyunun kendisi kadar etkileyici ve kesintisiz neredeyse 20 dakika süren bir cevap verdi. cevabın sonundaki anekdottan dolayı ağlıyordum, ama oyun ne ajitasyon ne yapay etkileyicilik içeriyordu.
hanane hajj ali; kendi deyişiyle peter brook'un boş sahnesine referans veren, teknolojik imkanlardan yararlanmayan, sırt çantasına girecek kadar sahne eşyasının olduğu, herhangi boş bir alanda sahnelenebilecek bir oyun ortaya çıkarmış.
üç hikaye var oyunda; üç kadın. çocuğunun kötü hastalıktan erken ölümüyle yüzleşen, kendiyle birlikte üç çocuğunu öldüren, üç çocuğunu savaşlara kurban veren üç anne. üçü de gerçek; ilki hanane hajj ali'nin kendisi, ikincisi lübnan dağı'ndaki bir köyde yaşayan ve saygıdan oyunda adı yvonne olarak değiştirilen kadın ve üçüncüsü hala hayatta olan zahra.
oyun sonundaki söyleşide hanane hajj ali açıklamamış olsa da, üç kadının hikayelerinin gerçek hayatlardan kaynaklanmış olduğu hissediliyordu. çünkü üç gerçek hayatı birbirine ilmikleyen kurgusal bir mit/oyun karakteri vardı oyunda: medea.
hanane hajj ali'nin tek kişilik gösterisinin bence en etkileyici yanı, bizim sahnelerimizdeki neredeyse hiç bir tek kişilik hikaye anlatıcılı oyunda olmayan, seyircinin oyuna dahil edilmesiydi; bizzat sahneye çağırıp dayanak görevi yükleyerek, oturduğu yerin önüne gidip onu oyundaki bir karaktere büründürerek, yvonne'un çocuklarına yedirdiği zehirli meyva salatalarını ikram ederek, oyundaki kilit karakterleri tanıtan kısa metinleri okutarak.. hanane hajj ali böylece sahnenin şimdi ve burada olma durumunu her an hatırlattı bize; hiç bir anında oyundaki hikayelerin trajedilerinde kaybolmadık; mesafemizi, eleştirel bakışımızı koruduk. anlatılan hikayeler o kadar can alıcıydı ki, böylesi daha uygundu, yoksa oyundan helak olmuş olarak çıkabilirdik; çok da yakındık o noktaya; bıçak sırtındaydık. nitekim, oyun ağlatmadı ama -başta da dediğim gibi- oyundan sonraki söyleşide hanane hajj ali'nin bütün gerçekliğiyle aktardığı anekdot bardağı taşıran damla oldu.
hanane hajj ali gibi usta bir hikaye anlatıcısıyla bizleri tanıştırdıkları için dünyada bir köşe festivali'nin düzenleyicilerine yürekten teşekkür ederim.
3 Mayıs 2018 Perşembe
nancy naous'dan "benim için sen eğit"
dünyada bir köşe / a corner in the world festivali üçüncü yılında takvimdeki yerini değiştirerek tekrar karşımızda. festival kapsamında 2-13 mayıs tarihleri arasında akdeniz ve ortadoğu coğrafyasından gösteri sanatları örnekleri bizleri bekliyor. kolay kolay şehrimize konuk edilmeyen ülkelerden geliyor festival sanatçıları: lübnan, fas, cezayir, iran.. bu açıdan festivali çok önemsiyorum; yakınımızdaki benzer kültürel coğrafyalarda neler üretiliyor, nasıl sergileniyor, hangi konular dert ediliniyor merak ediyorum. fatih gençkal ve çalışma arkadaşlarına bu yapımları ayağımıza kadar getirdikleri için ne kadar teşekkür etsek az. keşke kıymetini bilsek. dünyada bir köşe de sonunda idans'ın akıbetine uğrayıp, takvimlerden kaybolup gitmese..
festival sadece gösterilerden oluşmuyor; konserler, söyleşiler, atölyeler de var. festivalde sadece yabancı yapımlar da yok, a corner in the world oluşumunun 2017-18 sezonu içinde ürettiği işler gösteriliyor. keşke bir de yerli prömiyer olsaymış.
dün başlayan festivali ben bu akşam bir gösteri ile açtım: lübnan'lı nancy naous'nun avrupa prömiyerini daha yeni, 15 nisan 2018'de fransa'da yapmış olan "fa’addebhou li" (benim için sen eğit / train him up for me) adlı işiyle.
naous'yu bir önceki festivalden tanıyoruz; "these shoes are made for walking" adlı işiyle konuk olmuştu. bu anlamda; festivalin bazı sanatçıları takibe alması, seyircisine o sanatçıları her yeni işiyle sunması övgüye değer.
nancy naous'nun işi ortadoğulu erkek bedenini sorguluyordu; erkek bedeninin içindeki dişil ve eril enerjileri, erkeksi ve kadınsı tarafları. sahnede iki erkek dansçı vardı; ama sanki tek bir erkekliğin bölünmüş halleriydiler. her açıdan zıtlıklar barındırıyorlardı; mavi ve kırmızı kıyafetleri, birinin yapılı diğerinin narin bedeni, birinin saçlarının uzun diğerinin kısa olması gibi..
belki de en eril spor türü olan boksun hareket vokabüleriyle başladı koreografi; aynı hareketi yapılı olan erkeksi ve sert, narin olan kadınsı ve yumuşak tarafını öne çıkararak icra etti.
narin olanın uzun saçlarını topuz yapması sekansında; iki kere kendi saçını topuz yapıp dağıttıktan sonra üçüncü kere yaparken yapılı olanla ellerinin saçların üzerinde birleşmesi, narin olanın ellerini çekip topuz yapmayı yapılı olana bırakması, o ana kadar ayırmış gibi görünen iki erkeğin aslında tek bir erkeğin iki yüzü olduğu mesajını veriyor gibiydi benim için.
dansçılar daha sonra enerjileri değiş tokuş ettiler; narin olanda eril enerji yapılı olanda dişil enerji öne çıktı. bunda; narin olanın siyah boyayla yüzüne bir bıyık, yapılı olanın da kırmızı boyayla saçlarını ve peçe gibi yüzünün alt kısmını kaplaması; yani "geçici" yüzeysel eklemelerle diğer taraflarını ortaya çıkarmaları etkili oldu.
sona doğru iki beden de sadece dişil enerjiyle hareket etmeye başladı. ışıkların iyice loşlaştığı son sekansta ise sahnede birer silüete dönüşen bedenler, altlarındaki pantolonları da çıkardıklarında cinsiyetlerinin onlara atfettiği yüklerden, anlamlardan ve zorunluluklardan arınmışlardı.
nancy naous'nun cesaretli işi, istanbul'da yabancı yapım izlemeye hasret benim gibi seyirciler için bulunmaz fırsattı.
13 mayıs'a kadar bir çok yabancı yapım seyredilmeyi bekliyor; programa bir göz atın, kaçırmayın, sonra pişman olmayın..
hamiş:
küçük ölçekli bir festivalde, örneğin bu akşam aynı saate iki yabancı yapım koymak sanırım programı hazırlayanların boşluğuna geldi; halbuki bomontiada'daki gösterinin başlama saatini bir saat ötelemiş olsalardı, dün akşam o işi izleyemeyen benim gibiler naous'nun işini izledikten sonra mimar sinan güzel sanatlar üniversitesi bomonti yerleşkesi çağdaş dans anasanat dalı şebnem selışık aksan sahnesi'nden çıkıp 21:30'da o gösteriye yetişebilirlerdi.
ayrıca; merak uyandırıcı alt 29'59'' seçkisinin de, programda neden çoğu insanın işte olduğu hafta içi gündüz saatlerine konduğunu anlayabilmiş değilim; haftasonlarına kıran mı girdi!
boyutlarıyla istanbul'da tatmin edici kalmış neredeyse tek gösteri sanatları mekanı olan mimar sinan güzel sanatlar üniversitesi bomonti yerleşkesi çağdaş dans anasanat dalı şebnem selışık aksan sahnesi'nin kasım 2017'deki atta çocuk ve gençlik festivali'nden sonra bu festival için de kapsamlı bir programla açılmış olmasından mutluluk duyduğumu belirtmek isterim.